Ana SayfaEkonomiKırılgan Beşli’de Türkiye ve ‘acı reçete’

Kırılgan Beşli’de Türkiye ve ‘acı reçete’


Ramazan Tunç*


Merkantilizm, uluslararası ticaret ve başka ulusların zenginliğini ele geçirmek üzerine kurulmuş bir ekonomik doktrin şeklinde tanımlanabilir. Kolonyalist devletler, değerli madenlerin birikimine dayalı zenginliği geliştirmek üzere, Merkantilist politikaları hayata geçirerek 16. yüzyılda fetih ve ganimet eksenli büyük askeri ve donanma yapıları kurmuştur. Büyük imparatorlukların dağılması ile yeni küçük ulus devletler ortaya çıkmış, ancak uygulamaya çalıştıkları politikaların zemini hep benzer olmuştur. 21. yüzyılın başından itibaren kurulan bu devletler, ulusların geliştirdiği ticaret ve sermaye akımları, benzer doktrinler üzerinden şekillenmiştir. Türkiye’nin ekonomisine yönelik son dönemdeki gelişmeleri de bu bağlamda değerlendireceğiz ama önce birkaç noktayı hatırlamak yararlı olacaktır.

1923 yılında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politikalarının temelleri, İzmir “İktisat Kongresi” ile tam liberal ekonomi politikaları esasları üzerinden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Ancak kurulan genç Cumhuriyet, yeteri kadar finans ve ekonomik güce sahip olmadığından, kendi kendine yetebilme -“autarky-otarşi” durumunu “devlet kapitalizmi” ile sağlamaya çalışmıştır. Devlet kapitalizmi ile milli bir burjuvazinin yaratılması ekseninde, gayri Müslimlerin malvarlıkları kamulaştırılmış ya da belli çevrelere dağıtılmak üzere el konulmuştur. Tek parti yönetimi altında ne zaman ekonomik sorunlar ortaya çıksa, hemen akabinde kanun çıkartılarak birilerinin mal varlıklarına el konulmuş, belli sermaye grupları tasfiye edilip yerlerine yeni zengin gruplar, aileler oluşturulmuştur. Kasım 1942’de çıkartılan ve özü itibariyle “Sermayenin Türkleştirilmesi” hedefiyle Ermeni, Rum ve Yahudilerin mallarına el koymak amacı taşıyan “Varlık Vergisi Kanunu” Türkiye tarihinde hala kara bir leke olarak durur. Yine aynı şekilde İstanbul’da 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar sonrasında Rum esnafın mallarına Anadolu’dan getirilen belli kesimlerin planlı bir “Pogrom” ile yağmalanması teşvik edilmiştir. Bu tür süreçler sermayenin belli gruplara tarh etmek üzere yaşanan vahim ve utanç dolu olaylar olup ganimet ekonomisinin birer örnekleridir.

1942-1944 yılları arasında Varlık Vergisi Kanunu’na dayanarak vergisini ödeyemeyen gayri Müslimler Aşkale’ye angaryaya gönderilmiş, toplama kampında taş kırdırılarak vergi borçlarına karşılık çalıştırılmıştır. 1961 Anayasası’nda angarya-zorla çalıştırılma yasaklansa da, hem Varlık Vergisi Kanunu hem de 6-7 Eylül Pogromu yakın tarihteki sermayenin el değiştirme operasyonları olarak utanç olarak tarih sayfalarında yerini alırken, tek parti iktidarlarının cüret ettiği bu tür politikaların temel özelliği, Merkantilist olacak kapasiteye erişemeseler de, başkalarının zenginliğine el koyma üzerinden bir rant alanı açan ganimet ekonomisi örnekleridir.

İki kutuplu dünya düzeninden liberal düzene geçilirken 2000’li yılların başından itibaren gelişmekte olan ülkeler kategorisine Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika (BRICS) ve Türkiye dâhil edilerek uluslararası sistemde yeni bir ülke sınıflandırma kategorisi oluşturulmuştur. Son yıllarda artan ticaret savaşları merkantilizm kadar olmasa da uluslararası pazarlar üzerinden bir rekabet ortamı oluşturmuştur. Bu rekabet ortamında, gelişmekte olan ülkeler kategorisindeki bazı ülkeler kendi iç dinamikleri ve uluslararası sistem dinamiklerinin etkisi ile gelişmeleri negatif yönlü etkilenmiştir. Son yıllarda gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkeler “Kırılgan Beşli” olarak tanımlanmaya başlandı. Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye bu Kırılgan Beşli içinde yer almaktadır. Hatta ve hatta Türkiye bu Kırılgan Beşli’yi de geçerek Arjantin, Şili, Moritanya, Uganda gibi ülkelerle aynı kategoride anılmaya başlanmıştır. Bu ülkelerin para birimleri değer kaybetme bağlamında birbirleriyle yarışır hale gelmiş, nihayetinde finansal ve makroekonomik aşınma-istikrarsızlık süreci ve depresyon süreçlerine girmişlerdir. Makroekonomik ve finansal istikrarın bozulması, ülke para birimlerinin değer kaybetmesi, kur şokları, finansal şoklar genellikle uygulanan ekonomi politikalarının birer sonucudur. Özellikle kurala dayalı maliye politikası uygulayan ülkelerde “Mali Kural” ihlal edildiğinde bu tür türbülanslar yaşanabilmektedir.

AB üyelik süreciyle, önce Kopenhag ve daha sonra da “Mali Kural” çerçevesinde “Maastricht Kriterleri”ni AB Müktesabatı çerçevesinde bir rehber olarak belirleyen Türkiye’nin, 2018’den sonra Partili Cumhurbaşkanı sistemine geçmesi, ekonomide de AB Kriterleri yerine “Ankara” kriterlerine geçilmesine neden olmuştur. Ankara kriterlerinin ekonomide yarattığı tahribat, yakın zamanda istifalara, aflara ve sürpriz atamalara neden olmuş ve uzun süreden beri çalan tehlike çanları alarm durumunu bir seviye daha ileriye taşımıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin ekonomik ve gelişme düzeyi ile ilgili geldiği aşamaya ilişkin ülkenin makroekonomik, demokrasi, özgürlükler, insan hakları bağlamındaki durumuna ilişkin kredi derecelendirme kuruluşları Eylül ayında not düşürmüş ve uyarılarda bulunmuştur. Aynı zamanda IMF, Dünya Bankası başta olmak üzere çeşitli kuruluşlar farklı pencerelerden ülkelerin mevcut durumlarını ortaya koyan raporlar hazırlarken bazı kuruluşlar da derecelendirmeler ve ülke sıralamaları yaparak durum analizlerini karşılaştırma yapmaya imkân verecek şekilde sayısallaştırmaktadırlar.

Washington merkezli Fon-Fund For Peace (FFP) adlı düşünce kuruluşu çeyrek asırdır düzenli olarak ülkelerin 5 ana kategoride olan kohezyon, ekonomi, sosyal, politik ve ortak göstergeler ana başlıklarına bağlı olarak belirlenen göstergeleri kullanarak ülkelerin kırılganlıklarını ölçmektedir. En önemli göstergelerin başında da içinde yoksullaşma, beyin göçü, ülkenin ekonomik görünüm, özgürlükler ve istikrar ile ilgili göstergeler gelmektedir. Kırılgan Devletler Endeksi’nde 178 ülke içinde Türkiye, durumu giderek negatif yönde ilerlemekte olup, endekste 59. sırada yer almaktadır. İlk sıralarda ise Yemen, Afganistan, Suriye, Sudan, Libya ve Irak gibi çatışma ve savaşın derinleştiği ülkeler bulunmaktadır.

Freedom House 2020 Dünya Özgürlükler raporuna göre ise Türkiye ‘özgür olmayan’ ülkeler arasında yer almaktadır. Politik haklar ve özgülükler sıralamasında Türkiye, 100 ülke içinden özgür olmayan ilk 16 ülke arasında yer alırken, genel sıralaması ise 32’dir. 2018 yılındaki rejim değişikliğinin merkezileşmeye doğru bir güç birikimine neden olacak şekilde değişmesi, belli ki güçlü bir Türkiye yaratmamış olmakla birlikte, aksine Türkiye’nin bu göstergeler ve raporlar bağlamında kırılganlığını arttırmıştır.

Nasıl oldu da ülkenin ekonomik görünümü ile birlikte değişen olumlu hava olumsuza döndü ve bu duruma gelindi? 2013-2015 yılları arasındaki olumlu beklenti ve güven nasıl oldu da dağıldı ve ülkenin ekonomisi ile birlikte sistemi bu kadar kırılgan hale geldi? Şimdi de Türkiye’nin ekonomi politiğine kısa bir göz atarak bu sorulara cevap bulmaya çalışalım.

İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren liberal düzenin bir parçası olmak üzere Batı’ya entegrasyon adıyla birçok uluslararası anlaşmaya imza atan Türkiye, 2018 seçimleri sonrasında oluşturulan yeni rejimde dış politikada daha agresif bir tutum izleyerek, Batı ile entegrasyonuna sert bir şekilde ara vererek hem sermaye hareketlerinin uğrak yeri olmaktan uzaklaştı hem de özgür olmayan ülkeler arasında ismini yazdırarak finansal ve makro ekonomik istikrarın güvencesi olan hukuk sistemini de fiili olarak işlemez hale getirmiştir. Ekonomi, özgürlükler, demokrasi, hukuk ve insan hakları göstergelerinde bu kadar aşınma yaratan, bu aşırı merkezileşmiş idari sistemde, ülkenin ihtiyaç duyduğu büyüme ve istihdam yaratan sermayeyi ürküterek bırakın sermaye girişlerini, büyük sermaye çıkışlarına sebep olmuştur. Bu koşullar altında mevcut iktidar, “Dünya 5’ten Büyüktür” diye sloganlaştırdığı uluslararası sınanması yerine, bugün gelişmekte olan piyasalar içinde “Kırılgan Beşli” içerisinde sağlam bir yer oluşturmuş gibi görünüyor.

Hükümet kanadında yanlış teşhis ve yanlış politikalarla bu kırılganlıklar derinleştirilmektedir. Savaş ve gerginlik politikaları ile kutuplaşma, ayrıştırma ve ötekileştirme siyaseti üzerinden patlak lastikle hükümet iktidarını korumaya yönelik kısa vadeli, politik miyop günü kurtarmaya yönelik politikalar hayata geçirilmektedir. Öyle ki 2018-2019 yıllarında ekonomik sıkışmışlığın getirdiği baskıları azaltmak için Kuzey Suriye’ye yönelik operasyonlar başlatıldı. Bir yandan yayılmacı bir dış politikanın getirdiği maliyeti ekonomiye yüklenirken, yoksullaşmanın ve fakirleşmenin geldiği noktanın yarattığı varlık kuyruklarına karşı “fetih naraları” ile “patlıcan-biber mermi endeksi” ile içerdeki yükselen sesler susturulmaya başlandı. Bu duruma ek olarak yabancı kaynak girişinin durduğu bir süreçte, artık içeride de kanunla mallarına el konulacak kimse bulunamadığından bu sefer de “Tekâlifi Milliye” kanunları hatırlatılmaya başlandı.

2018’den beri yaşanan döviz kuru şoklarına karşı Merkez Bankası rezervleri tüketildikten sonra, Türkiye Varlık Fonu (TVF) teminat gösterilerek, TVF şeffaflığı ve hesap verebilirliği konusunda resmen bir kara delik oluştu, bu gedik Katar üzerinden sermaye akışı gerçekleştirilerek kapatılmaya çalışıldı. İnşaat sektörüne, başka bir deyişle betona yığılarak kendine bağlı bir zenginler kulübü kurmaya çalışan iktidar, iç piyasanın daralması, ekonomik kriz, Covid-19 derken, içerden yükselen itiraz seslerine karşın Kuzey Suriye’de “TOKİ konutları” kurma sözüyle haritalar üzerinden diplomasi turuna çıkmaya başladı. Şam’daki Emeviye Camisi’nde namaz kılma iştahı, tampon bölgeye Suriyeli mültecileri yerleştirme vaadi ve inşaat sektörüne yeni bir kaynak aktarma mekanizması oluşturma ideali ise Rusya’nın demir perdesine takıldı. Yarın bugünden daha iyi olacak derken, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk Hazine ve Maliye Bakanı, aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın damadı olarak yerli ve milli ekonomi modelinin başı, bu sistemin ilk büyük kurbanı oldu. Yerli ve milli olarak tanımladıkları ve yabancı sermayeyi kovan, şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzak bu sistemin piyasaya güven ve olumlu beklenti yapabileceği bir politika demeti uygulaması şimdiye kadar hiç olmadı. Yeni sistemle birlikte Türkiye’ye olan net sermaye akışları negatife yönlü bir trend izlemeye başladı. Türkiye’nin net sermaye hareketlerinin GSYH’ye oranı trendi incelendiğinde net bir şekilde görülmektedir. Dünya Bankası verilerine göre 2016-2019 yılları arasında net sermaye akışı hep negatif yönlü bir trend izlemiştir.

Kaynak: Dünya Bankası

Türkiye’nin özgürlükler, demokrasi ve insan hakları konusunda karnesi bu iken, AB müktesebatında reformları askıya almışken, yaşanılan depresyon sürecinin ara türbülanslarının faturası faiz ve enflasyonu dizginleyemeyen Merkez Bankası ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na kesilmişken faiz-enflasyon değerlerini gözden geçirmek yararlı olacaktır.

Faiz ve enflasyon oranlarının uygulanan kötü politikaların bir sonucu değil de faizin enflasyonu beslediği gibi garip bir teori ile politikalar uygulandı ve uyduruk teoriler ile ekonomi yönetilmeye çalışıldı. Ancak uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlarda asıl sorunun hükümetin oluşturmaya çalıştığı sistemden kaynaklandığı net bir şekilde görülmektedir. O halde yeni sistemdeki enflasyon ve faiz oranları nasıl bir değişkenlik gösterdiğine bakmak gerekir. Aşağıdaki grafikte 2004-2019 yılları arasında Türkiye enflasyon verileri görülmektedir. Sadece enflasyon değil diğer makro göstergeler de aynı alarmı veriyor. Örneğin işsizlik oranları ve sayıları giderek artmaktadır. Yani Phillips eğrisi bile şaşırmış durumda. Normal şarlar altında işsizlik ve enflasyon arasında ters yönlü bir ilişkiyi analiz eden iktisatçı Phillips’in ortaya attığı teori ile Türkiye örneğine baktığımızda hem işsizlik hem de enflasyon artan ivme ile pozitif korelasyonla seyretmektedir. Şimdi bu belirlemelere ek olarak asıl Türkiye’nin bu duruma gelmesinde ana etken olduğunu düşündüğüm birkaç konu üzerinden mevcut duruma kısaca bakalım.

Kaynak: Dünya Bankası

Türkiye’de Kürt sorununa yaklaşım bir öncü gösterge olarak, erken uyarı sitemi olarak kabul ettiğimizde fotoğraf daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Kürt sorunu çözümü konusunda 2009’da başlayan Oslo süreci ve devamında 2013-2015 “Çözüm Süreci” olarak tanımlanan süreçte enflasyonun belli bir seviyede kaldığı ve artma eğiliminin göstermediği görülmektedir. Ancak 2015 Haziran seçimlerinden sonraki süreçte enflasyonun giderek artmaya başladığı ve yıllık enflasyon oranları Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin devreye girmesi ile birlikte keskin bir artış eğilimi gösterdiği görülmektedir. Bu durum faiz oranları için de geçerli.

Merkez Bankası faiz oranları incelendiğinde ise aşağıdaki grafikte de benzer bir eğilimin olduğu görülmektedir. 2018 döviz şokundan sonra, Merkez Bankası rezervleri tüketilerek faiz oranları Saray’ın müdahalesi ile keskin bir düşüş yaşamakla birlikte bu sefer cari açık, bütçe açığı gibi makro dengelerin bozulmasına neden olmuştur. Bu durum da faiz-enflasyon ilişkisinde aslında uygulanan merkeziyetçi, piyasayı tedirgin eden politikaların etkili olduğu söylenebilir.

Kaynak: TCMB

Ekonomik büyümesi çoğunlukla dışardan gelen yabancı sermayeye bağlı olan Türkiye’nin, maceracı “Dünya 5’ten Büyüktür” politikasının ekonomiye etkilerinin doğrudan yabancı sermaye girişleri üzerinden etkisi bile analiz edildiğinde ne kadar zarar verici olduğu görülmektedir. Bununla birlikte Türkiye’nin faiz ve enflasyon oranlarının AB Bölgesi ve ABD ile karşılaştırdığımızda ise tablonun ne kadar vahim olduğu görülmektedir. Zira AB ve ABD ile karşılaştırıldığında hem enflasyon hem faiz bağlamında Türkiye’nin çok yüksek oranlara sahip olduğu görülmektedir.

Avrupa bölgesinde enflasyon oranları incelendiğinde ise aşağıdaki grafikte de görüleceği üzere, son 10 yıllık süreçte mali kurala bağlı olarak enflasyon oranları %3 altında seyredebilmiştir.

ABD’deki son 10 yıllık enflasyon oranları incelendiğinde 2011-2012 yılları arasında bir artışın olduğu görülmektedir. Bunun dışında 2015 yılında deflasyonist bir durumun yani negatif bir enflasyonun gerçekleştiğini görürüz. Ayrıca en yüksek enflasyon düzeyi olan %3,87 oranına Eylül 2011’de ulaşıldığı görülmektedir. Ekim 2020’deki enflasyon oranı ise %1,18 olarak hesaplanmıştır.

Fed Faiz oranları incelendiğinde ise enflasyon ile paralel olarak düşük seviyede ve istikrarlı bir seyir izlediği görülmektedir.

Kaynak: fred.stlouisfed.org

Uluslararası sermaye hareketleri kredi genişlemesi yolu ile sadece yatırım ve tüketim harcamalarını etkilemez, aynı zamanda finansal piyasalar üzerinden portföy kalitesini etkiler. Dışa açık ekonomilerde, ülkelerin ve yatırımcıların risk iştahı uluslararası sermaye hareketlerinin ivmesine göre şekillenmektedir. Sermaye hareketlerinin ivmesine göre finansal piyasalar ekonomik yapıya doğrudan etki ederek ülkelerin makroekonomik dengelerini etkileyebilmektedir.

Sadece enflasyon ve faiz üzerinden bile karşılaştırma yapıldığında, Türkiye’deki tek parti rejiminin ülkenin ekonomisine manipülatif politikalar nedeniyle ne kadar zarar verdiği açıkça görülmektedir. Dünya 5’ten büyüktür derken hayaller BM daimi üyesi ülkeler arasında sandalye kapma iken, gerçekler gelişmekte olan piyasalar kategorisindeki kırılgan beşli içerisine yerleşmektir.

Son iki haftalık süreçteki baş döndürücü gelişmeler, hem Merkez Bankası Başkanı hem de ismi AKP’nin gelecekteki lideri olarak zikredilen Hazine ve Maliye Bakanı’nın koltuklarına mal olurken, bunlar ne ilk ne de son kurbanlar olacağını tahmin etmek pek güç görünmüyor. Zira devletteki yönetişim, şeffaflık ve hesap verebilirlik mekanizması işlerliğini yitirmiş durumda. Halktan toplanan vergilerin nereye harcandığı bilinmediği gibi halka rağmen halk adına hamaset yapmanın, racon kesmenin ekonomide iyileşmeler yaratmadığı görülmektedir. Aksine demokratikleşmeden uzaklaşmanın maliyeti giderek artmakta, GSYH erimekte, kişi başı harcanabilir gelir düşmekte, enflasyon ve faiz fırlamakta, kur ve altın fiyatları ise rekor üstüne rekor kırmaktan imtina etmiyor.

Rumlar, Yahudiler ve Ermenilere yönelik el konulacak başka sermaye de olmadığına göre artık doğrudan yabancı sermaye ve portföy yatırımlarını tedirgin edecek kararnameler çıktığına göre bir sonraki kurbanların kimler olacağı sorusu akla geliyor.

Özetlemek gerekirse; bir taraftan yerli ve milli olmayanı terörist ilan edip, başka bir taraftan yabancı sermayeye dayalı bir büyüme modelini geliştiremezsiniz. Bir yandan reform yapıyoruz deyip öbür yandan hukukun güvencesi şemsiyesini özel mülkiyet üzerinden kaldırıp, TMSF’yi, yargıyı ve bir gecelik kararnameleri bir sopa gibi kullanamazsanız. Bir yandan dijitalleşme ile sınırlar ortadan kalkmışken başka bir yandan iş yapma biçimini iktidarın keyfi ve dar networkü içerisindeki ağlar üzerinden dar bir çerçevede gelir dağılımı adaletsizliğini derinleştirecek uygulamalar yapamazsınız.

2018’den beri inşa edilen tek parti rejiminin ekonomi politikaları, sermayenin “yerli ve milli” olarak belli bir grubun elinden birikmesini sağlayan politikaların içte ve dışta Türkiye’nin finansal ve makroekonomik istikrarının nasıl kırılgan hale getirdiği açıkça görülmektedir. Artık manipüle edilen göstergeler bile durumun vahametinin üstünü kapatmaya yetmiyor.

İçerde kutuplaştırma ile iktidarı garantiye alma, dışarda çatışma ile içerdeki itirazları minimumda tutma stratejisinin maliyeti şimdilik “türbülans ekonomisi” ile hükümetin yol almasını sağlarken, büyük çöküşün habercisi olan ekonominin amiral ekibi büyük bedeller verilerek değiştirildi ve son dönemlerde birileri reformlardan bahsetmeye başladı. Reformların yolu Kopenhag ve Maastricht kriterlerini konuşmaktan geçiyor, merkantilistlere özenip Afrin’in zeytinyağından ganimet devşirmekten, tampon bölgede müteahhitlere alan açmak için savaş harcaması yapmaktan, masaları devirip çözüm süreçlerini buzdolabına kaldırmaktan değil.

Acı reçeteye 5 yıldır Türkiye’deki insanlar maruz kalıyor, daha fazlasına bu toplum katlanır mı? Zaman gösterecek, ancak şu gerçeği de unutmamak lazım. Demokratik değerlerden uzaklaşmış, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi ilkeler ayaklar altına alınmış, seçme ve seçilme özgürlüğü rafa kaldırılmış, kamu bankalarından açılan kredi musluklarının sadece belli bir kesime akmasını sağlayan, özellikle özel mülkiyeti hukuki güvenceye bağlamayan ve bunların yarattığı çoklu bir kriz fenomenolojisi süreci yaşıyoruz. Bu koşullarda “Mali Kural”ı işletmek ve kurumsal zekâya dayalı güçlü politikalar uygulamak imkânsızdır. Bu nedenle Türkiye’nin ekonomisinden geçtiği çoklu kriz fenomenolojisi içerisinde iken, strateji değişikliği ile değil, köklü bir değişim gerektiren paradigma değişikliğiyle ancak ekonomi rayına oturtulabilir. Ne diyelim Dünya 5’ten büyüktür, mevcut hükümet sistemi ve anlayışı Türkiye’nin ismini kırılgan 5’li ülkelerinin arasına ismini yazdırarak bunu ispatlamış oldu. Ganimet ekonomisi ve merkantilizm mi? Emeviye Camisi’nde cenaze namazı çoktan kılındı, cenaze müziğini de Rusya senfoni orkestrası Palmira’da çaldı.


*Dokuz Eylül Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Bir süre aynı üniversitede akademisyenlik yaptı. İş yaşamında Kalkınma Ajansı, üçüncü sektör ve özel sektör deneyimlerinden sonra kendi işletmesini kurdu. Uluslararası alanda iş ve ticaret faaliyetleri yürütmekte. Halen Dicle Üniversitesi İktisat Ana Bilim Dalı’nda doktora çalışması devam etmektedir.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
74 yaşındaki kadın evinde domuz bağıyla öldürülmüş halde bulundu
Sonraki Haber
Bir çocuğa çalıştığı fabrikada işkence eden erkek serbest bırakıldı