Ana SayfaDünyaSon isyanlar: Moleküler devrimci dalga

Son isyanlar: Moleküler devrimci dalga

HABER MERKEZİ – Şili’den Lübnan’a, Hong Kong’dan Irak’a birçok ülkede isyan var. Kimi ülkelerde iktidarlar geri adım atmış olsa da eylemler sürüyor. Peki, kimler, niçin isyan ediyor? Ortak noktaları var mı? Yeni bir küresel eylem dalgasıyla mı karşı karşıyayız? Bu yeni isyan dalgasını, Fransa’da Paris 8 Üniversitesi’nde davetli öğretim üyesi olarak görev yapan Engin Sustam’a sorduk. Şubat ayında konuyla yakından ilgili “Kırılgan Sapmalar: Sokak Mukavemetlerinden Yeni Başkaldırılara” adlı kitabı da çıkacak olan Sustam’a göre bugünkü eylem repertuarları eski liberal anlatılara karşı yapılanlara pek benzemiyor. Sustam, “Yeni dalga yeni bir isyanı haber veriyor ve diğerinden farklılaşıyor” diyor ve yaşananları ‘bütünleşmiş dünya kapitalizmine karşı, moleküler devrimci dalga’ olarak tarif ediyor. Sözü ona bırakıyoruz.


Söyleşi: Ümit Tanışır


Hong Kong’ta aylardır eylemler sürüyor, daha sonra Endonezya’dan Irak’a, Şili’den Katalonya’ya birçok ülkede isyanlar çıktı. Bu yeni bir küresel eylem dalgası mı? 2010’lu yılların başındaki isyanlarla 10 yıl sonra bugün yaşananlar arasında bir koşutluk var mı, bir devam olarak görebilir miyiz? Eğer öyleyse bu uzun “ara”yı nasıl yorumlamak gerekir?

Sanırım şöyle demek gerekiyor, bu birikme sonucu oluşan, uzum erimli bir zamanın kaynağından gelen ve hatta coğrafya bilgisinde çok kullanılan karstik sular gibi, dağın altından bir şekilde aralık bulup yeryüzüne akan nehirler misali çoğala çoğala oluşan bir isyan dalgası. Yani bir yandan 1990’larda Sovyetlerin yıkılması sonucu ortaya çıkan küresel isyanın hem devamlılığı hem de devamsızlığı diyebiliriz.

Devamlılığı, çünkü aslında adaletsizlik, gelir eşitsizliği, emeğin sömürülmesi, küresel kapitalizmin ve ulusaşırı sermayenin ya da şirketlerin saldırganlığında değişen pek bir şey yok. Yani küresel kapitalizm ulus devletlerin yani sertliğin aynası olan yeni Leviathan’ların despotluğuyla her şeye, doğaya, yaşama, emeğe, umuda saldırıyor.  Maurizzio Lazzarato’nun da vurguladığı gibi borçlandırma ekonomisi ve toplumsallığı üzerinden gelişen borçlandırılmış insanın hayatı etrafında bu kapitalist hırçınlığı, şiddeti, ırkçılığı ve otoriter rejimleri ortaya çıkarırken bugünkü savaş rejimlerinin de küresel boyutta iktidar olmasını sağlamıştır.

Engin Sustam

Aynı zamanda kesinlikle devamsızlığı, çünkü bugünkü eylem repertuarları eski liberal anlatılara karşı yapılanlara pek benzemiyor.

Konjonktürel olarak 1990’ların toplumsal hareketleri ve hatta 2000’lerin başlarındaki Küreselleşme karşıtı kalkışmayla da kendini farklı kılan bir dinamiğe, çeşitliliğe sahip. Örneğin en basitinden 1990 sonrası kalkışma dinamikleri daha çok solun eleştirel dalgasını içeren Post-Sovyetik eğilimdeki ama en çok da soğuk savaş döneminde unutulan doğaya, cinsiyet eşitsizliklerine, ekolojiye, kadın hareketinin kamusal alandaki özgürleşme eğilimlerini daha çok barındırmaktaydı.

Guattari ve Negri buna yeni özgürleşme alanları diyeceklerdi daha öncesinden, 1984’te yazdıkları o ortak ufak kitaplarında. 1990’larda sol, kriz halindeydi ve Sovyetlerle hesaplaşmaktaydı, oysa bugün bir hesaplaşma değil kapitalizm karşısında ses çoğaltan, daha çok kentin alanlarını kullanan bir dalgayla karşı karşıyayız.

Daha öncesinde demiştim, bu yeni gelecek olan dalga bundan öncekilerden farklı olarak yeni dünyanın içine eğilen yeni insanı, o yeni devrimci özneyi işaret edecek. Ve ayrıca bildiğiniz üzere bugün daha çok prekerlerin, risk altında olan herhangi bir azınlığın, emek sömürüsü içinde kalan yeni proleterlerin durumu yani güvencesizliğin en inanılmaz durumu bu şehirli kalkışmalarını görünür kılıyor.

Ama mesele sadece şehir kalkışmaları olarak okunmamalı. Örneğin Fransa’da uzun zaman önce başlayan, ekolojik direnişin alanı olan ZAD (Savunulacak alan), kırsal alanda başlamasına rağmen dünyanın birçok noktasına yansıdı. Lakin küresel kapitalizmin şehir alanlarını da daha çok gasp ettiğini, yerinden etme ve nüfus planlamasıyla şehri dizayn ettiğini göz önüne alırsak ve büyük bir göçmen dalgasının, sınıf dinamiğinin şehrin içinde olduğunu dikkate alırsak, bugün kentin meydanları, açık alanları bu isyanların en önemli buluşma noktaları ve farklı heterojen yapılanmaları, akışkanlıkları yan yana görebilme yerleri olarak öne çıkıyor. Ama elbette ki her yeni dalga yeni bir isyanı haber veriyor ve diğerinden farklılaşıyor.

Peki, neden bu dalga neredeyse bütün Hong Kong’u, Latin Amerika’yı, Ortadoğu’yu yeniden sardı?

Çünkü aslında eylemin verilerine baktığımızda dönemin on yıl önceki krizin izlerini taşıdığını görüyoruz.

Santiago’da bir eylemci “Neoliberalizm Şili’de başladı burada bitecek” diye bir pankart taşımaktaydı. Velhasıl esamesi okunmayanların, kenara atılanların, prekerlerin, fakirlerin, azınlıkların ve sistemden, iktidarlardan, yolsuzluklardan rahatsız olanların yanyana geldiği bir başkaldırı biçimiyle şu an karşı karşıyayız.

Bu durum sadece Şili diktatörlüğünden kalan mirasa karşı Victor Jara’ların sesini yükselttiği bir durum değil, aynı zamanda Latin Amerika’da  “sosyal adalet” kavramının nasıl sadece bir maske olduğu, aslında fakirliğin, toplumsal ve politik adaletsizliğin gün be gün daha da ezici yoğunlukta hayatlarımıza müdahale edecek görünürlüğe vardığını da söylüyor. Dolayısıyla önümüzde eylem repertuarları, protesto biçimleri farklı da olsa biriken, yeni sınıfsal kalkışmanın deneyimi ve onun daha da radikalleşen pratiğinden bahsetmekte fayda var.

Ben Rojava, Santiago, Hong Kong, Bağdat ve Beyrut’u Gezi’den ya da Gece Ayakta eylemlerinden farklı okumuyorum lakin diğer yandan her eylem dalgasının kendi dilinin olduğunu belirlemekte fayda var.

Yani demek istediğim, örneğin Rojava’da silahlı direniş ve demokratik konfedaralizm fikri ne kadar küresel bir kalkışmanın diliyse (ki bugün dünya nezdinde buna inanılmaz boyutta şahidiz), Santiago’nun, Hong Kong’un, Beyrut’un eylem defteri de o kadar herkesi ilgilendiriyor.

Rojava kolonyalizme, savaşa ve şiddete karşı bir direniş biçimi olarak dünyada ezilen halkların ve solun hafıza alanı oldu. Sanırım Katalonya’daki direnişteydi, duvara yazılan şu slogan biraz da gelmekte olanın habercisi değil mi? Pembe kalp içinde siyah fontlarla yazılan duvar yazısı şuydu: “Katalonya, Hong Kong, Kürdistan ve Ekvator, isyan devam ediyor”. Ya da Şili’de başka bir duvar yazısı: “Biz, yurttaşlar değiliz, proleterleriz!”

Sanırım burada sosyal bilimler içindeki 1990 sonrası bütün o liberal sol okumalara da cevap veriliyor, yurttaşlık değil, proleterler yani çokluklar. Negri de Guattari de Lazzarato da bundan farklı kitaplarında farklı dönemlerde bahsetmişlerdi.

Şili: “Biz proleteriz, vatandaş değil!”

Eylemlerin ortak noktası var mı? Eğer varsa bundan bahsedebilir misiniz? Ve eğer yoksa bu eylemleri kategorize etme şansımız olabilir mi ya da paralelliklere değinebilir misiniz? Eylemlerin özneleri kimler? Salt sınıfsal kodlarla anlaşılabilecek nitelikte eylemler mi?

Yani yukarıdaki sorunuza ek yapabilirim, keza bu soruda devam ediyor. Her ülkenin, kıtanın kendi özel sorunları olsa da elbette ortak şeyler, noktalar var.

Beyrut’taki eylemle Santiago’daki eylem arasında ne kadar coğrafi kültürel uzaklık varsa da o kadar eylem yakınlığı var demekte fayda var. Örneğin eylemlerin adaletsizliğe, işsizliğe, zamma, yolsuzluğa, şiddete, baskıya, inkâra, prekerliğe, güvencesizliğe karşı olması sadece yetmiyor, tam da küresel bir otoriterlik döneminde bu isyan yeni bir şeyler söylüyor, yeni şeylerin zaten hala eski dönemde de devam eden olduğuna da vurgu yapıyor.

Yani hatırlayınız, “Neoliberalizm Şili’de başladı burada bitecek”. Mesele şu ki, kapitalizm her krize girdiğinde, görünen o ki, kendini yok etmiyor, hayır, tersine faşizmi ya da çatışmayı, savaşı her alanda yeniden üreterek başka bir biyopolitik yönetimsellik kurmaya çalışıyor.

Ama diğer yandan Küreselleşme karşıtı eylemleri hatırlayalım. Bütün 1990’lar sonu 2000’ler başı, işte bu yeni eylem dalgasında da küreselleşmenin kapitalizm ve ulus aşırı şirketler nezdinde oluşan zararlı etkilerini gösteren eylemciler yerel alandan daha çok global bir etkiden bahsediyorlar, şimdi bir kentten başka alanlardaki başka kent alanlarına sıçrayan bu protesto ve kalkışmanın sloganları bile ortak bir hafızaya, isteme işaret ediyor.  İktidarlardan, baskıdan rahatsızlık: Indignados! Yeter artık! Êdî Bese! Ras-le-bol!

Bu başkaldırı dinamiklerinin belki de tek ortak noktası 2008’deki krizle su yüzüne çıkan, vasatlıklar rejiminden, faşizmden, ırkçılıktan, ekonomik krizden, toplumsal travmadan yorulan toplulukların bir şekilde dayanışarak, ortaklaşarak hareket etmesidir.

Ama elbette belirtmekte fayda var, eylem repertuarı içinde farklı toplumsal aktörler, durumlar da var. Yani bir yandan eşitsizliğe karşı başlayan eylem dalgasında, Peru’nun, Latin Amerika’nın bütününün ya da Şili’nin gettoları, ve yerli toprak halkı Mapuche’ler, şehrin çeşitli bölgelerinden gelen protestocular, Şili’nin başkentinde tarihinin en büyük ve en uzun süren bayağı çatışmaları sokak savaş sahnelerine şahit olan direnişini örgütlediler.

Örneğin eylemciler, meydanlarda 1973’te gerçekleşen Şili darbesinin sembolü Salvador Allende döneminin önemli aktörü müzisyen Víctor Lidio Jara Martínez’in parçasını ya da Inti İllimani gibi dünya solu tarafından ezbere bilinen müzik grubunun 1973 yapımlı o görkemli “El pueblo unido, jamás será vencido” (Birleşen halk yenilmez) ya da “Venceremos” adlı eski parçaları söylüyor.

Cezayir’deki eylemlerden

Eylemleri kategorize etmekten çok belki de şunu söylemekte fayda var, bu eylemlerin bir hafızası da var ve her şey birdenbire olmadı. Eylem repertuarı kesinlikle farklı da olsa, bu aşağıdan çoğalarak gelen hoşnutsuzların hafızasını barındırıyor. Bu hafıza aynı şekilde unutmayan ama gelecekteki isyanı da bir şekilde kollayan, şiddete rağmen yeni siyasetin, toplumsallığın dilini kollayan bir durum. Ben buna dip proleterlerin başkaldırısı diyorum yeni kitabımda. Çünkü kategorikleştirmenin dışında olan bir durumdan, olacak olandan konuşmakta fayda var.

Her çağın kendi siyasal kodları ve o çağın siyasal okumasını güçlü kılacak belirli toplumsal dalgalanmalara dair alet ve edevat kutusu vardır. Mesela 20. yüzyılı belirleyen en önemli durum, 19. yüzyıldan devralınan sınıf hareketi okumaları, sınıf iktidarı ve toplumsal hareketler olarak belirlenen kritikler ve hatta bu kritikleri etkileyen Marksizm okumalarının gelmesiydi. Oysa, post-fordist dönem mi dersiniz post-endüstriyel mi dersiniz ama bu analizin nereden kurulduğuna bağlı, yani kaldırım taşları altında görünen plajlara işaret eden bir dalgadan bahsediyoruz.

2005’teki CPE eylemlerinden Sarı Yeleklilere kadar (burada biraz farklı baksam da) küresel krize karşı küresel alanda ve aynı zaman aralığına yerleşmiş başkaldırı biçimlerinin içinde olduğu siyasal değişimin segmanlarını ve matrislerini görmekte fayda var.

Bunlar sadece popülist olarak okunamaz, ama aynı şekilde birçok kişinin kavram kutusunun yetersizliğine de işaret eden bir kalkışmadan bahsediyoruz. Ondan başından beri ben bütün farklı durumlara rağmen Rojava, Brezilya, Mapuche yerlileri, Hong Kong, Beyrut, Bağdat, Paris, Peru sokaklarını beraber okumak gerektiğine işaret ettim. Çünkü tam da sizin sorduğunuz gibi bu bir küresel hoşnutsuzluk, yeter artık diyen kitlelerin müşterek isyanı.

Elbette ki bu isyanları idealize etmeden, o isyanın görkemini iyi okumak önemli. Aslında belki de şunu söylemekte fayda var: 1968 dönemini 20. yüzyılın başı işçi sınıfı pratiklerinden, okumalarından ayıran en önemli durum, kodlar neydiyse (şiddet karşıtlığı, anti-militarizm, adaletsizlik, eşitsizlik, ekoloji, savaş karşıtlığı, toplumsal cinsiyet, bedenin özgürleşmesi, ezilen halkların tarih sahnesine çıkması vs gibi) sanırım bu dönemde etkinleşen küresel isyanın siyasal farklılığı da geleneksel toplumsal hareket okumalarından ayrı durduğuna işaret ediyor.

Irak’taki protestolardan

Yani sadece toplumsal hareket okumaları değişmiyor, bizde var olan ve sosyal bilimlerde tezahür eden okumaların da değişmesi gerektiğini biraz da tespit ediyor. Bu şey altkültürel okumalardan, aktör bazlı analizlerden başka bir noktaya da vardığımızı söylüyor.

Ama elbette unutmamak gerek, biriken bu isyan hafızasının yarattığı dalgayı. Mesela 2010 sadece Arap Baharı değildi, aynı zamanda Yunanistan, İspanya Podemos, Wall Street’i, Türkiye HDP, Suriye Rojava’ydi. Zaten bu ortak mücadele alanında sanırım bulaşıcı bir hastalık gibi demekte fayda var, isyanın bulaşıcı olan bir olaysallığı var.  Özellikle 80’lerden bu yana neoliberal paradigmanın yaşadığı sürekli krizler ve bu krizin içinden çözümden çıkmaya çalışan kapitalizmi düşünce, bugünkü toplumların neden sürekli isyana yöneldiğini görebiliriz.

Bütün bu hareketler unutulmamalı ki, ya adaletsizliği kınamakta, ya demokrasi sorununu, ya da bir azınlığın nüfusun, Kürtler gibi özgürleşme eğilimini ya da prekerya, yoksulluk, güvencesizlik dolayımında seyreden kriz toplumunun hoşnutsuzluğundan bahsediyorlar. Hoşnutsuzluk ve elbette yeter demeye varan toplumsal ve ekonomik bunalım, siyasal ve toplumsal patoloji hali politik iddianın yani bir ütopik devrim önersinin dışında bugünkü toplumlarda belki de kalkışmaların en önemli nedenlerin başında gelir.

Gezi’yi hatırlayın yolsuzluk dosyalarının ve hoşnutsuzluğun içine dahil olmuştu. Yani bu hoşnutsuzluğun sarsıldığı ülkelerin çoğuna bakınca, görünen yeni bir unsur olmasa da kapitalist çağa yansıyan bir durum olarak ortaya çıkıyor: yolsuzluk, eşitsizlik, adaletsizlik ve aşağıdan gelmesi gereken radikal demokrasi sorunu. Sonuçta bugün bütün ara organlar (partiler, sendikalar) artık güvenilir değil,  sistem içi bütün kurumlar şirketlere ya da hükümetlere çalışıyor,  toplum ve kurumlar arasında müthiş tehlikeli olabilecek direk olan bir uçurum, demokratik olmayan bir yapılaşma var ve bu işte eylemin repertuarını tetikleyen bu çatışmayı görünür kılıyor.

Bu yeni isyan dalgasının içinde elbette bazı ulusal semboller de etkileyici oluyor, örneğin ideolojik belirli duruşlardan uzaklaşmak isteyen sıradan orta halli hatta bazen apolitik olabilen (lümpen proletarya diyebiliriz belki de) kuşakların, sınıfların daha etkin olduğunu, ellerinde bayrak vb o ülkenin sembolleri de taşıdıklarını ve hatta sağ hareketlerin de büyük yoğunlukla sahaya indiğine şahidiz. Örneğin Sarı Yelekliler böyle bir eylemdi ya da Gezi’nin milliyetçi, seküler ve Kemalist dalgası bu duruma yakindi.

İklim yürüyüşlerini bile örnek aldığımızda, tüketim toplumunun sonuna geldiğimizi, isyanın uluslararası seferberliğinde bu vurgunun da çok öne çıktığına, bütün son dönem ayaklanmalarla bu ortak yönün özellikleri çok güçlü diyebiliriz.

“Joker” filminden bir kare

Bir şekilde bu meydan mukavemetleri şiddet içermeyen sivil itaatsizliğe eğilimli dinamikleri ortaya çıkarıyor. Mesela “V for Vendetta” yerine “Joker” filmi öne çıkıyor, eski semboller yerine yeni semboller meydan mukavemetlerinin işaretleri, öznelliği olabiliyor. Şiddet sadece devlet ve onun aygıtları tarafından ayaklanan kitlelere karşı uygulanan bir yöntem olarak kalıyor. Yeni isyan dalgasından oluşan coğrafyalar şunlar: Haiti, Şili, Bağdat, Beyrut, Libya yeniden, Uruguay, Rojava, Peru, Sudan, Hong Kong, vs.

Dünya genelinde parlamentoların işlevsizleştirilmesi, sağcı ve otoriter figürlerin iktidar olması durumu bir eğilim haline gelmiş durumda. Devam eden eylemlerin modern idari devletin krizinin de bir ifadesi olduğu söylenebilir mi?

Yine yukarıdaki cevabıma devam olarak söyleyebilirim ki, ulus-devletler zaten pek uzun süredir krizdeydi, idari yapıların krizde olduğunu otoriter yapısıyla biz sanırım en iyi Türkiye’den biliyoruz. Bugün parlamentolar,  ulusal meclisler ya da adı demokrasi olarak konulmuş yapılar baştan aşağı toplumun dizayn edildiği kontrol altına alındığı bir durum içinde “temsil” krizi yasamaktalar.

Temsiliyetin başından sorunlu bir kavram olduğunu, başkası adına seçilen aktörlerin nasıl yolsuzluk yaptığını, konforlarından ödün vermediğini zaten bilmekteyiz. Bu yüzden, modern ya da çağdaş hiç bir idari yapı şu an halkın, proleterlerin ya da çoklukların buluştuğu alan değil. Meclisler sadece bir “sorunu” sistem içi tedavi alanı yapmak için kullanılan yerler. Oysa Negri ve Hardt son kitapları “Meclis” de başka bir şeyden bahsediyorlar, tam da bu krizde, temsiller yerine demokratik konfederal yapılar, Rojava’da alternatif sistem sunmuyor mu? Bir a fortiori şef figürünü reddeden meclislerin ortaya çıkması gibi.

Farklı dinamikleri müşterekleri, ezilenleri, prekerleri, fakirleri, proleterleri “temsil” eden iktidar değil tam da onların olduğu, konuştuğu temsil edilmediğini hissettiği meclislere ihtiyaç var, ondan insanlar eylem alanlarında meclisler kuruyorlar. Bunlar karşı-meclisler, karşı-iktidar aygıtları. Bunu biraz açmakta fayda var.

Şimdi şu an içinde olduğumuz dünya aslında otoriter meclislerin olduğu devletleri, ulus yapılarını sömürgecileri ifade ediyor. Bu otoriter sürüklenmeler, gerçekten pek farklı olmayan ekonomik, politik ve toplumsal mirası kucaklıyor. Yani temsiller üzerinden yürüyen Çin örneğini (klasik parti ideolojisi ve otoriterliği ve devlet kapitalizmi), Türkiye örneğinden ayıran yerel kodların dışında pek fark yok.

Yani iki otoriter yapının emperyal arzuları var. İkisi de ayni zamanda hem şimdiyi hem de 20.yüzyılı temsil ediyorlar.  Geleneksel otoriterliğin bir dönüşünü değil ama bahsettiğimiz, küreselleşmenin içine yerleşen tam da iste Negri ve Hardt’ın inatla dört kitaplarında da ısrarla bahsettikleri bir şey bu küresel alanda “imparatorluk”.

Ne diyorlardı? İktidara dair en genel tabiriyle bu seri kitaplarında biyopolitika, sosyal yaşamı içten düzenleyen, takip eden, yorumlayan, absorbe eden bir güç şekli olarak yeni küresel alanda ya da daha Deleuze ve Guattari terimleriyle, “yersizyurtsuz” çağda yeni bir gücün en yüksek işlevini yerine getiriyor ve yaşamı baştan başa ele geçirmek ve birincil görevi yaşamı yönetmek olan bu makinasal algı, aygıt aslında denetimi tam da hem yerliyurtlulaştırarak hem de yersizyurtsuzlaştırarak yaygınlaştırıyor.

Yani hem ekonomik hırs ve şirketler üzerinden ilerleyen yapı, hem de ulus-devlet mekanizmasının jandarma olduğu yapı, bir istikrarsızlar modeli yaratıyor. Ama burada şirketlerin artık yerel alandan çıkıp global alana yayılmasıyla üretim süreçlerinin, üretim modlarının, dolaşım modlarının yeniden yapılandırılırken ya da bazen homojenleştirilirken, burada kesinlikle bir sosyal kontrol modlarına ihtiyacı var, sistemin dipten gelen dalganın absorbe edileceği çatışma alanlarına da ihtiyacı var.

Yani bir yandan hem kontrol ederek sistem besleniyor, ama diğer yandan elinden geldiğince her başkaldırıyı da sistemin içine çekmeye çalışıyor. Bunu artik sistem içinde parlamenter partilerle, sendikalarla, grevle yapamıyor, bu ise sanırım tıkanma noktası olmalı ki kontrol edemediği alanlarda isyan tam bahsettiğim o dağ altı suları gibi patlıyor, fışkırıyor. Ama elbette bunu da kontrol etmek icin gerektiğinde şiddete ve sert despotizme ihtiyacı var. Fransa, Türkiye, Irak, Şili, Peru vs. örnekleri devletin şiddet mekanizmalarını görmek açısından önemli laboratuvarlar. Burayı genişletmek isterdim keza bence her isyan ayni zamanda sistemi yıkmaya ya da değiştirmeye yönelik değil, örneğin Sarı Yelekliler’in eylemi. Belki de daha iyi bir analiz için beklemekte fayda var.

Diğer yandan eklersem, kapitalizmin ulus aşırı bir küresel yapısı, lojistik desteğiyle bütün bir yerdeki kriz anında küresel kriz nasıl oluyorsa, işte idari yapılardaki otoriter bakış açılarının artısıyla isyan da o şekilde küresel bir açıklıkta ilerliyor. Dünya ekolojik krizin tam ortasında, yanan ormanlar, yıkılan ovalar, gentrifikasyonlar, barajlar, HES’ler, nükleer atik ve santraller, bir eko-faşizmden bahsetmiyorum ama şirketler ve devletler, bu küresel kapitalizm dünyayı bir çöplüğe çevirirken, yoksulluğu, eşitsizliği, toplumsal adaletsizliği de devasa boyutta artık görünür kıldı.

Şili’deki eylemlerden

Bakın bunu artık eski sol literatür ya da eski eylem dalgası, reçetesi ya da ideolojik partisi kucaklayamaz. Keza kapitalizm de eski kapitalizm değil ve hatta daha kaotik daha devasa yıpratıcı bir kapitalizmle yakin zamanda karşı karşıya kalacağız demeliyim. Çünkü sermaye, malların dolaşımı ve birikimi ile ilgili basit bir ekonomik kategoriden çok daha fazlası artık. Yeni bir devrimci özne doğuyor,  ve bu devrimci özne kapitalizmin yeniden düzenlediği bu ulusaşırı despotluğa karşı ulusal olandan, soldan, işçi sınıfından hiç bahsetmiyor, tamamen enternasyonalizm söyleminin ötesine geçmemizi sağlayan bir mesele bu.

Yani kapitalizm, post-sovyetik dönemde, küreselleşme ile şirketler sayesinde (komploculuğa düşmeden) yeni bir yönetimsellik kurarak toplumun hangi boyutlarda denetim altına alınması gerektiğini icat etti. Şu an da tam da, işte sokakta oluşan meclisler, müşterek isyancılar bunlarla baş etmenin yolunu arıyor. Guattari buna, büyük idealleri olmayan, iktidarı arzulamayan, sokaga yansıyan gündelik hayatı hedef alan yani değiştiren, gelecekten konuşan toplumsal ayaklanmaların kesinlikle kesiştiği çok sayıda ayrılmaz bir anlıktan buluşan, yeni bir devrimci bakıştan bahsederek, moleküler devrim diyecekti. Belki de bu isyanlar tam da bu devrimci dalgayı işaret ediyor: bütünleşmiş dünya kapitalizmine karşı, moleküler devrimci dalga!

Türkiye’de de ekonomik kriz var, geçmişteki Gezi isyanını da göz önüne alarak bu son dalganın Türkiye’ye yansıması olur mu?  Eylemlerin nereye evrileceği konusunda bir öngörü yapmak mümkün mü?

Gezi bir ekonomik krizin sonucu değildi, Gezi sistemin baskıcı aygıtlarına, toplumsal şiddet aygıtlarına, tahayyülüne, şiddet rejimlerine ve Erdoğanizme karşı bir devrimci dalgaydı. Yapısı itibariyle birçok farklılığı yerelliği, küreselliği, diğer eylemlerle aynı kodlara sahip olan bir kalkışmaydı, sanırım Türkiye’nin son 1968 baharıydı demekte fayda var.

Nasıl ki Gezi deneyiminin içinde olan olaysallık fikri bize başka türlü bir direnme repertuarı öneriyorsa, aynı şekilde gelecekte olabilecek başka bir kalkışma da yine, hem Gezi Direnişi’ne bulaşmış farklı aktörlerin karşılaşması olacak hem de sanırım içinde ait olduğu dönemin ruhundan çalarak eylemlerinde yeni kodlar oluşacaktır.

Gezi bitti, bir isyanın en sivil ve itaatsiz haliydi, ayni tarzda bir kalkışma bir daha olur mu bilemeyiz, ama sanırım eğer başka bir ayaklanma olursa bu şey başka etki ve boyutlarda olacaktır. Bundan önceki isyan dalgası çok uzun zaman önce olmadı, şu an bütün dünya neredeyse bir isyan anlığına giriyor.

2013’teki Gezi Direnişi’nden

Lakin belirtmekte yine de fayda var, Mısır’daki iktidarı deviren Tahrir’deki ortak direnişin ihtivası ne yazık ki darbeci bir geleneğe evrildi, Suriye’de Arap Baharı sonrası bildiğimiz bu yıkıcı savaş oldu, Türkiye’de sistemi yerinden oynatan Gezi Direnişi sonrası bugünkü savaşın ortaya çıkmasına ve otoriter bir rejimin oluşmasına tanıklık ettik, İspanya’daki “öfkelilerin” (indignados) parlamenter sistemi kuşatması bugünkü Katalonya krizini ve yeni Frankist hükümeti görünür kıldı, Brezilya’da hükümete karşı sosyo-ekonomik ayaklanma Bolsonaro faşist rejimini iktidara taşıdı, Amerika’da vasat bir iktidar ağı oluştu bu dönemde.

Dünya neredeyse despotik rejimlerin apolitik şiddet diliyle dönüyor. Sanırım ayaklanmaları iyi okuyan ve onları bir laboratuvar gibi gözlemleyen ve buna göre de önlem alan bir iktidarlar bloguyla karşı karşıyayız. Ayaklanmalar 20. yüzyıl pratiklerine rağmen (sistem karşıtı hareketler ve Wallerstein)  mekâna, sınıfa ya da kimliğe göre değil, artık bulunduğu sosyopolitik ilişkiler ağına göre şekillenebiliyor. Ama şunu eklemekte yine fayda var, bütün bu ayaklanmalar şunu gösteriyor, burada başlı başına “demokrasi, temsiliyet, güç ilişkileri ve yönetim” krizi söz konusu. Çünkü açlık ve fakirlik, toplumsal eşitsizlik sadece sermayenin akti veyahut da gelirin dağılımı üzerinden ele alınabilecek refah devleti ölçütleri olarak durmuyor, aynı şekilde bir demokrasi sorunu olarak da toplumsal alanda yer alıyor.

Keza günümüzdeki kriz başlı başına sosyal güvenlik mekanizmalarından feragat etmiş refah devletinin imkansızlığını ortaya çıkaran, bir rant ve spekülasyon krizi olarak devam etmiyor. Çalışanların, emeği sömürülenlerin, işinden olanların ama her kesimden dinamiklerin borçlandırıldığı, vergi ve spekülasyon üzerinden başka bir dar boğaza sokulduğu bir kapitalizm çağında hükümetlerin tamamen şirketleri kollayan yasalara eğilimli olduklarını görüyoruz. Hükümetler kendi yurttaşlarını bir şekilde bağımlılık ekonomisi üzerinden kendi siyasal gündemlerine kanalize ederken, yoksulluk ve toplumsal kriz ilişkisi başlı başına çok karmaşık bir etkinliğin içinden çıkan durum olarak öne çıkıyor.

Yoksullar daha da güvencesiz hale geliyor, orta sınıf tamamen kaygan zeminde bir sosyolojik veri olarak hoşnutsuzluğunu belli ediyor. Korkunç olanı, yoksulluk normalleşmeye başladıkça yönetimsellik tarafından üretilen hizmet değerleri toplum tarafından edimsel olarak onaylanan bir değere dönüşmekte. Bu politika içinde, neoliberal hat bir şekilde sınıf bilincini yok eden düzenlemelere giderken, yoksulların sorunlarını sadece yoksullarınmış gibi lanse ederek ya da işte borçlandırma hükümleri üzerinden çalışanları bağımlı hale getirerek ortak eylem alanının önüne geçmeye çalışır.

Burada yoksulluk bir demokrasi sorunu olarak görülmez, daha çok ekonomik kalkınma, refah devleti sorunu olarak ele alınır. Yani sistem içeriden sistem içi bir tablo sunmaya çalışır hatta yoksullar icin sivil toplum kuruluşlarını devreye sokar, projeler üretilir ama hiç bir zaman yoksulluk bir sistem sorunu olarak sınıf sorunu olarak islenmez. İşte sanırım gelecekte olacak ayaklanmalar bugünden kotarılan bu alet edevat kutusuyla ilerleyecek gibi.

Yani Turkiye’nin bu haline bakınca müneccim olmayı gerekli kılmayacak bir durum var, sistem krizi ve devletin böyle zamanlarda faşizmi görünür kılan aletleri öne çıkarması, milliyetçilik, ırkçılık ve savaş. Bugünkü ırkçılığın boyutu göçmenleri ve kronik “iç düşman” Kürtlere yönelirken aslında ülkede yoksullugun, işsizligin artışının da görünür olması engellenir.  Ondan “Gezi olur mu”dan daha çok, sanki nasıl başka türlü isyanın içine doğacağız onu kurcalamakta fayda var.

Yeni çıkacak olan “Kırılgan Sapmalar: Sokak Mukavemetlerinden Yeni Başkaldırılara” adlı kitabınız da toplumsal ayaklanmalarla ilgili. Çalışmanız ele aldığımız konu bağlamında neler söylüyor?

Yeni kitabım tam da sanırım bunları daha geniş analiz edecek. Yani yeni bir kalkışma dalgasının içine girerken bunu nasıl okumak gerekirdi. Kitabın sorunsalı aslında son 10 yıllık yazılarımın ve son üç yıldır verdiğim master ve doktora dersim olan “Pedagoji ve Politik: Yeni Özgürleşme Alanları”nın analizlerinin yan yana gelmesinden oluştu. Ama elbette sadece bu değil. Müzakereler, gözlemler, konuşmalar ve bir literatür kurcalaması üzerinden ilerleyerek de oluştu “Kırılgan Sapmalar”.

“Kırılgan Sapmalar” denmesinin nedeni bugün ortaya çıkan bükülmelerin, kıvrılmaların sert ve dikey değil, transversal bir direnişin çizimleri gibi yumuşak şekilde oluştuğunu ve sapmalara sebep olduğunu göstermeye çalışıyor. Tali yollarda insanı dinlemek diyebileceğimiz bu şey ana arter yollardan çıkıp, kendi yoluna akışkan olan bu isyanların defterini, hafızasını ele alıyor, kurcalıyor, sorunsallaştırıyor. Aslında hem şiirsel bir vurgu hem de sanatın da içinde olduğu bir isyan, başkaldırı okuması yapmaya çalışıyor.

Nasıl ki M. Hardt’ın ve A. Negri’nin de üzerinde durduğu yeni bir durum var; işte bu yeni beden anlatısı neyi ifade ediyor? İsyanlar, kalkışmayla, direniş kodlarıyla ve nereden kendini kuruyor bu yeni  emperyal makineye karşı?

Bu emperyal makine artık adı da öyle olan“İmparatorluk” anlayışını ortaya çıkarıyor, Negri bir röportajında Erdoğan, Putin, Bolsonaro ve Trump’tan örnek veriyordu bu imparatorluk içinde. Ben ise buna vasatlar rejimi yani kakitocratie (Kötücül aktörlerin yönetimi) diyorum.  Bu yeni emperyal makine, sınırların olmayacağı bir küresel sahnede gerçekleşiyor. Kaygan zeminde hayat bulacak olan güç, biyopolitik alanın düzenlemesi olan bu şey, yeni kuraldışı makine olarak, sınırlarda duvar örmüyor, sınırları yeniden kurmaya eğilimli, bir nüfus yerinden etme planına uyuyor. Hem biyopolitik hem de nekropolitik bir bütünselikte yan yana hiç de denetim toplumuna yabancı olmayan despotlukları barındırıyor.

Ama işte bu despotik şiddet aygıtları bütün alanları etkileyecek isyancı, direnen, moleküler ve kapsayıcı politik fonksiyonu icat etmiş bulunmaktadır. Bu ise yukarda belirledigim Küresel moleküler yeni devrimci özne, iktidarı arzulamayan proleter yeni özneler, bunlar madun değil, özneler. Yani kendi adlarına konuşabiliyor, kendi üzerine yaşam siyaseti oluşturuyor. Ama aynı şekilde, belki de bugünün neo-liberal ekonomilerdeki dalgalanma ve krizler sonucu artan işsizlik, güvencesizlik, travma, yoksulluk risk toplumunun garantisizlerini çoğaltarak her halükârda geleceğin direniş faktörlerinin hangi alanlardan çıkabileceğini görselleştiriyor. Bu aynı şekilde post-oryantalizm çağındaki hegemonya ilişkilerini tazeleyen yeni sömürgecilik biçimlerini de perçinlerken ona cevaben Rojava gibi dünyalaşan bir alanı ortaya çıkarıyor.

Kitap aslında hem bugünden hem de gelecekte gelecek olandan konuşuyor. Sosyal bilimler alanındaki şu ana kadar toplumsal hareketler okumasının eleştirisini de ekleyen kitap aynı şekilde yeni dönem bu toplumsal kalkışmayı nasıl analiz edebiliriz, onu sorguluyor.




Önceki Haber
Af Örgütü'nden 'operasyon' raporu: “Şikayet edemeyiz”
Sonraki Haber
Suruç Katliamı Davası: Davutoğlu’nun dinlenmesi talebi reddedildi