Seküler ve muhafazakâr kutuplardaki aileler ve kadın karakterler arasındaki çarpışma ve müzakereyi konu alan Kızılcık Şerbeti ile Ömer dizilerinin, Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı toplumsal kutuplaşmayı nasıl tasvir ettiğini araştırmacı Dr. Feyza Akınerdem’le konuştuk: Türkiye’de kadınlar önyargı ve dayanışma ikilemi arasında kendilerine bir yol arıyor.
Ana akım medyada iki ayrı televizyon kanalında hem Kızılcık Şerbeti hem de Ömer dizilerinde muhafazakâr ve seküler fikriyatın gündelik yaşamdaki çarpışmasını hatta hikâyelerin ilerlediği yerden de anlaşıldığı gibi bu çarpışmanın her iki tarafı da farklı oranlarda değiştirerek bir nevi buluşmaya evrilmesini izliyoruz.
Her iki dizi de zaman zaman muhafazakâr kesimlerin tepkisini çekiyor. Yine her iki hikâyede de farklı kutuplardaki kadın karakterlerin, toplumsal baskı ve erkek şiddetine karşı dayanıştığını, haklarını elde etmek, arzularından vazgeçmemek için birbirini yüreklendirdiğini görüyoruz.
Geçtiğimiz hafta Kızılcık Şerbeti, muhafazakâr aile kızı Nursema’nın, zorla evlendirildiği adam tarafından düğün gecesi camdan atılarak yaşadığı şiddeti ekrana taşıdıktan sonra Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) incelemesine takılmıştı.
RTÜK, sahneyi kadına şiddet kapsamında ‘kötü örnek’ olarak değerlendirip diziyi, beş hafta yayın durdurma ve 1 buçuk milyon TL para cezası ile cezalandırdı. Bu karara kanalın avukatlarının yaptığı itiraz üzerine mahkeme yürütmeyi durdurdu ve RTÜK’ten savunma istedi. Karar süreci uzayınca dizinin bu akşam (7 Nisan) yayınlanacağı anlaşıldı.
Diğer yandan hem dizinin kadın oyuncuları hem de sıkı takipçileri, Kızılcık Şerbeti’nin kadına yönelik şiddeti görünür kıldığı, eleştirdiği ve kadın haklarını savunduğu için cezalandırıldığı görüşünde…
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde dersler veren araştırmacı Dr. Feyza Akınerdem, Kızılcık Şerbeti ve Ömer dizilerindeki anlatıların seküler-muhafazakâr kutuplaşmasını nasıl tasvir ettiğini ve her iki cenahtan kadınların gündelik hayatta birbirini nasıl gördüğünü Gazete Karınca’ya anlattı.
Tam da “Cumhuriyetin ikinci yüzyılının” eşiğinde, Kızılcık Şerbeti ve Ömer dizilerinde anlatılan bu hikâyelerin ana akım medyada yer bulabilmesini neye yormalı?
Türkiye’de melodramlar, Yeşilçam’dan bugüne toplumsal çatışma alanlarını bir aşk hikayesi çerçevesine yerleştirerek müzakereye açmıştır. Yüksek lisans tezim için çalıştığım Asmalı Konak dizisi “geleneksel aile” konusunu geçmişte kalmış bir mesele olmaktan çıkarıp, güncel bir karşıtlık konusu haline getirmişti örneğin. Bahsettiğiniz diziler de giderek daha sert kutuplaşan bir toplumda, kutuplaşmada kışkırtılan ağır politik kimlikleri, evin, hayatın ortasına yerleştiriyor. Çatışmanın gündeliğini kurarak bir çıkış yolu arıyor. Sosyal medyada birbirine çıkışan, sokakta birbirine önyargıyla bakan insanlara, ortak bir hayat simülasyonunda kendilerini yeniden düşünme fırsatı veriyor. Tabii ki geldiğimiz eşikte bu dizileri oldukça önemli buluyorum.
Ömer, bir yabancı yapımdan, Kızılcık Şerbeti ise “gerçek bir hikâyeden” uyarlama… Her iki dizide çizilen seküler karakterler de yer yer karikatürize edilseler bile gerçekçi görünüyor. Bu dizilerde resmedilen muhafazakâr karakterlerin de gerçeğe uygun olduğunu düşünebilir miyiz? Yoksa muhafazakâr kesimin “bizi yanlış tanıtıyorlar” refleksinde gerçeklik payı var mı?
Aslında anlatılan hikayelerin alt yapısı aynıdır. İmkânsız aşklar, aşılamaz karşıtlıklar, düşman aileler, çatışan toplumsal normlar… Gerçek hayatta mümkün olan sonsuzdur. Her hikâye gerçekçi olabilir, eğer fantastik tür değilse. Bu tip anlatılara yönelik eleştirilerin “gerçeğe uygun değil” diye beğenilmemesi, yargılanması da oldukça yaygın bir izleyici tutumudur. Ben yaptığım çalışmalarda böylesi bir yargının nasıl duygularla ortaya çıktığına bakarım. Bence bu dizilerde, dünyaya en iyi haliyle gözükmek isteyen bir siyasal/toplumsal kimliğe sahip çıkmakla, dünyanın bin bir türlü halini izlemenin cazibesi bir araya geliyor.
Buradan bakarsak bence Ömer’in naif halleri, Nursema’nın değerlerine bağlı ama arzularının da peşinden giden halleri, Fatih’in Doğa’yı severken ailesine olan bağlılığını öne çıkarma halleri… Bunların hepsi biraz kızgınlıkla, biraz beğeniyle, biraz da merakla izleniyor.
Gerçek hayatta Nursema Umut’u, Umut da Nursema’yı sever mi, bu ilişkinin bir geleceği var mı?
Gerçek hayatta herkes herkesi sevebilir sanırım. Bu yeryüzü ne imkânsız aşklar görmüştür. Bu ilişkiyi imkânsız görmemize neden olan toplumsal normları görünür kılarak, bu normları sorgulamamızı sağladığı için bu hikâyeyi seviyorum. Herkes gibi ben de kavuşmalarını istiyorum. Arzunun, normlar karşısında kazanmasını istiyorum.
Kızılcık Şerbeti’nde 28 Şubat sekülerizmini temsil eden Kıvılcım’ın biraz da zorunlu kalarak dindar aileyle yakınlaşmasını, yumuşamasını izliyoruz. Benzer biçimde karşılaşma anları, imkanları arttıkça başta Nursema olmak üzere muhafazakâr kadınların da seküler cenahtakileri daha az ayıpladığını, hoş gördüğünü… Tam olarak ne yaşanıyor sizce, kabullenme mi, tahammül mü, uyum mu?
Tam olarak yaşanan şeyin ismi müzakere. Katı önyargılardan, akışkan bir gündelik hayatın içinde değerlerin müzakere edilişini izliyoruz. Dizide, zaman zaman çok didaktik bir dile varsa da “Annelik nasıl olur? Adil olan nedir? Nesiller arası farklılıklar nasıl sorunlara yol açar?” gibi toplumu ilgilendiren sorulara dair sohbetler izliyoruz. Herkesin öyle veya böyle kendisine benzemeyenle müzakere ederek mevcut kutuplaşmayı aşmaya çalıştığı bir sosyopolitik bağlamda bunu oldukça anlamlı buluyorum. Tabii dizide bu dönüşüm çok hızlı oluyor, gerçek hayatta ise bu karşılaşmalar çok daha sert, yaralayıcı ya da uzaklaştırıcı olabilir. Önemli olan bir yol, bir imkân açması.
Yaşam tarzlarının politik malzeme haline getirilmesi toplumsal kutuplaşmayı kangren haline getirdi. Yine de başı kapalı kadınlar kamusal alanda, sokakta, hayatta varlıklarını sürdürdüler. Nursema da onca baskıya, şiddete, hoşgörüye rağmen ne baş örtüsünden ne de arzularından vazgeçiyor. Nursemalar bu gücü nereden buluyor sizce?
Nursema bu gücü, bizzat kadın olmaktan alıyor. Burada yaşam tarzından öte, kadın olmaya dair çok temel bir ezilme ve baş kaldırma diyalektiği Nursema’da vücut buluyor. Başörtülü ve başı açık, tüm kadınlar olarak bir yandan hakkımızdaki önyargılarla başa çıkmaya, bir yandan da sokakta güvenle var olmaya çalışıyoruz. Nursema değerlerine bağlı, ama kadın olmasından ötürü evde yaşadığı ikiyüzlülüğü gördükçe, arzularına da sahip çıkması gerektiğini ve bu yolda yalnız yürümemek için, başlarda önyargıyla yaklaştığı Doğa ve Alev’e yaklaşması, kadınlarla dayanışması gerektiğini anlıyor. Yine biraz didaktik de olsa, kadın kadının yurdudur alt metnini izlemek benim de çok hoşuma gidiyor.
Dizide evli olduğu adamdan şiddet gören kadını laik hanenin kadınları kolladı, onları bir araya getiren şiddete karşı kadın dayanışması oldu. İnançlı ya da değil, başı açık ya da kapalı, Türkiye’nin kadınları da böylesi kucaklaşma, dayanışma imkanları yaratabildiler mi?
Türkiye’de de kadınlar önyargı ve dayanışma ikilemi arasında kendilerine bir yol arıyorlar. Bu arayışların içinde aktör olmuş ve sorumluluk almış feminist bir kadın olarak Türkiye’nin kadınlarının, dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyaçları olduğunu özellikle İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun tartışmalarında gördüklerini düşünüyorum. Nursema, Alev ve Doğa arasındaki dayanışma, Nursema’nın hayal kırıklığı, Doğa’nın Fatih’e yönelik giderek büyüyen kırgınlığı ve Alev’in kararlı özgürlükçülüğü ile büyüyor.
Çatışma kadınlar cephesinde yaşandı ama buluşma da yine kadınlar arasında gerçekleşiyor. Kızılcık Şerbeti’nde de çatışmanın ve buluşmanın odağında kadınlar var. O sırada her iki cenahın erkekleri ne yapıyor, ne yaptı?
Dizide seküler erkekliği temsil eden bir karakter yok esasen. Muhafazakâr erkek dünyasında ve aile rejimi içinde kadınların nasıl yargılandığını görmek için Fatih, Pembe ve Abdullah’ı izliyoruz. Patriyarkanın tüm normlarının savunucusu Pembe ile, onun aldığı konumla güçlenen baba ve oğlu… Ama bir de Mustafa var. Kabul görmüş erkeklik normları ötesinde mutfağa olan düşkünlüğü ile, Sönmez anne ile arasında bir dostluk köprüsü kuruluyor. Bence dizinin en ilginç yakınlaşması bu oldu.
20 yıllık AKP iktidarı dönemi, kadın hareketinin de en direngen en ısrarlı pratikleri hayata geçirdiği dönem… Bir yandan muhafazakarlaşmanın bir politik silah haline gelmesi kadın hareketini zorlamış olmalı. Diğer yandan da kadın hareketi laik-dindar kutuplaşmasının aşılmasında özgün pratikler hayata geçirdi. İkisi bir arada nasıl gerçekleşti?
20 yıllık AKP iktidarı, kadın hareketinin büyük kazanımlar elde edip, sonra bütün kazanımlarının tehdit edildiği, farklı süreçler içeren bir dönem. Bu süre içerisinde başörtüsü yasaklarından İstanbul Sözleşmesine birçok konu, farklı siyasal aidiyetlerden gelen kadınlar tarafından kadın kamusal alanında tartışıldı. En kalabalık 8 Mart Gece Yürüyüşleri bu yıllarda yapıldı, Gece Yürüyüşünün yasaklanmasına karşı kadınların bir araya gelişi de AKP’nin son yıllarına denk geliyor. Genellikle siyasal kamuoyu araştırmaları yapanlar kadın seçmenin en zor fikri değişen seçmen olduğunu dile getirirler, ancak ben öyle düşünmüyorum. Oy verme davranışını değiştirmek zor olabilir, zira siyaset kadınların beklenti ve çıkarlarına göre kurulmuyor. Ama gündelik hayatın siyasetinde kadınlar birbirlerini görüyorlar. Aradaki suni bariyerler kaldırıldığında Alev ve Nursema gibi birbirlerine destek olabiliyorlar.