Musa Piroğlu… İşçilerin, engellilerin, hak savunucularının kısacası hakkını hukukunu savunan her kim varsa onların yakından tanıdığı sıradışı bir vekil. Polis barikatlarıyla çevrelenmiş eylem alanlarının aranan siması. Tekerlekli sandalyesiyle, nerede direniş varsa oraya koşan bir tür ‘Hızır’.
14 Mayıs’ta yapılacak parlamento seçimleriyle birlikte milletvekilliği görevine veda edecek olan Musa Piroğlu ile 24 Nisan günü, Ermeni Soykırımı anmasına katılmak için geldiği İnsan Hakları Derneği’nde (İHD) buluştuk.
“Ben Meclis’i hep halka hitap kürsüsü olarak gördüm. İktidarı teşhir etmek ve bunu, halka seslenmenin bir aracı haline çevirmek gerekiyordu” diyen Piroğlu, beş yıllık vekillik dönemini şu sözlerle özetledi:
“Nerede devletle, polisle halk karşı karşıya gelse barikatın önüne koştum çünkü orada olmak gerektiğine inanıyorum. Bu dönem böyle geçti; her hak arama eylemi, polis barikatıyla karşılaştı. Dokunulmazların kavgası verildi: Bizim dokunulmazlarımız onların dokunulmazlarına karşı…”
Piroğlu ile milletvekilliği tecrübesini, engellilik meselesinin toplum tarafından nasıl ele alındığını, vekillik ‘mesleği’ne artan rağbetin nedenlerini konuştuk ve taze vekil adaylarına tavsiyelerini sorduk.
Ermeni Soykırımı’nın 108. yılında ölenleri anmak için 24 Nisan’da İHD’nin önünde bir eylem yapılacaktı. Fakat yine beklenen oldu ve eylem polis tarafından engellenince açıklama binanın içine taşındı. Ermeni soykırımı ve yok sayılan diğer günahlar… ‘Yüzleşme, helalleşme’ pek revaçta söylemler ama zorlu meselelerle yüzleşme, geçmişteki suçların mağdurlarıyla helalleşme konusunda gerçekte neredeyiz?
Bu devlet bir ulus devlet olarak kuruldu, birkaç temel hareket noktasıyla yola çıktı. Ermenilerle başlayan, Rumlarla devam eden, Kürtleri ve Alevileri de ötekileştiren, devletin dışına iten bir düşmanlık siyaseti örüldü ve bugüne kadar böyle geldi. Yüzleşme denen şey devletin kendi kuruluş dinamikleriyle hesaplaşmak demek çünkü devlet, ulus yaratma pratiğini kendinden önceki ulusları ve toplulukları yok ederek, ötekileştirip düşmanlaştırarak hayata geçirdi. Kanla, katliamlarla yoğrulmuş bir coğrafya, sonu gelmiyor. Bu hesaplaşma olmadan demokrasinin kurulma ihtimali de yok. 24 Nisan anması yapılacaktı fakat İstanbul’un her yerinde yasaklandı. Bu politik bir mesele ama onun da ötesinde toplumun dokusuyla da ilgili…
Helalleşmekten, restorasyon sürecinden söz ediliyor, şimdi bir demokrasi vaadi de varsa bunun içine dindarları da katmak gerekiyor. Fakat her şeyin zorla kabul ettirildiği bir tarihten geliyoruz; Şapka Kanunu’nu uygulamak için bile 400’e yakın insan idam edildi. Bugün artık yeni bir tarih yazılacaksa yanlışın başladığı yere dönmek lazım. Kuruluş sürecinde yapılan yanlışlarla, tarihin kendisiyle hesaplaşmaya, yüzleşmeye giriştiğinizde bu yanlışları da tekrarlamayacaksınız demektir. Bu da belki gerçek anlamda toplumsal mutabakatın yeniden kurulmasını getirecek.
‘Toplumsal mutabakat’ dediniz…
Vaat edilenin yeni bir toplumsal mutabakat olduğunu görüyorum. Kılıçdaroğlu önce Kürtlere sonra Alevilere dair bir açılıma yöneldi. Son ‘Alevi’ videosu 110 milyona yakın paylaşılmış, bu büyük bir rakam… Kılıçdaroğlu, ‘Afedersiniz Alevi’ söylemini boşa çıkardı böylece. Biz de Ermeni Soykırımı’na dair açıklamalardan dolayı yargılanıyoruz, ben HDP MYK’sındayım. Ama adıyla konuşmaktan da korkuyoruz. Önümüzdeki sürecin demokratikleşmesi, toplumsal mutabakatın yeniden sağlanması için bunu yapmak zorundayız.
HDP Engelli Komisyonu Eş Sözcüsü’sünüz. Vekillik döneminiz boyunca da engelliler adına pek çok çalışma yaptınız. Engellilerin temel haklara erişiminde son beş yılda nasıl bir ilerleme sağlandı? Diğer yandan elimizde resmi veriler yok ama deprem de engellilik oranını olağanüstü derecede artırmış olmalı…
İlk meselemiz, engellilik kavramının nasıl ele alındığı… ‘Sakatlık’, zihinsel veya fiziksel sebeplerle birtakım yetilerin kaybedilmesi durumu, bu bir tıbbi mesele. Ama engellilik, bu yeti kaybının bizim toplumsal yaşama katılmamıza mani olması durumu… Yani ‘engellilik’ toplumsal bir mesele… Biri kişisel bir durum diğeri toplumsal…
Üniversitenin ikinci sınıfını bitirmiştim, inşaattan düştüm, inşaat işçisiydim. Benim bazı şanslarım vardı, üniversite evden yayan gidip gelebildiğim bir yerdeydi. Sandalye arayışına girdik, SSK’nın bu sandalyeyi vermesinin iki yıl süreceği anlaşıldı, ablam vakıflardan filan bir yerden sandalye buldu ben böylece okula gidip gelmeye başladım. Böylece ben hayatın içine girdim, öğretmen oldum. Ama temel bir erişim sorunumuz var, bir yerden bir yere ulaşmak değil bu, hayatın içine karışmak meselesi. İstihdama, üretime, eğitime, toplumsal hayata, siyasete, her şeye karışma meselesi. Ne yazık ki toplumun kendisi böyle dizayn edilmemiş. Sadece devlet açısından söylemiyorum, diğer cephede muhalefet açısından da aynı sorun var. Sendikalara giremezsiniz mesela, binalarına çıkamazsınız, otobüse binemezsiniz, okula gidemezsiniz. Ben milletvekili olarak bir 1 Mayıs’ta polis saldırısına karşı desteğe gittiğim sendikaya, sandalyem asansöre sığmadığı için giremedim. Bu sendika iş cinayetlerinin, sakat kalma oranının yüksek olduğu sanayi işkolunda örgütlü bir sendikaydı üstelik… Yönetimleri, çalışma tarzları, toplu sözleşmeleri, hiçbirinde engellilere yer yok. Devleti boş verin…
Sakat olduğunuz andan itibaren toplum sizi dışına atıyor. İşte toplumun dışına atıldığınız andan itibaren engellisiniz. Ve bu engellilik durumu -bakın sakatlık demiyorum- tamamen sınıfsal bir mesele. Çünkü ekonomik koşullarınız iyiyse engellilik durumunu aşabilirsiniz.
Benim şansım yaver gitti, evim zemin kattaydı, sandalyem vardı, aile dayanışması güçlüydü, siyasi bir aktördüm ve sağlıklı bir yoldaş çevrem vardı, beni hayatın içinde tuttular. Bu hayatın içinde tutma beni siyasal bir özne haline getirdi, eğitimi tamamlamamı sağladı, kendi imkanlarımla 15 yıl öğretmenlik yapmamı sağladı ve böylece kendimi hiçbir zaman engelli olarak görmedim.
Ama toplum güçlüye göre organize olmuş. Depremdeki o can pazarında, sakat olmayan bireylerin bile canını kurtarma derdine düştüğü yerde engellilere toplumsal ve sosyal bir seleksiyon uygulandı, yok sayıldılar. Bunun da faturası çok ağır oldu çünkü devletin elinde veri yok. Depremin ardından ihtiyaç malzemelerini listeliyoruz, en sonunda bir arkadaş engellilerin de ihtiyaçlarını hatırlattı. O can pazarında ilk gözden çıkarılan engelliler ve yaşlılar oldu.
‘Sakatlık’, zihinsel veya fiziksel sebeplerle birtakım yetilerin kaybedilmesi durumu, bu bir tıbbi mesele. Ama engellilik, bu yeti kaybının bizim toplumsal yaşama katılmamıza mani olması durumu… Yani ‘engellilik’ toplumsal bir mesele…
Tarih öğretmenliği yaptığınızı, sendikalarda ve çeşitli siyasi partilerde çalıştığınızı biliyoruz. İstanbul milletvekili olarak görev yaptığınız dönemde ise sıradışı bir vekil portresi çizdiniz. Bu beş yıl sizin açınızdan nasıl bir deneyimdi?
Şöyle anlatayım: Vekil seçildiğim gün uzatılan mikrofona dedim ki “Sokaktan geldim, sokakta kalmaya devam edeceğim”. Sokaktan gelmek derken eylemin içinden gelmeyi kastetmiyorum sadece, ben işçiyim, yoksul bir ailenin çocuğuyum, evim hala İzmir’de aynı mahallede… Yani hem mücadeleden hem de hayatın içinden çıktım. Öncelikle ben bir sosyalistim, devrimciyim. Uzun yıllar süren öğrenci hareketinden geldim ve orada da sokakta ajitasyon çeken biriydim. Geldiğiniz yer sizin zihninizi, dilinizi, bilincinizi belirler. İçinden çıktığınız yerin sorununu dile getirirsiniz.
Meclis’te ilk konuşmamı 2019’un Ocak ayında yaptım. Niye diyeceksiniz, bizde ortopedik engellilerde ‘oturma yarası’ diye bir sorun oluyor -şu anda o sorunu çözdüm, üç yıldır bende yara açılmıyor; özel bir minder sayesinde, fiyatı şu anda 10 bin lira- seçildiğim ilk aylar Eylül’den Ocak’a kadar bu sebeple yatıyordum. Ocak ayında gittim Meclis’e, Filiz (Kerestecioğlu) geldi yanıma, “Musa bak, iki şey var” dedi. “Bir: Burası Kadıköy değil, bağırma”. “İki” dedi “Sayımız az, kavga çıkartma”. İkisi de oldu.
Yetişme koşullarınız, içinden çıktığınız gelenek reflekslerinizi belirliyor. Ayrıca ben öğretmenim, bilirsiniz öğretmenler yüksek sesle konuşur. Bazen bana “Bağırma” diyorlar, bağırmıyorum, hakikaten bağırmıyorum, sesim yükseliyor sadece. Üçüncüsü, ben öfkeleniyorum. İnsan yaşadığı şeyi anlatırken hisseder. Onu tekrar yaşar, o sırada da kızıyorsunuz, öfkeleniyorsunuz.
Geçen bir arkadaş şöyle özetledi: Dokunulmazlık meselesinin bu kadar halkın yararına ama devletin zararına kullanıldığı başka bir örnek yoktur herhalde. Nerede devletle, polisle halk karşı karşıya gelse barikatın önüne koştum çünkü orada olmak gerektiğine inanıyorum. Bu dönem böyle geçti; her hak arama eylemi polis barikatıyla karşılaştı. Dokunulmazların kavgası veriliyor: Bizim dokunulmazlarımız onların dokunulmazlarına karşı. Onların dokunulmazları polis, bizim dokunulmazlarımız da vekiller… O yüzden de engel olamayınca en sonunda beni abluka altına almaya başladılar. Polis, “Ben devletim” diye bana bağırıyor, iki saat abluka içinde kaldığımı biliyorum. Bir milletvekilinin hareket özgürlüğünü kısıtlamak bir suç, siyasi bir suç! Bana yapılan şu: Eylem başlamadan ablukaya alıyorlar, eylem bitiyor, polis ondan sonra çekiliyor. Bu bir çeşit fiili gözaltı!
Diğer yandan onların sesinin kısılmaya çalışıldığı yerde o sesi duyurmanız gerekiyor. Siz gözlemci değilsiniz, onların konuşmasına izin verilmiyorsa konuşmayı siz yapacaksınız, bu sizin göreviniz.
Meclis’e gelirsek… Bu konuda ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama ben orayı hep halka hitap kürsüsü olarak gördüm. İktidarı teşhir etmek ve bunu, halka seslenmenin bir aracı haline çevirmek… Muhalefet ve mücadele sokaktan meclise kaydığı, sokak zayıflamaya başladığı andan itibaren insanlar meclisi izlemeye başladılar ve oradaki ses ağırlık kazanmaya başladı.
Biz bu beş yılı resmen bir savaş gibi yaşadık Meclis’te. Kürsüye çıkan, ‘terörist, vatan haini, şerefsiz’ diye sövüp sayıyor, biz ağzımızı açtığımızda ‘Meclis tüzüğüne uygun hale gelin’ diye ceza vermeye kalkılıyor. O Meclis’te yaptığınız işin hiçbir değeri yok. O Meclis’ten yasa çıkmadı, yazılmış yasalara eller kalktı. Siz ya o oyuna ortak olacaksınız ya da onu teşhir edeceksiniz. Bizim yaptığımız biraz o rutini bozmak oldu. Yapılması gereken en iyi iş buydu: Bizim için meclis kürsüsü halka hitap kürsüsüdür. Yoksa oradaki AKP’lilere “Arkadaşlar yanlış yapıyorsunuz, şunu şöyle düzeltin” demek beyhude çaba.
Dokunulmazların kavgası veriliyor: Bizim dokunulmazlarımız onların dokunulmazlarına karşı. Onların dokunulmazları polis, bizim dokunulmazlarımız da vekiller…
Bu seçim döneminde pek çok partinin aday adaylığı listeleri hayli şişkindi, son dönemde milletvekilliği epeyce rağbet görüyor, neden sizce?
Bakın ben, lisede de devrimciydim ama devrimciliğin ne olduğunu bilmezdim. 1986’da üniversiteye girdim, 90’dan itibaren de Kurtuluş geleneği içinde devrimcilik yaptım. Milletvekili olana kadar milletvekillerinin isimlerini bilmezdim. Hele gençlik dönemimde, vekil kimdir, ne iş yapar, mecliste ne oluyor diye dönüp bakmazdık. Kavganın içindeydik ve bizim için önde gelen insanlar dernek başkanları, sendika başkanları, öğrenci hareketinin ve mücadelenin önder kadrolarıydı. Sonra sokakta mücadele zayıfladığı andan itibaren millet yüzünü bir anda meclise döndü. Vekiller bir anda önem kazandı. Daha önce de belki başka bir cenah için, sağdan gelen unsurlar için vekillik bir ayrıcalıktı ama bizim için vekillik önemsenen bir şey değildi. Ama şöyle bir şey de oldu: HDP seçilmeyi kolaylaştırdı.
Ve bu işin acayip havası olmaya başladı. Size bir şey anlatayım: Milletvekili oldum, bir hafta sonra çay içiyoruz bir yerde, bir arkadaşa bir şey anlatıyorum, baktım dikkatli dikkatli beni dinliyor, ben o arkadaşa daha önce aynı şeyi iki ay anlatmaya çalışmıştım, beni dinlememişti. “N’oldu” dedim, “Buraya (omzunu gösteriyor) bir şey takınca ben bir şey mi oldum, iki aydır sana bunu anlatıyordum, dinlemiyordun”.
Dediğim gibi, seçilme kolaylaştı, bir de kariyer haline geldi. Tanık olduğum insanlar var, kendi branşında gelebileceği her yere gelmiş, mesleğinde bayağı da iyi, şimdi vekil olmak istiyor.
Mücadele geriledikçe temsiliyet daha ağır basmaya, sokak zayıfladıkça siyasallaşmanın alanı meclis olmaya ve insanlar siyaset yapmayı bir ‘iş’ olarak görmeye başladı. İyi bir geliri de olan ayrıcalıklı bir profesyonelleşme alanı gibi… ‘Siyasetçi’ diye bir isim çıktı ortaya mesela, bunun yarattığı bir yıkım var.
Mücadele geriledikçe temsiliyet daha ağır basmaya, sokak zayıfladıkça siyasallaşmanın alanı meclis olmaya ve insanlar siyaset yapmayı bir ‘iş’ olarak görmeye başladı.
14 Mayıs’tan sonra yeni bir Meclis oluşacak, ilk kez vekillik görevini icra edeceklerin sayısı da çok. Deneyimli bir ‘meslek’ erbabı olarak taze vekil adaylarına ne tavsiye edersiniz?
Meclis şu dönem nasıl olacak bilmiyorum, eğer AKP kaybederse kanun yapan, anayasa yapan biraz daha değişik bir Meclis olabilir. Fakat sokaktan, toplumun içinden koptukları andan itibaren kendilerini seçenleri temsil etme kabiliyetini yitirirler. İnsanın düşüncesini yaşamı belirler. Siz o yaşamın içinden çıktığınızda başka bir hayatın içine girersiniz.
Benim bile Meclis’e gidip de uzun süre kaldığımda tek düşüncem ‘bir an önce çıkmam gerekir’, oluyor. Yunanistan’a arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim bir kezinde, Yunan parlamentosunun önündeydik, baktım vekiller törensiz, selamsız filan girip çıkıyor. Espri yaptım, dedim “Böyle vekillik mi olur, kapıda ‘Vekilim hoş geldiiin’ diyen yok, hiçbir ayrıcalığın yok”. Bizde vekilseniz kapılar açılır, işinizi kolayca yaptırırsınız. Şöyle bir örnek vereyim: Pandemi döneminde İzmir’deki evimin su sorunu vardı, İZSU’ya gittim, dediler ki “Randevun var mı?” Engelli olduğumu söyledim, girersin-giremezsin diye tartışma sürerken yanımdaki arkadaşım benim vekil olduğumu söyledi. Kızdım ama neyse içeri girdim, tam işimi yapıyorum, güvenlikçi arkadaş yanıma geldi pişman, “Kusura bakmayın vekilim ben tanıyamadım sizi, bir de sizin gibi vekil de ilk defa gördüm” diyor. Ben vatandaşım, engelliyim ve bu hakkım var ama ‘vekilim’ dedin mi kapılar açılıyor.
Toplumsal mücadeleyi sahipsiz bırakmamak gerekiyor. Cumartesi Anneleri’nin eylemine gelmiyorsanız kayıpları Meclis’te anlatamazsınız, hasta tutsakların annelerinin yanına gelmiyorsanız hapishanelerin sorunlarını Meclis’te anlatamazsınız, işçilerin eylemine gitmiyorsanız işçilerin içinde bulunduğu kölece çalışma koşullarının farkına varmazsınız. Sizin ne anlattığınız kadar dinleyenin ne anladığı da önemli. Eğer mücadele alanlarına giderseniz insanların çelişkisini görür ve o dille anlatırsınız, o vakit karşılık bulursunuz. Yani Meclis kürsüsünü halka hitap kürsüsü olarak ve dokunulmazlığın gücünü halkın yararına kullanmak gerekiyor.
Bundan sonraki planınız ne?
Aynı yerdeyim. Vekillikten önce de sokaktaydım, mücadelenin içindeydim, şimdi de aynı yerde devam edeceğim. Belki bir farkla, polisle karşı karşıya gelirsek eğer, artık dokunulmazlık olmayacak.
Musa Piroğlu kimdir?
27. Dönem Milletvekili Genel Seçiminde Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) İstanbul 1. Bölge, 2. sıradan milletvekili seçildi. 1968 yılında Kırşehir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi’ni bitiren Musa Piroğlu, 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’ne girdi. 1988 yılında okurken çalıştığı inşaattan düşerek iş kazası geçirdi, omurilik zedelenmesi tanısı konulan Piroğlu, o günden beri tekerlekli sandalye kullanmaktadır. Üniversiteden sonra 15 yıl tarih öğretmenliği yaptı, bu sürede Eğitim-Sen’de yer aldı. Musa Piroğlu, sırasıyla Birleşik Sosyalist Parti (BSP), Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve ÖDP’den Kürt sorunu nedeniyle ayrışan Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) kurucuları arasında yer aldı. Daha sonra SDP’nin Türkiye Gerçeği ile birleşmesi sonucu kurulan Birleşik Devrimci Parti’de yöneticilik yaptı. HDP’de Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu’nda yer aldı. HDP Engelli Komisyonu sözcülüğü görevinde bulundu. |