Cuma Daş - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Wed, 09 Mar 2022 07:18:51 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.9.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Cuma Daş - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Rusya’nın Gamalı Haçı ve savaşın iki yüzlüleri https://gazetekarinca.com/rusyanin-gamali-haci-ve-savasin-iki-yuzluleri/ Wed, 09 Mar 2022 06:38:17 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=202340 Cuma Daş Bu çağın savaşlarında savaşmaya karar veren taraflar, savaş başladığı andan itibaren kontrolün kendilerinden çıktığını iyi biliyor artık. O andan sonra verilecek tavizler de alınacak kararlar da her zamankinden daha zor ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Masa başında haritalar, uydu görüntüleri, üç boyutlu çizimlerle yapılan savaş planları sadece o masanın başında kalır. Girdiğin […]

The post Rusya’nın Gamalı Haçı ve savaşın iki yüzlüleri first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Bu çağın savaşlarında savaşmaya karar veren taraflar, savaş başladığı andan itibaren kontrolün kendilerinden çıktığını iyi biliyor artık. O andan sonra verilecek tavizler de alınacak kararlar da her zamankinden daha zor ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Masa başında haritalar, uydu görüntüleri, üç boyutlu çizimlerle yapılan savaş planları sadece o masanın başında kalır. Girdiğin savaşta ne kadar sivil insanın ölümüne neden olacağını, ne kadar kayıp vereceğini savaş meydanı belirler. Tarih bu durumun sayısız örnekleriyle dolu. Amerika’nın Vietnam’da, Afganistan’da ve Irak’ta ne yaptığı ve ne olduğu meselesi bunların en çarpıcı örnekleri. Rusya’nın da Ukrayna’ya dönük işgal saldırıları ise bu örneğin en güncel hali. İki haftadır devam eden savaş henüz bir nihayete ermedi ancak bu kadar kısa bir sürede bile 2 bini aşkın sivil can kaybı yaşandı.

Bütün bu kızılca kıyametin ortasında tarih boyunca olduğu gibi savaş yanlıları ve karşıtları da bir şekilde duruma müdahil olmaya çalışıyor. Burada göze çarpan şey ise özellikle savaş yanlıları açısından yine tarihten bir iz. Rus alfabesinde yer almayan Z harfi ya da işareti, Rusya’da işgale verilen desteğin sembolü oldu. Rusya sokaklarında, araçlarda, duraklarda, panolarda, billboardlarda, politikacıların kıyafetlerinde sıkça bu işarete rastlanıyor. Rus jimnastikçi Ivan Kuliak’a mayosunun üzerine işlediği Z işareti nedeniyle soruşturma açıldı. Tarihteki o iz, Rusya’da işgal destekçilerinin kullandığı Z işaretinin Hitler’in, dolayısıyla Nazilerin kullandığı Gamalı Haç’ı hatırlatması. İşin enteresan yanı da Rusya’nın Ukrayna’yı işgal gerekçelerinden birinin de Ukrayna’da Neo Nazi yapılaşmasının artması. Şimdi sormazlar mı Putin’e, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye. Bu durum, Rusya’nın Ukrayna işgalinde halk desteği elde etmek için başlattığı bir propaganda kampanyası da olabilir. Sembol çok kısa sürede yeni Rus ideolojisinin ve ulusal kimliğinin sembolü haline geldi. Yani Rusya’nın Gamalı Haç’ı. Savaşın bir yanı çocukların ya da sivillerin bedenlerini parçalarken diğer yanı zihinlerini parçalıyor. Rusya’nın güneybatısındaki Kazan’da bir bakımevinde, kanser hastası çocuklar ve bakımevi personeli savaşa desteklerini göstermek için karda Z şeklinde sıraya girerek poz verdi. Gamalı Haç nasıl şimdi Holokost’u anımsatıyorsa Rusların Z işareti de yakın tarihte Ukrayna’da işlenen cinayetlerin, katliamların sembolü olarak hatırlanacak.

Rusya’da tüm bunlar olurken, Türkiye’de neler oluyor dersinizi peki? Burada her zamanki gibi, konfordan ödün vermeden içerde kıyamet de kopsa bakacak iyi bir yan bularak, dışarıdaki kıyamete karşı çıkma hali var. Çokça konuşulup tartışılan bir iki yüzlülük hali var burada. Türkiye’nin Rojava’nın Afrin bölgesine dönük saldırılarında, top mermilerine ismini yazdırıp bol barışlı fotoğraf paylaşan siyasetçiden, yurtta sulh cihanda sulh mesajları atan sanatçıya kadar savaşın sadece kendilerine uzak olunca savaş olduğunu kabul eden bir kafa var. Bombaların düştüğü her yer savaştır, savaşın her yeri ölümdür, kandır, göçtür.

The post Rusya’nın Gamalı Haçı ve savaşın iki yüzlüleri first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sanat anayasaya aykırıdır https://gazetekarinca.com/sanat-anayasaya-aykiridir/ Fri, 04 Feb 2022 05:00:54 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=196921 Cuma Daş İkinci Yeni’nin öncülerinden olan Cemal Süreya’nın 1961’de Papirüs Dergisi’ndeki bir yazısının başlığı şöyle: “Şiir, anayasaya aykırıdır”. Ve şair, düzenin dayattığı ahlak anlayışının tabiat ile sürekli bir çatışma halinde olduğunu söylüyor. Söz konusu çatışmanın ise sanatı beslediğinden bahseder. Sonrasında da konuyu kendi meşrebince bu güzel dizelerle tamamlıyor “Tabiat sanatla kurulu düzene baş kaldırıyor. İtiyor […]

The post Sanat anayasaya aykırıdır first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

İkinci Yeni’nin öncülerinden olan Cemal Süreya’nın 1961’de Papirüs Dergisi’ndeki bir yazısının başlığı şöyle: “Şiir, anayasaya aykırıdır”. Ve şair, düzenin dayattığı ahlak anlayışının tabiat ile sürekli bir çatışma halinde olduğunu söylüyor. Söz konusu çatışmanın ise sanatı beslediğinden bahseder. Sonrasında da konuyu kendi meşrebince bu güzel dizelerle tamamlıyor “Tabiat sanatla kurulu düzene baş kaldırıyor. İtiyor onu. Hafife alıyor. Bozuyor.”

Cemal Süreya bu tespiti 60 yıl önce yapıyor, haliyle o döneme dair sanat ve sanatçıyla ilgili tahlil yapma olanağı sunuyor bizlere. Geldiğimiz noktada çeyrek asırdan fazla zaman geçmiş olsa bile bugün de düzenin ahlak anlayışı ile sanatın çatışmasına tanıklık ediyoruz. Aslında bu durumda bir bitişten, bir son buluştan söz etmek oldukça zor, iniş ve çıkışlarla dolu bir yolculuktan bahsetmek daha yerinde olur. Yani düzenin ahlak anlayışı ve tabiat, dolayısıyla sanat arasındaki çatışması hiç bitmedi. Bu çatışmadan bana göre her defasında galip çıkan taraf sanat oldu. Zira Türkiye’de değişik tarihlerde; akademinin, medyanın, hukukun ve daha birçok şeyin çöküşüne şahitlik ettik ancak bu listede sanatı ve sanatçıyı görmedik hiç. Sadece son 20 yılda bile o kadar çok çekişme yaşandı ki düzen ya da iktidar ile sanat/sanatçı arasında. Sanat çalışmalarına ucube diyen, sanatçıları dillerini koparmakla tehdit eden bir anlayıştan söz ediyoruz.

Son 20 güne de sıkışacak çok şey var sanat adına. Cumhurbaşkanı Erdoğan Sezen Aksu’yu “dilini koparmak görevimizdir” diye tehdit edince, önce hiç beklemediği bir cevapla karşılaştı daha sonra da geri adım attı. Geri adım attı çünkü Sezen Aksu, Erdoğan’ın yine bir konuşmasında sanatçıları tarif ettiği şekliyle cevap verdi. “Sanatçı slogan atmayacak, şikayet etmeyecek, polemik yapmayacak” demişti Erdoğan. Aynen öyle yaptı Sezen Aksu; şikayetsiz, slogansız, polemiksiz bir yanıt, bir sanatçı yanıtı.

Bu yanıt ve atılan geri adım şimdilik ‘dil koparmanın’ önünü almış olsa da dil yasaklamanın önüne geçmedi henüz maalesef. Çok değil ‘dil koparma’ mevzusundan birkaç gün sonra İstanbul’da Kürtçe müzik yapan sokak sanatçıları polisler tarafından engellendi. Bu kez de ‘her yer benim’ tehdidiyle. Genç sanatçıların sokak ortasında engellenip gözaltına alınmasına neden olan o Kürtçe şarkı 35 dile çevrilip söylenmese de yine Kürtçe olarak ertesi gün her yerde söylendi, Meclis dahil.

Aslında Kürtçe yapılan sanata dair ilk yasak değildi bu; daha önce Kürtçe tiyatronun yasaklanmasına, konserlerin Kürtçe olduğu anlaşılınca yasaklanmasına, hatta kamu yararı adına hiçbir niteliği olmayan gündüz kuşağı programlarda ve bunlar gibi binlerce yasak sayabiliriz. Ancak bazı gerçeklerden kaçmamak gerektiğini insanlar anlamalı artık, sanata dair her yasağın, her tavizin ikincisini ve daha ağır halini doğuracağını bilmeli. Şunu kabul edelim ve farkında olalım ki ‘dil koparmak’ ‘dil yasaklamanın’ sonucudur.

Ve başladığımız yere dönüp Cemal Süreya’yı dinlersek tekrardan, onun şiire atfettiği anlamı bir bütün olarak sanata uyarlarsak sonuç belli: “Bugün şiir çağdaş şairlerde yeni alanlar, yeni açılar yaratırken, belirli bir yönde gelişiyor: Baş kaldırma yönünde…”

The post Sanat anayasaya aykırıdır first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Soylu Leman’ın ırkçı duvarı https://gazetekarinca.com/soylu-lemanin-irkci-duvari/ Thu, 13 Jan 2022 07:47:58 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=194716 Cuma Daş Sıkı bir çevreci ve hayvan dostu olduğunu söylemek, birkaç yoğun duygusal aşk şarkısı, içine toplumcu gerçekçi cümleler serpiştirilmiş birkaç beste yapmak, insan hak ve özgürlükleri savunucusu ve cevval bir yurtsever görüntüsü vermek… Bütün bunlar kulağa hoş gelse de, gerçek olsa da günün sonunda ırkçılık duvarına tosladığında bir dakikada tuzla buz olabiliyor. Leman Sam’ın […]

The post Soylu Leman’ın ırkçı duvarı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Sıkı bir çevreci ve hayvan dostu olduğunu söylemek, birkaç yoğun duygusal aşk şarkısı, içine toplumcu gerçekçi cümleler serpiştirilmiş birkaç beste yapmak, insan hak ve özgürlükleri savunucusu ve cevval bir yurtsever görüntüsü vermek… Bütün bunlar kulağa hoş gelse de, gerçek olsa da günün sonunda ırkçılık duvarına tosladığında bir dakikada tuzla buz olabiliyor.

Leman Sam’ın büründüğü bu kimlikler parıltılı ve aydınlık gibi gelse de tosladığı, aşamadığı o ırkçılık duvarı o kadar yüksek ki o parıltının ve aydınlığın ışığı dışarıya yansımıyor. Siz onun böyle biri olduğuna inanmak istemedikçe yeni sürprizlerle çıkıveriyor karşınıza. Ya dini bir günde, uygulanan ritüelleri küçümserken görüyorsunuz, ya da ‘vatan elden gidiyor’ diye feveran ederken.

Her seferinde değişik ve üstten bir bakışla çıkıyor hayat sahnesine. Son olarak da Araplarla ilgili kullandığı ifadelerle boy gösteriyor. Ülkedeki mültecilerden rahatsızlığını şu sözlerle dile getiriyor: “Yıllar önce bu soysuz Araplara tepkili olduğum içi uzun süreli lince maruz kalmıştım, şimdi herkes ne mal olduklarını anladı. Daha bunlar iyi günler, ekmeğe ortak yakında toprağa da ortak olacaklar. Bıçaklamalar, tecavüzler, sonu yağmadır bunun. Hiç şikayet etmeyin, göz göre göre geldi”

Öyle ucuz, öyle anlamsız bir paranoya ki, “ekmeğimizi aldılar, sıra toprağımızda” paranoyası. Her gün mültecilerin iş yerlerine saldırıp yağmayan, onları uykuda yakan, bıçaklayan güruhtan farkı olmayan bir bakış.

Leman Sam’ın gerçekten mültecilerden mi rahatsız olması gerekiyor yoksa sebep oldukları halde doğru düzgün bir çözüm politikası geliştirmeyen müsebbipler mi? Soruyoruz bunu, çok sevgili vatansever, hayvansever, doğasever ve insansever sanatçımıza, bu kadar kolay mı bir topluma, bir halka, bir gruba hakaretler etmek, nefretle söz etmek?

Daha farklı yollar denese nasıl olur mesela Leman Sam? Bir sanatçı gibi mesela. Penceresinin perdesini havalandıran rüzgara karşı otursa bir gün ve ‘soysuz’ dediği insanların yaşadığı coğrafyaya konan masada en önce gözden çıkarılanlar olduğunu anlatan bir beste yapsa. Nefretle baktığı o insanların burada olma sebebinin bir sonuç olduğunu anlatan bir şiir yazsa. İstihkakından aldıklarını düşündüğü o insanların daha önce de bir hayatlarının olduğu ve mal değil insan olduklarını anlatan bir resim çizse. Hasılı kelam Leman Sam bütün bunları yapabilir ama o en kolay olanı seçiyor; ötekileştirmeyi, hedef göstermeyi, hakaret etmeyi seçiyor. Sanatçı olmanın, aydın olmanın bunlardan da önemlisi insan olmanın bu olmadığını biliyor aslında, sadece cesaret edemiyor.

İşin en can alıcı kısmına gelince, yani ‘soy’ meselesine. Leman Sam’ın Araplara olan kini ve nefreti yeni değil, aslına bakarsanız ırkçılığı da yeni değil daha önce de buna benzer açıklamaları olmuş. Leman Sam’ın soysuz deyip aşağıladığı Arap halkının da Sam’a bir çift sözü olacaktır muhtemelen. Zira soyadı Arapça Leman Sam’ın. Kim bilir, belki kısa sürede soyadını değiştirir. Ya da Araplar kalkıp, bizim dilimizde olan bir kelimeyi soyadın olarak kullanamazsın dese nasıl olur? Kendi soyunun nereden geldiğini, bu topraklara nerelerden geldiğini sorsalar ne der Leman Sam.

The post Soylu Leman’ın ırkçı duvarı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Munzur’un kıyısındaki Gülistan https://gazetekarinca.com/munzurun-kiyisindaki-gulistan/ Wed, 05 Jan 2022 06:57:02 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=193786 Cuma Daş Bir gün en sevdiğiniz insanla; eşiniz, çocuğunuz, kardeşiniz ya da yakın arkadaşınızla ilgili, öncesi ve sonrası belli olmayan, yaşadığınız rutin, belki de umarsız hayatın tam orta yerinde kötü bir haber aldığınızı düşünün. Zamanla canınızı yakan asıl şeyin aldığınız haberin kötü olması değil de, bu haberin kötülük ölçüsünün ya da sınırın ne kadar olduğunu […]

The post Munzur’un kıyısındaki Gülistan first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Bir gün en sevdiğiniz insanla; eşiniz, çocuğunuz, kardeşiniz ya da yakın arkadaşınızla ilgili, öncesi ve sonrası belli olmayan, yaşadığınız rutin, belki de umarsız hayatın tam orta yerinde kötü bir haber aldığınızı düşünün. Zamanla canınızı yakan asıl şeyin aldığınız haberin kötü olması değil de, bu haberin kötülük ölçüsünün ya da sınırın ne kadar olduğunu anlıyorsunuz. İnsanı altüst eden asıl şey bu duygu işte, yani belirsizlik. Bir bilinmezin içinde debelenip durduğunuz, cevabını aradığınız sorunun kimsede karşılık bulamamasının verdiği tarifsiz acı iliklerinize kadar işler. Tahammül edilmesi, katlanması çok zor bir duygu hali.

İşte Gülistan Doku’nun ailesi tam iki yıldır, yani 5 Ocak 2020’den bu yana aşağı yukarı böyle bir belirsizliğin, bir adaletsizliğin içinde, haksızlık ve çaresizliğin arafında yaşıyor. Kızları kaybedildiği günden bu yana gözlerine uyku girmedi, boğazlarından rahat bir lokma geçmedi. Kapı her çaldığında “keşke o olsa” duygusu bir an ayrılmadı yanı başlarından. Nasıl olur da bu çağda, bir şehirde bir insan ortadan yok olur ve devlet dahi onu kimse bulamaz düşüncesi evlerinin duvarlarında asılı kaldı iki yıldır. O kadar çok baktı ki annesi “Gülistan en son burada görüldü” dedikleri Munzur sularına. Elinden gelse her su damlasına tek tek soracaktı “Gülistan’ımı gördünüz mü” diye.

Bizler de sormalıyız, bizler de huzursuz olmalıyız, bizler de uyuyamamalı, yiyememeli, içememeliyiz Gülistan’ın annesi gibi. Gülistan nasıl kaybedildi, neden bulunamıyor sorusu hiç terk etmemeli zihnimizi. En tepesine seslenmeliyiz devletin, “Gülistan Doku nerede, onu gördün mü? Görmediysen bile bulmaya çalışmayacak mısın, mesul değil misin bundan” demeliyiz. Her yurttaşından mesul değil midir devlet? Her yurttaşının, sağlığından, canından, malından, eğitiminden, barınma hakkından mesul değil midir devlet? Kendisi demiyor muydu bunu, önümüze yazılı olarak dahi koymuyor muydu bunları.

Neredeyse yirmi yıldır ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu mesuliyetten bahsediyordu 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma maden faciasının üzerinden bir hafta geçtiğinde. Takvimler 20 Mayıs 2014’ü gösteriyordu Cumhurbaşkanı (o günün Başbakanı) Recep Tayyip Erdoğan, AKP’nin Meclis’teki grubuna seslenmek için kürsüdeydi. Aynen şöyleydi cümlesi: “Bu ülkenin Başbakanı olarak açıkça ifade ediyorum ki Dicle’nin kenarındaki kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır.”

Hatta kendisiyle yetinmeyip, orada bulunan milletvekillerine ve bakanlarına da bu mesuliyetlerini hatırlatıyordu alkışlar eşliğinde. Dicle’nin kenarındaki kurdun kaptığı bir koyundan bile mesul olan Cumhurbaşkanı’na soralım, Munzur’un kıyısında kaybolan Gülistan’dan da mesul değil misiniz?

Bu soruyu Gülistan’ın ailesi iki yıl boyunca çok sordu, sonuç alamayacağını anlayınca kendi başlarının çaresine bakmaya karar verdiler. Gülistan’ın annesi Bedriye Doku da tıpkı yıllardır kaybolan yakınlarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri gibi, tıpkı yuvası dağıtılan Emine Şenyaşar gibi “”Kızımın kemiğini bulmadan ben buradan kalkmayacağım” diyerek adalet aramaya başladı. Bedriye Doku’nun yüreği iki yıl boyunca Munzur sularına, gözleri Dersim yollarına, zihni geçen zamana sordu Gülistan’ı. Şimdi sıra vicdanında. Vicdanı, asıl sorumlu kimse ona, mesuliyet kimdeyse ona, adaleti tesis etmekle yükümlü olan kimse ona soracak; Gülistan nerede, adalet nerede diye.

The post Munzur’un kıyısındaki Gülistan first appeared on Gazete Karınca.

]]>
HDP’nin mecali ve artan saldırılar https://gazetekarinca.com/hdpnin-mecali-ve-artan-saldirila/ Wed, 29 Dec 2021 06:52:15 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=193175 Cuma Daş Hep en güçlü olduğu zamanda bir şeyler geliyor HDP’nin başına, en umulmadık anda, nedense kolluk kuvvetlerinin müdahale etmediği anda oluyor bir şeyler. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kısa bir süre önce HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a şöyle bir çağrıda bulunmuştu: “Edirne’de cezaevindeki zat bunlara diyor ki ‘Bir araya gelin, birlikte mitingler yapın.’ Bunu […]

The post HDP’nin mecali ve artan saldırılar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Hep en güçlü olduğu zamanda bir şeyler geliyor HDP’nin başına, en umulmadık anda, nedense kolluk kuvvetlerinin müdahale etmediği anda oluyor bir şeyler. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kısa bir süre önce HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a şöyle bir çağrıda bulunmuştu: “Edirne’de cezaevindeki zat bunlara diyor ki ‘Bir araya gelin, birlikte mitingler yapın.’ Bunu söyleyeceğine sen bir tane miting yap bakalım orada. Sen önce kendi tabanına bir sinyal ver bakalım. Senin tabanının şu anda miting yapacak mecali kaldı mı?”

Bu çağrıyla HDP’nin yalnız kaldığını, tabanın artık desteklemediği algısını yaratmak istedi ancak söz konusu çağrıdan sadece 5 gün sonra HDP İstanbul’da devasa bir il kongresi yapıp “mecal sorunsalına” ilk yanıtı vermiş oldu.

Bu mitingin yankıları hemen kesilmeyince, bu kez de HDP’nin Urfa’nın Suruç ilçesinde, adalet arayışının sıfır noktasında, Şenyaşar ailesinin olduğu yerde “Şimdi Adalet Zamanı” adıyla yapmak istediği mitinge Urfa Valiliği önce Suruç’ta olmaz Urfa’da istediğiniz yerde yapabilirsiniz dedi ardından 24 saat kala mitingi yasakladı. Hemen ertesinde HDP bu kez Diyarbakır’da Gençlik Meclisi’nin kongresinde buluştu.

Burada da hiç beklenmedik ölçüde yoğun geçti. “Mecal meselesi” burada da yanıt bulmuş oldu.

İktidar bir yandan HDP’nin halkla ya da sokakla bağını koparmaya çalışırken diğer yandan da uzunca bir süredir bütün muhalefet partileriyle de arasındaki iletişimi kesmek, gerekiyorsa hiçbir temasının olamamasını sağlamaya çalışıyor. İlk iki nokta yukarıda saydığım nedenlerden dolayı işe yaramadı şimdiye kadar. Son noktanın ise son iki haftada yaşananlara bağlı olarak işe yaramadığı görülüyor. Zira HDP “muhalefet turları” adıyla önce Saadet Partisi’ni, ardından sırasıyla; Gelecek Partisi, DEVA ve CHP’yi en üst perdeden ziyaret etti. Bütün ziyaretlerde de iktidar ortaklarının hiç haz etmediği bir şekilde fotoğraflar ve mesajlar verildi.

Yani HDP, sokakla da sandıkla da bağının kesilemeyeceğinin mesajını şu kısa zaman diliminde attığı adımlarla bir kez daha vermiş oldu. Muhalefet partilerinin net fotoğrafları ve net mesajları ardı ardına gelirken, Kürtler Roboski’yi anarken, HDP aylar önce katledilen Deniz Poyraz’ın ilk duruşmasına hazırlanırken İstanbul’da bir katliamın eşiğinden döndü. Bahçelievler ilçe binasına giren iki kişi silah ve bıçakla parti çalışanlarına saldırdı. Bu olayın yankılarını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Kısacası bütün kötü yol, hava ve çevre koşullarına rağmen vites büyüten HDP, bir şekilde frenlenmek istendi. Görünen o ki kapatma davası, saldırılar, yasaklamalar, hedef göstermeler vs. derken HDP’yi hala zorlu bir süreç bekliyor. O yüzden daha çok enerjiye daha çok mecale ihtiyacı var.

The post HDP’nin mecali ve artan saldırılar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bir varmış bir yokmuş https://gazetekarinca.com/bir-varmis-bir-yokmus/ Thu, 16 Dec 2021 08:54:17 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=191636 Cuma Daş Resmi kayıtlarda “yabancı dil” değil de “bilinmeyen dil” diye geçen bir kavram Türkiye dışında kaç ülkede vardır acaba. Resmi kayıt derken lafın gelişi değil, öyle ki memleketin en resmi noktası hatta; Meclis. Hani şu tekerleme gibi gelen ama tekerleme olmayan, “Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir” lafının geçtiği, genelde sadece “kabul edenlerin” söz sahibi […]

The post Bir varmış bir yokmuş first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Resmi kayıtlarda “yabancı dil” değil de “bilinmeyen dil” diye geçen bir kavram Türkiye dışında kaç ülkede vardır acaba. Resmi kayıt derken lafın gelişi değil, öyle ki memleketin en resmi noktası hatta; Meclis. Hani şu tekerleme gibi gelen ama tekerleme olmayan, “Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir” lafının geçtiği, genelde sadece “kabul edenlerin” söz sahibi olabildiği, “kabul etmeyenler”in daha elinin kalkmamışken noktanın konduğu virgülsüz yer.

Malum yılsonu geldi, ülkenin Z Raporu’nun çıkarıldığı geleneksel bütçe görüşmeleri de başladı ve devam ediyor. Aşağı yukarı hepsini takip etme şansım oldu, bakanlıkların harcadıkları ve harcayacakları vs. oldukça hararetli tartışmalar oluyor. Özellikle muhalefet kanadından kürsüye portakal kasasıyla gelip turunçgil çiftçisinin derdini anlatandan, bir elinde patates diğerinde ejder meyvesiyle gelip halk ve saray arasında açılan makası delilleriyle gösteren hatipler, bir de bu yollarla anlatmaya çalışıyor derdini.
Ama asıl kıyamet hatiplerden biri HDP’li vekil ise ve konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapmak istiyorsa o zaman kopuyor. Salonda bir tufan, bir panik, bir gürültü oluyor ki, sanırsınız memleketin yarısı gitti. Orada adeta “Türkçe konuş çok konuş” olayını yaşıyoruz, zira Kürtçe cümleler duyulduğu anda hatibin mikrofonu kapatılıyor. Türkçe konuşmaya ikna olduğu anlaşılınca açılıyor mikrofon. İşin en ilginç yanı ise o gürültünün ortasında en çok duyulan sesin ‘zaten her yerde serbest, burası meclis burada konuşamazsın’ olması. Özellikle son 5-6 yılda dil üzerinde iktidarın bilinçli bir senaryosu var. Özünde yasaklayıp, görünürde de serbest olduğunu gösterme senaryosu. Cumhuriyet tarihi kadar eski yasak oyunlarını son 5-6 yılda bu iktidar ayyuka çıkardı. Halkın özgür iradesini gasp eden, kazanılmış belediyelere tek tek kayyum atayan iktidarın yasakçı zihniyetinin en çok tahrip ettiği şey dil oldu. Kürtçeye karşı tahammülsüzler. Atanan kayyumların ilk işleri Kürtçe tabelaları sökmek oldu. Belediye isimleri, şehir isimleri, sokak isimleri, Kürt dili ve kültüründe önemli yeri bulunan şahsiyetlerin resimleri/heykelleri bir bir söküldü. Kürt dili, edebiyatı, sanatı ve kültürü alanında çalışmalar yürüten dernekler, birlikler, kültür merkezleri, enstitüler peş peşe kapatıldı.

Yakın dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gittiği Batman’da, birkaç cümle ezberletilerek karşısına çıkardıkları üniversite öğrencisi kız şöyle diyor: ‘Eskiden konuşmaya korktuğumuz Kürtçeyi Cumhurbaşkanımız sayesinde özgürce konuşabiliyoruz.” Birkaç gün sonra ne oldu dersiniz, Ankara’da konser vermek isteyen Kürt bir sanatçının konseri “Kürtçe şarkı söyleneceğini bilmiyorduk” denilerek iptal edildi. Yani iktidarın Kürtçeye tanıdığı özgürlük alanı neredeyse yok, yani Kürtçe kendisi isterse var.

Bütün bu örnekleri yukarıda bahsettiğim duruma netlik getirmek ya da hatırlatma yapmak için veriyorum, “zaten her yerde konuşuluyor” safsatası için. Kürtçe en resmi yerde de, belediyelerde de, hastanelerde de, okullarda da, çarşı pazarda da, hatta ve hatta o ucuz televizyon programlarında da yasaklansa insanlar konuşacak. Çünkü dil bir var olma ve yok olma meselesidir. Gelip geçici iktidarların günü kurtarma siyasetiyle kıyaslanmayacak kadar ağır bir mesele.

The post Bir varmış bir yokmuş first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kapımızdaki ırkçılar https://gazetekarinca.com/kapimizdaki-irkcilar/ Wed, 24 Nov 2021 05:56:16 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=189138 Cuma Daş Ne yaparsak yapalım, hangi suni gündemi yaratırsak yaratalım dünyanın çözemediği, aksine derinleştirdiği ve her geçen gün daha da büyüyen mülteci konusuna çarpıyoruz. Akdeniz sularında Avrupa’ya geçmeye çalışırken batan botlarda kıyıya vurmuş bedenlerin, sınır tellerinin yanı başında soğuktan donmuş bedenlerin haberleri neredeyse sıradanlaştı. Hiç tercih etmediği ya da tarafı olmadığı bir savaşın ortasında kaldığı […]

The post Kapımızdaki ırkçılar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Ne yaparsak yapalım, hangi suni gündemi yaratırsak yaratalım dünyanın çözemediği, aksine derinleştirdiği ve her geçen gün daha da büyüyen mülteci konusuna çarpıyoruz. Akdeniz sularında Avrupa’ya geçmeye çalışırken batan botlarda kıyıya vurmuş bedenlerin, sınır tellerinin yanı başında soğuktan donmuş bedenlerin haberleri neredeyse sıradanlaştı. Hiç tercih etmediği ya da tarafı olmadığı bir savaşın ortasında kaldığı için, başka bir ülkeye yerleşip burada hayatını sürdürürken ırkçılığa maruz kalan mülteci haberleri öylesine rutin hale geldi. Aslına bakarsanız mülteci kavramının doğmasına yani insanların mülteci olmasına sebep olanların bu konuya dair bugüne kadar elle tutulur hiçbir kalıcı politikaları olmadı. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de mültecilik ve mülteciler hayatlarına sebep olan güçler için sadece birer koz oldu. Voltaire bu kısım için şunu söyler “Eğer hiçbir göçmen olmasaydı, icat edilmeleri gerekirdi” işin özü bu.

Üzerinde duracağımız asıl mesele ise mültecilere dönük ırkçı yaklaşımlar aslında. Bu konuda özellikle son beş yılda hem dünyada hem de Türkiye’deki artış korkunç boyutlarda. Hükümetin mülteci politikasının temeli tamamen menfaat ve koz olduğu için topluma da yansıyan yanı bu oluyor haliyle. Yani bu ülkede uzunca bir süredir sayısı hiç de azımsanmayacak kadar mültecilere yer olmadığını, mültecilerin onların istihkakını aldığını düşünen bir anlayış hakim. Ne yazık ki bu anlayış bugüne kadar mültecilere saldırı, aşağılama, hakaret ve ölüm olarak yansıdı. İşin en tuhaf ve acı tarafı ise bu anlayışın sadece hükümetin politikasının yansımasından ibaret olmadığı. Kendine “Ana Muhalefet” diyen hatta Sosyal Demokrat” diyen partinin de bu konudaki politikası pek iç açıcı, pek insani ve çözüm odaklı değil. O da mültecilerin “misafir” olduğunu ve artık evlerine geri gönderilmeleri gerektiğini savunuyor.

Evet maalesef CHP bu politikasını bir süredir gündeme getirmese de Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın ırkçı uygulamalarına ses etmeyerek alttan alta söz konusu politikasını bu şekilde sürdürüyor. Nitekim Tanju Özcan’ın yabancı uyruklu kişilere nikâh ve su ücreti fiyatlandırmasına ilişkin gündeme getirdiği maddeler Belediye Meclisi’nde oy çokluğuyla kabul edildi. Buna göre; Bolu’da yabancılar için yani mülteciler için, nikah ücreti 100 bin lira, suyun metreküpü 2,5 dolar oldu. İki ayrı maddenin ırkçılıkla ilgili alt metni şöyle; nikah fiyatları çok yüksek olsun ki mülteciler evlenemeyip dolayısıyla ‘çoğalmasınlar’ anlayışı, su fiyatları yüksek olsun ki, en temel ihtiyaç olan suya bile ulaşamayıp Bolu’yu terk etmeye mecbur kalsınlar. Zamanında HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in CHP için kullandığı “sen su vermeyen zihniyetin adamısın” lafı burada karşılık buluyor işte.

Zygmunt Bauman ‘Kapımızdaki Yabancılar’ kitabında mülteci sorununu irdelerken konuya üç temelden bakar. Birincisi medya; Baruman, medya aracılığıyla ortaya çıkan bir göç paniğinin dünyayı kasıp kavurduğu üzerinde duruyor ve bu paniğin suiistimalleri de beraberinde getirdiğine dikkat çekiyor. Bauman, insanlığın kayıtsızlığından, başkalarının acısından etkilenmeyen yığınların varlığından yakınıyor. İkincisi “güvenlik” Bauman, dünya genelinde gerek iktidarlar gerekse de medya eliyle toplumlara sürekli bir biçimde güvensiz bir dünya profili çizilmesinden duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. Ve son olarak

“Birlikte ve Kalabalık” adını verdiği üçüncü bölümde ise Bauman, hayatta kalma ve yok oluş arasındaki tercihte herkesin sorumlu olduğunu, ya hep birlikte yaşamayı başararak birbirimizi var edeceğimizi ya da “biz”e benzemeyene saygı duymayı öğrenemeyerek yine hep birlikte yok olup gideceğimizi düşünüyor. Aslında Bauman’ın ilk iki gerekçesi işin sorun olan kısmı ya da onun deyimiyle “şok” olan kısmı, üçüncüsü söz konusu şokun çözüm yolu yani hep birlikte bir çözüm bulma yolu.

Yaratılan bu panik hali toplulukların ani reflekslerle verdikleri zararların çok ötesinde artık. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın yerel de olsa mülteci politikaları bu devletin resmi bir kurumunun kayıtlarına geçmiş oldu. Dolayısıyla her türlü ırkçı kötülüğün önü ve yolu daha da genişletilmiş oldu. Kim bilir belki de yaşasaydı Bauman, “Kapımızdaki Irkçılar” olarak adlandırırdı bir sonraki kitabını. Burada ırkçılığın topluma nasıl yayıldığını, nasıl normalleştirildiğini, en asgari insani değerlerden nasıl uzaklaşıldığını anlatırdı belki de. Bizler, kapıyı çalanın değil, kapının ardındakinin dünyayı yaşanmaz hale getirdiğini iyi bileceğiz, neredeyse dünyanın her yerine nefret tohumu ekenlerin bu tohumlarının milyonlarca hayatı zehirlediğini iyi bileceğiz.

The post Kapımızdaki ırkçılar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cumartesi Anneleri ve Emine Şenyaşar’ın bize öğrettiği  https://gazetekarinca.com/cumartesi-anneleri-ve-emine-senyasarin-bize-ogrettigi/ Wed, 10 Nov 2021 06:31:27 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=188015 Cuma Daş Şöyle kapı açılıversin; eşi, çocuğu, babası ya da kardeşinden bir haber geliversin diye tam 26 yıldır, bıkmadan usanmadan, yılmadan yorulmadan bir meydanda, gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini bulmak için oturuyor Cumartesi İnsanları ya da ilk adlarıyla Cumartesi Anneleri. Annelerle başlayıp büyük bir toplumsal harekete dönüştü. Türkiye […]

The post Cumartesi Anneleri ve Emine Şenyaşar’ın bize öğrettiği  first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Şöyle kapı açılıversin; eşi, çocuğu, babası ya da kardeşinden bir haber geliversin diye tam 26 yıldır, bıkmadan usanmadan, yılmadan yorulmadan bir meydanda, gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini bulmak için oturuyor Cumartesi İnsanları ya da ilk adlarıyla Cumartesi Anneleri. Annelerle başlayıp büyük bir toplumsal harekete dönüştü. Türkiye tarihinin en uzun soluklu sivil itaatsizlik eylemi. Ahı tarihi karalayacak, direnişi geleceği aydınlatacak Cumartesi Anneleri, bir kuşağa direnmeyi ve vazgeçmemeyi öğretti. Bireysel acıların nasıl toplumsal hafızanın hesap sorma ve meydan okuma alanına dönüştüğünü öğretti. Direnmenin, hak ve adalet aramanın yitip giden canlar kadar kıymetli olduğunu öğretti.

Onların direnişinde hakikat var, her biri artık akrabasını, yakınını, canını arayan bir anne olmaktan öte, birer hakikat arayışçısı. Tarihin en karanlık zamanlarından geçtiler, nice aşılmaz yolları aştılar; biri zihnine umudu aldı, biri vuslatı, biri hatırda kalan sesleri, biri renkleri, biri kokuları… Her biri de kaybettikleri canlarından emanetti aldıkları. Onlar söz verdi bizler de şahit olacağız, direnişleri tarihe not düşecek.

Haksızlığa uğrayan herkese ilham kaynağı oldular, haksızlığı kimin ettiğini, soruların kime sorulması gerektiğini, çalınan kapılardan hangisinin doğru kapı olduğunu ısrarla ve inatla hafızaya kazıdılar.

Tarihsiz ve zamansız bir matem tutuyorlar yıllardır. Nereye gitseler matemleri orada olacak, mekanın bir anlamı varsa onlar için, kaybedilen canlarının olduğu noktadır. Yaşadıkları topraklardan çok uzaklara sürgün edilirken, göç ederken, giderken her biri ardından acısını da götürdü.

Cumartesi Anneleri, kim haksızlığa uğrasa; acılarından, öfkelerinden, direnme güçlerinden, kararlılıklarından birer tutam verdi hep. Tıpkı Urfa’da Emine Şenyaşar’a verdikleri gibi. O da, yaklaşık dört yıldır üzerinde Adalet Sarayı yazan devasa bir binanın dibinde adalet arıyor. Öldürülen iki çocuğu, eşi ve tutuklu oğlu için adalet, sorumluların yargılanmasını istiyor. O da tam 247 gündür bitmek tükenmek bilmeyen bir sabırla bir tek soru soruyor.

Adalet binasının önünde günlerce adalet için nöbet tutarak, inşaat molozlarını eşeleyerek adalet arayan Emine Şenyaşar’ın maruz kaldığı sistematik şiddet hali, Cumartesi Anneleri’ne, RoboskiAnneleri’ne Barış Anneleri’ne, Suruç Anneleri’ne uygulanan şiddetin tarihsel devamlılığıdır. Bireysel ya tekil gibi görünse de Emine Şenyaşar’ın direnişi, son günlerde hayli kullanılan “hafıza”nın nasıl toplumsal olarak da diri tutulduğunun göstergesidir. Cumartesi Anneleri’nde olan şey Emine Şenyaşar’da da aynı. Hakikati aramak. Emine Şenyaşar dört yıldır istisnasız her gün ağlıyor, döktüğü her bir gözyaşı ve toprağı eşerek göz gezdirdiği şey hakikatten başka bir şey değil.

Emine Şenyaşar’ın, her birimizin hafızasının kıyısında ya da köşesinde bir yerde değil, en ortasında durması lazım. O her ağladığında hafızamız dürtmeli bizi, o her adalet diye bağırdığında hafızamız uyandırmalı bizi. Onu her an görebilmemiz, dokunabilmemiz lazım.

The post Cumartesi Anneleri ve Emine Şenyaşar’ın bize öğrettiği  first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Başkalarının hayatı, birilerinin eğlencesi: TV’lerdeki reality showlar https://gazetekarinca.com/baskalarinin-hayati-birilerinin-eglencesi-tvlerdeki-reality-showlar/ Thu, 21 Oct 2021 06:58:23 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=186394 Cuma Daş Senaryo ve profesyonel oyuncular olmadan gerçek olay ve durumlara odaklanan televizyonculuğa ya da programlara ‘reality show’ deniyor. Bu programlar televizyonculuk noktasında dünyanın en popüler ve karlı türlerinden biri. Reality show’ların tamamı başarılı olmasa bile, özellikle günümüzde hatırı sayılır bir kültürel etkisi var. Türkiye’deki bu programların çokluğu düşünüldüğünde günün herhangi bir saatinde istemeseniz de […]

The post Başkalarının hayatı, birilerinin eğlencesi: TV’lerdeki reality showlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Senaryo ve profesyonel oyuncular olmadan gerçek olay ve durumlara odaklanan televizyonculuğa ya da programlara ‘reality show’ deniyor.

Bu programlar televizyonculuk noktasında dünyanın en popüler ve karlı türlerinden biri. Reality show’ların tamamı başarılı olmasa bile, özellikle günümüzde hatırı sayılır bir kültürel etkisi var. Türkiye’deki bu programların çokluğu düşünüldüğünde günün herhangi bir saatinde istemeseniz de maruz kalacağınız bir durum. Dünyanın dijitalleşmesiyle beraber izleyicisinin azaldığı söylense bile televizyon hala toplumu şekillendirmede önemli bir kale. Asıl merak edilen ve cevabı aranan soru; televizyonlar neden bu kadar çok reality show yayımlıyor?

Sorunun teknik cevabı oldukça basit aslında, reality showların bir televizyon için haberlere, dizilere ya da başkaca programlara nazaran gayet makul bir maliyeti var. Bu yüzden de çok tercih ediliyor. Toplumsal kültürün değer ve davranış kalıplarının içselleştirilmesinde ve mevcut toplumsal yargıların yeniden üretilmesinde önemli bir yönlendirici güç olan, artık adına geleneksel diyebileceğimiz medya; gittikçe yaygınlaşan niteliksiz, vasıfsız ve içi boş yayınlarla, bahsi geçen etkisini Türkiye gibi ülkelerde hala önemli ölçüde koruyor. Bu geleneğin en hızlı koşanı televizyonlar ise kitleleri yönlendirme konusunda sahip olduğu gücü daha etkili bir şekilde kullanmayı hala iyi yapıyor. Yukarıda sorduğumuz ve teknik cevabı basit olan ancak ideolojik sayılabilecek cevabı bir hayli zor soruya gelelim.

Devletler ya da iktidarlar, teknolojinin baş döndüren hızına ayak uydurmaya, kontrolü elinde tutmaya çalışsalar da hala özellikle iktidarların temel geçim kaynağı televizyonlardır. Mesela Türkiye klasmanında ülkelerde sadece bir gün televizyon izleyin o ülkede hangi partinin, hangi ideolojinin iktidarda olduğunu anlarsınız. Türkiye’de kamu yayıncılığı yaptığını iddia eden TRT’ye bakın mesela şıp diye anlarsınız. Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran özelliği özel kanalların rengini gereğinden faza belli etmesi. Söz konusu zor soruya ideolojik dememin nedeni, bugünün Türkiye’sinde televizyonlarda yayınlanan hiçbir programın masumane ve kontrol dışı bir yayın olmadığı gerçeğidir. Tekrar reality showlara gelecek olursak, dikkatinizi çekmiştir mutlaka, bu programların büyük bir bölümü kadın temalıdır. Aynı zamanda kadın üzerinden aile temalıdır. Kadın cinayetlerinin, kadına dönük şiddetin her geçen gün arttığı bir dönemde bu programlarla iki şey tetikleniyor. Birincisi cinayet ve şiddet olguları sıradanlaştırılıyor, ikincisi aynı olgular dolaylı ya da doğrudan perdeleniyor.

Büyük çoğunlukla aile içi şiddet, kadına şiddet, boşanma, tecavüz, aldatma, evlenme gibi konular işleniyor. Bu programlar sunucuların adının eklendiği, edebi bir sos döküldüğü isimlerle yayınlanır. Sunucular bu şekilde medyatik olurlar ya da zaten medyatik olan kişilerdir. Mesela daha önce, bir haber kanalında ABD’nin Ortadoğu planlarını anlatan bir sunucu bir bakmışsınız bu tür programlarda boy gösteriyor. Temel amaç başka insanların hayatlarını sansasyonelleştirme, duygusallaştırma, kişiselleştirme, gizemlileştirme, kurbanlaştırma vb. gibi öğelerle mahremiyet adına hiçbir ilke hesaba katılmayarak, izleyici eğlendirmek, uyutmak, oyalamak, televizyon sahibini ve kendini zenginleştirmektir. Bu tür programlarla kodlanan popüler kültür, egemen söylem aracılığı ile çoğu kez ırkçı ve ayrıştırıcı dili de inşa ediyor. Medya
aracılığı ile oluşturulan algı, tüketim kültürü bağlamında aktif bir rol oluşturmaktadır. Tamamı yargının olması gereken konular, saatlerce özel hayatın gizliliği ilkesinin ayaklar altına alındığı parlak stüdyolarda yayınlanıyor. Şık giyimli popüler sunucuların tek görevi kendilerine ayrılan saatler dahilinde, gerçek kişileri ve hayatları sanal bir dünyada tutmak. Kendilerine ayrılan süre sona erdiğinde, sanal dünyanın içine çektikleri gerçek hayatların nasıl çöktüğünü, bu çöküntüden nasıl bir enkaz kaldığını pek düşünmezler.

İşin bir diğer boyutu olan, söz konusu programlarda bahsi geçen kişilerin ve haytaların kurmaca olduğu iddiası. Durum böyle de olsa akis de olsa karşımızdaki tablo oldukça vahim. Her iki durumda da temel bazı öğeler eve amaçlar yerini korur. Toplumsal değerlerin yozlaştırılması, kadın, aile, kültürel kodlar, ideolojik enjeksiyon… Bütün bu kavramlar her iki durumda da kullanılmış oluyor.

The post Başkalarının hayatı, birilerinin eğlencesi: TV’lerdeki reality showlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Barınamıyoruz https://gazetekarinca.com/barinamiyoruz/ Fri, 01 Oct 2021 07:52:33 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=184368 Cuma Daş Türkiye’de anayasada barınma hakkı ile ilgili şu maddenin bu fıkrası şöyle diyor klişesine hiç girmeden, hemen hemen kendine demokratım diyen dünyadaki her ülkenin anayasasında konut ve barınma hakkı başlığıyla; herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan onuruna yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir gibi bir madde vardır. İşin buraya kadar olan kısmı teori, […]

The post Barınamıyoruz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Türkiye’de anayasada barınma hakkı ile ilgili şu maddenin bu fıkrası şöyle diyor klişesine hiç girmeden, hemen hemen kendine demokratım diyen dünyadaki her ülkenin anayasasında konut ve barınma hakkı başlığıyla; herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan onuruna yakışır biçimde konut ve
barınma hakkına sahiptir gibi bir madde vardır. İşin buraya kadar olan kısmı teori, peki pratikte durum ne, tam olarak neler oluyor?

Malum, hem dünyada hem de Türkiye’de pandemiden dolayı uzun bir süre sonra okullar yeniden yüz yüze eğitime açıldı. Özellikle üniversiteleri ve üniversite öğrencilerini geçen iki yılda çok az duyduk. O hengamede kimse bahsetmedi akademiden, üniversite öğrencilerinden vs. Bu, hükümetin aslında özel olarak da bahsetmek istemediği bir durumdu. Zira üniversiteler bir ülkenin en önemli dinamiklerindendir. Tarihi örnekleri çok olan, gerektiğinde toplumsal bir itiraza, toplumsal bir harekete dönüşebilecek enerjinin kaynağıdır.

Türkiye’de özellikle son beş yıldır hayatın her alanında hissettiğimiz baskı, akademiyi ve üniversite öğrencilerini sindirmiş gibi gözükse de, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bu yılın ilk ayında kayyım rektör Melih Bulu’ya karşı itirazı kısa sürede yankı uyandırdı ve bu itiraz kendi deyimleriyle kayyımlık binası önü başta olmak üzere her yerde yankılanmaya devam ediyor. İşte AKP’nin en çok korktuğu şey de tam olarak bu kelime “itiraz”. Kimse hiçbir şeye, hiçbir koşulda itiraz etmesin istiyorlar. Ancak şimdi karşılarında, kendi seçmenlerinin dahil canını yakan bir itiraz gerekçesi var: barınma meselesi, dolayısıyla ekonomi.

Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun yurtlarının öğrenci sayısının yaklaşık yüzde 9’unu karşılayacak kapasitede olması, pandemi sürecinde kapanan özel yurtlar nedeniyle yatak sayısının azalması ve kira fiyatlarındaki ciddi artış yüzünden üniversite öğrencileri kalacak yer bulmakta büyük sıkıntı yaşıyor. Bu nedenle 19 Eylül’de önce sosyal medyada #Barınamıyoruz diye bir gündemle karşılaştık, hemen ardından sokaklarda, parklarda aynı gerekçeyle üniversite öğrencileriyle. Talepleri çok insani ve çok basit.

Hükümete, “yurtta, apartta, evde kiraları düşür” diyorlar. Bu, hepsi bu. Ancak hükümet kanadından gelen cevaplar hem şaşırtıcı değil hem de, göreve geldiği günden bu yana toplumsal sorunlarla başa
çıkamama, çözememe halini biraz daha su yüzüne çıkardı. En tepedeki isim Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi bu kez önce açıklama. Erdoğan, “Son günlerde üniversite öğrencileriyle alakalı maalesef çok çirkin bir kampanya sürdürülüyor. Neredeyse 1 milyona yakın yurt kapasitesine sahip olan bir iktidarız. Ve bunu görmeden maalesef yalan, yanlış, hiç ilgisi alakası olmayan kişileri güya bankların üzerine yatırarak Türkiye’de şu anda yurt yokmuş diye, bu tür yalan yanlış kampanyalar sürdürülüyor. Yalan söylüyorsunuz, hayatınız yalan” dedi. Bu imayı bir yerlerden hatırladık değil mi? Kısa süre önce orman yangınları için yardım isteyenlere ‘Türkiye’yi yardıma muhtaçmış gösteriyorsunuz’ diye kızmıştı ya Erdoğan, o mesele bu da. İşin ilginç yanı bu ve buna benzer eylemler Erdoğan’a hep Gezi Parkı’nı çağrıştırıyor. Zira Erdoğan öğrenciler için, “Sözde öğrenciler, Gezi Parkı’nın başka versiyonu” ifadelerini
kullanmasının ardından öğrenciler gözaltına alındı.

Aynı ölçüde şaşkınlık yaratmayan bir açıklama da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan geldi. Soylu da ‘barınamıyoruz’ diyerek eylem yapan öğrenciler için “Bunların daha ziyade sol marjinal gruplara müzahir olduğu belirlendi. Bunların da 6’sının PKK/KCK, 6’sının MLKP, 5’inin TKKKÖ, 2’sinin TKP Kıvılcım, 1’inin FETÖ/PDY, 1’inin TKİP, 1’inin DKP, 4’ünün de ‘beni çok seven’ LGBTİ üyesi olduğu tespit edildi.” İfadelerini kullandı. O çok alışık alışık olduğumuz “iltisak” yerine de “müzahir” kelimesini kullandı. Oldukça ikna edici bir açıklama.

Sözün özü, binbir emekle çalışıp, bir şekilde ülkenin herhangi bir yerinde üniversite kazanmış, yeni hayatın planlarını, hayallerini kuran, ancak geldikleri yerde barınma sorunlarına çare bulunması için itiraz eden gençleri ülkenin cumhurbaşkanı yalancılıkla, içişleri bakanı da birden çok örgüte “müzahir”
olmakla suçluyor. Öyle bir düzen kurdular ki, bu düzenin yarattığı ekonomik krizin faturasını emekçiler ve emekçi çocukları ödüyor.

Elbette öğrencilere destek olmak için bazı kurumlar, partiler devreye girdi, önemli ölçüde dayanışma gösterdi ancak bu durum kalıcı bir çözüme değil geçici bir perdelemeye neden olur. Hükümete, devlete bunun çözümü için ısrarcı olunmalı, bu sorunun ilk ve tek muhatabı devlettir. Yani eğitim bir ayrıcalık değil, temel bir insan hakkıdır. Üniversite öğrencilerinin insanca yaşayabilecekleri barınma hakkı ki buna beslenme hakkı da dahil, anayasal bir haktır. Hiçbir öğrenci fikirlerinden, yaşam tarzından ve
etnik konumundan dolayı iktidara yakın çeşitli dini grupların yurtlarına mecbur bırakılamaz.

Ve elbette bir devletin, bir iktidarın önceliği, lüks konut, en fazla beş yıl sonra atıl duruma düşecek kamu binası yapmak değil, öğrencilerin barınma ve yurt sorununa acilen çözüm bulmak olmalıdır.

The post Barınamıyoruz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Apê Musa’sız 29 yıl https://gazetekarinca.com/ape-musasiz-29-yil/ Mon, 20 Sep 2021 08:09:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=171218 Cuma Daş 20 Eylül 1992, Diyarbakır’ın yakıcı sıcağının ve yakıcı gündeminin hiç feraha ermediği bir sonbahar günü. O gün, Âşık Zamani’nin mısralarına döküldüğü gibi “Bir çınarı devirdiler Diyarbakır toprağında”. Kürtlerin Musa Amcası, Apê Musa’yı katlettiler. Diyarbakır o tarihten önce de sonra da o soğuk, kan donduran, ânı silikleştiren, insanı elden ayaktan kesen o manşeti çok […]

The post Apê Musa’sız 29 yıl first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

20 Eylül 1992, Diyarbakır’ın yakıcı sıcağının ve yakıcı gündeminin hiç feraha ermediği bir sonbahar günü. O gün, Âşık Zamani’nin mısralarına döküldüğü gibi “Bir çınarı devirdiler Diyarbakır toprağında”. Kürtlerin Musa Amcası, Apê Musa’yı katlettiler. Diyarbakır o tarihten önce de sonra da o soğuk, kan donduran, ânı silikleştiren, insanı elden ayaktan kesen o manşeti çok okudu maalesef; Vedat Aydın’ı katlettiler, Tahir Elçi’yi katlettiler, Kemal Kurkut’u katlettiler… Diyarbakır’ın göğsünde, daralan sokaklarda çokça yaşamı çaldılar.

Musa Anter 72 yıllık ömrünün büyük bölümünü, Kürt diline, sanatına, kültürüne, basınına ve tarihine adadı. Onu anlatmak, ya da ondan bahsetmek isteseniz “Musa Anter budur” diyebileceğiniz tek bir yönü olmadı hiç, sadece bir alanla yetinmedi hiç. Hep daha fazla insana nasıl ulaşabilirim, Kürt gerçeğini daha başka nasıl anlatabilirim çabası içinde oldu. O nedenledir ki onu; kah bir filmde Kürt tarihini anlatan bilge bir karakter rolünde, kah Kürtlerin hayatını anlatan bir hikaye kitabının yazarı olarak, kah resmi ideolojiyi iki mısrasıyla, iki benzetmesiyle rahatsız eden bir şair olarak, kah yoktur denilen bir dilin ezgilerini ısrarla ıslıkla çalan bir sanatçı olarak, kah “tarihi belgedir” diyerek ince ince dokuduğu haberler yapan bir gazeteci olarak gördük. Tamamlanması gereken ne varsa yaptı, eksik kalan ne varsa tamamladı. Her yere koşturdu. İşte bütün bu özelliklerinden dolayı Kürt bilge dediler ona.

Diyarbakır’ın ortasında vurulduğunda, onu vuranlar her şeyin bittiğini zannetti, ancak o öyle bir iz bırakmıştı ki; çalışmaları ve açtığı ışıklı yol Özgür Basın’ı doğurdu, Kürt gazeteciliği için yeni bir çığır açtı. 1992’den sonraki her sene onlarca kişi ondan ilham alarak gazeteci oldu. Bir sanatçı olarak yazdığı hikayeler, inatla ve ısrarla çaldığı ıslık, sahnelerde sanata dönüşerek çağını ve sınırlarını aştı, yasaklansa da yazdığı şiirleri bir uyanışa, bir irkilmeye vesile oldu.

Artık onunla özdeş olan ve hala mezarının yanı başında duran kendi elleriyle diktiği çınar ağacı nasıl ki Stilîlê’ye kök saldıysa; fikirleri ve emekleri de Kürtlerin hafızasının ve yüreğinin en kıymetli köşesine kök saldı. İşkence, gözaltı, dava, soruşturma, baskı, tehdit, hapis ve sonu katledilmek olan koca bir ömrün tamamını direnerek yaşamak kolay olmasa gerek. Kalemini yerde bırakmayan ardılları onu bir kere daha anıyor. Onun anısına olan bağlılıkla, daha çok haber yapıyorlar, gerçek olan ne varsa söylemekten geri durmuyorlar.

29’uncu yılında bir kez daha saygıyla anarken Apê Musa’yı son söz yine Aşık Zamani’nin olsun.
“…
Mezarında 3 gül açtı sarı yeşil ve kırmızı
Sen ölmedin yaşıyorsun ak saçlı barış yıldızı
Apê Musa Apê Musa seni vuran kanlar kusa.”

The post Apê Musa’sız 29 yıl first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sosyal medyaya sansür çalışmaları ve diyanet ilişkisi https://gazetekarinca.com/sosyal-medyaya-sansur-calismalari-ve-diyanet-iliskisi/ Thu, 09 Sep 2021 07:27:05 +0000 https://test.gazetekarinca.com/?p=8459 Cuma Daş AKP iktidar olduğu günden bu yana, canını sıkan bir konu hakkında bir işe koyulacaksa, o işin isminin reaksiyon yaratmaması için de ayrıca mesai harcıyor. Mesela bir işyerine, üniversiteye ya da belediyeye kayyım atayınca buna “görevlendirme” diyor, gıdaya, yakıta, otomobile vs. zam yapacaksa buna “güncelleme” diyor, gazeteye, televizyona, sosyal medyaya sansür uygulayacaksa buna da […]

The post Sosyal medyaya sansür çalışmaları ve diyanet ilişkisi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

AKP iktidar olduğu günden bu yana, canını sıkan bir konu hakkında bir işe koyulacaksa, o işin isminin reaksiyon yaratmaması için de ayrıca mesai harcıyor. Mesela bir işyerine, üniversiteye ya da belediyeye kayyım atayınca buna “görevlendirme” diyor, gıdaya, yakıta, otomobile vs. zam yapacaksa buna “güncelleme” diyor, gazeteye, televizyona, sosyal medyaya sansür uygulayacaksa buna da “düzenleme” diyor. Bu her üç icraatı da uzunca süredir sıkça yaşıyoruz. İktidarın son günlerdeki anahtar kelimesi “düzenleme”. Bununla herkes çok sık karşılaşacak zira her bireyi ilgilendiren bir mesele.

Hükümet yaklaşık 1 yıl aradan sonra sosyal medyaya yönelik yeni bir “düzenleme” için hazırlık yapıyor. Geçen yıl Ekim ayında yürürlüğe giren sosyal medya yasasının ardından, şimdi de “yalan haber ve dezenformasyonla mücadele” gerekçesiyle, hem sosyal medya kuruluşları hem de kullanıcılara yönelik yaptırımlar gündemde. AKP, yıllarca özenle kendi medyasını kurarken özellikle 2016’daki darbe girişiminden sonra geleneksel medyanın neredeyse tamamını kendine çekti. Cemaatle ilişkisi olsun olmasın onlarca muhalif TV, gazete ve radyoyu kapatarak, tek sesli bir medya yarattı. Böylece kendi kontrolü dışında, kendisinin istemediği hiçbir şey haber olmayacak, olacaksa da direktifleri dahilinde olacaktı. Yöntem, şekil olarak Türkiye ve dünya tarihinde örneğine sıkça rastlanan bir yöntemdi ancak zamanlama açısından artık bu yöntemin pek de bir etkisi yok. AKP’nin ya hesaba katmadığı ya da güç yettiremediği bir konu vardı o da; içinde olduğumuz çağ.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta sevmediğini, onaylamadığını söylediği sosyal medya çok kısa sürede tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de muazzam bir itiraz alanı oldu. Hükümetin tüm çabalarına rağmen, insanlardan saklamaya çalıştığı ne varsa sosyal medyada anında gün yüzüne çıkıp itiraza dönüşüveriyor. Bu döngüyü yıllardır sayısız örnekte gördük. Her örnekte de sosyal medya ile ilgili mevcut yasanın kapsamını biraz da açarak işini kolaylaştıran bir madde daha iliştiriyor.

Türkiye son olarak bir ay öncesine kadar büyük afetlerle sarsıldı. Yangından, sel felaketlerine onlarca insan hayatını kaybetti. Özellikle orman yangınlarında nerdeyse her gün direkt Erdoğan’a ve AKP’ye yüksek sesle itiraz edildi. Hükümet yıllarca her türlü yolu deneyip sokakların sesini kısınca her şey yolunda sandı ancak her bir insanın cebinde olan sokak etkisi kendini gösterince, buna da bir çare bulmanın arayışında. Geçtiğimiz yıl bahsettiğim sokak etkisini cebe taşıyan sosyal ağların yurt dışındaki sahiplerine, daha rahat kontrol edebilmek için burada yani Türkiye’de temsilcilik açma zorunluluğu getirildi. Bu da yaraya merhem olmamış olacak ki şimdi de “yalan haber ve dezenformasyon” gerekçesiyle yeni bir kısıtlama çalışması başlatıyor. Üstelik bu kez yalnızca kurumları değil söz konusu ağları kullanan bireyler için de yaptırım olacak. Burada, en büyük sorunun “yalan haber” tanımının nasıl yapılacağı konusu olduğu tartışıladursun, bence bu konu hükümet için en kolay olanı. Mesela yıllardır cezaevlerine atılan gazeteciler Erdoğan’a her sorulduğunda “Onlar gazeteci değil, gazetecilik yaptıkları için içerde değiller” cevabını verdi. Bu bakımdan Erdoğan ya da partisi için olası bir durumda “O haber doğru değil yalan haberdi” deyip normalleştirmek çok zor olmayacak. Hasılı kelam düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda yine hareketli bir zaman tüneline girmek üzereyiz.

Gelgelelim en alakasız meseleye, Diyanet İşleri Başkanı’nı Ali Erbaş’ın açıklamalarına. Bu denklemde onu nereye koyalım, nasıl bir vasfı olabilir, ne gibi bir yetki alanı olabilir, neyin hazırlığını yapıyor hala anlaşılmış değil. Asıl görevi din hizmetlerini yürütmek olan Diyanet belli ki bu sınırlardan daha fazlasını istiyor. Sosyal medya gibi bir konuda da fetva niteliğinde açıklamalar yapabiliyor mesela.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “Sosyal medyanın kullanımıyla alakalı hukuki çerçeveyi belirleyecek yasal bir mekanizmanın ihdası ve güçlü bir bilincin inşası, ötelenemez bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.” Aynen bu cümleleri kullandı. Bu açıklamayı neden yaptı hangi dini vecibenin gereği olarak yaptı bilinmiyor ancak Erdoğan ve partisi tarafından atılan bazı adımlarda İslami referans olarak bu kurumun ve kurumun başındaki kişinin kullanılması konusu hız kazanmış gibi.

Adli yıl açılışının dualarla yapılması, Diyanet İşleri Başkanı’nın da protokolde olması eleştirilince bu kez de “İnanç insan ile Allah arasında olsun, siyasetine, adaletine, yargısına yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar” deyiverdi. Yani enteresan bir şekilde en olmadık yerlerde bitiveriyor artık diyanet. Konu ister yargı olsun, ister bilişim olsun, ister hukuk olsun, ne olursa olsun o konunun ilgili bakanlığından önce diyaneti, bakanından önce de Ali Erbaş’ı görüyoruz. Anlaşılan iktidar toplumsal sorunlarla ya da sorun olarak yorumladığı konuların çözümü ya da bastırılması noktasında artık diyanetle daha sık çalışacak. Kısa vadede diyanetin bir bakanlığa dönüşmesine de şahitlik edebiliriz.

The post Sosyal medyaya sansür çalışmaları ve diyanet ilişkisi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dersim dört dağ içinde https://gazetekarinca.com/dersim-dort-dag-icinde/ Wed, 01 Sep 2021 06:59:07 +0000 https://test.gazetekarinca.com/?p=8058 Cuma Daş Dersim dört dağ içinde/Gülü bardağ içinde Böyleydi Dersim’in kadrini bilen şarkının ilk sözleri. Dersim’i koruyan, saklayan o dört dağ yaklaşık iki haftadır cayır cayır yanıyor. O dağlarda filizlenen ağaçlar yanıp küle döndü, ağaçları yurdu edinen, evi barkı bilen Dersim’in dağ keçileri, keklikleri, kaplumbağaları, kelebekleri, kurdu, kuşu; hepsi canından, evinden barkından oldu. Doğal alanlar […]

The post Dersim dört dağ içinde first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cuma Daş

Dersim dört dağ içinde/Gülü bardağ içinde

Böyleydi Dersim’in kadrini bilen şarkının ilk sözleri. Dersim’i koruyan, saklayan o dört dağ yaklaşık iki haftadır cayır cayır yanıyor. O dağlarda filizlenen ağaçlar yanıp küle döndü, ağaçları yurdu edinen, evi barkı bilen Dersim’in dağ keçileri, keklikleri, kaplumbağaları, kelebekleri, kurdu, kuşu; hepsi canından, evinden barkından oldu. Doğal alanlar bir bir yok oldu.

Dersim coğrafyası biyoçeşitlilik ve yer üstü kaynakları açısından büyük bir zenginliğe sahip bir coğrafya. Bu eşsiz zenginlik orman yangınları ve yangınlara yetersiz ya da geç müdahale sonucu yok olmakla yüz yüze.

Tam 13 gün boyunca yandı ormanlar. Bu süre zarfında hiçbir resmi ağızdan ne bir ses ne de seda çıktı. Müdahale etmedikleri gibi müdahale etmek isteyenler de engellendi. Günler sonra iktidar kanadından Dersim ormanlarının yanmasıyla ilgili tek temas ya da tek müdahale, adının önünde “Dr.” unvanı olan il başkanının photoshop ile yangın bölgesine uçak eklemek oldu. Evet bu bir şaka değil, günlerce yanan ormanlara koskoca hükümetin tek müdahalesi bu. Peki bir devlet ormanların haftalarca yanmasını, insanlarının zarar görmesini, o ormanlarda yaşayan canlıların zarar görmesini, doğanın dengesinin bozulmasını neden sadece izler?

Başka devletlerin gerekçeleri ya da gerekçesi nedir bilmiyoruz ama Türkiye’nin gerekçeleri de sebepleri de gayet açık. Hatta hiçbir konuda bu kadar şeffaf değildir. Hatırlayalım bir iki hafta önce Akdeniz ve Ege’de yaşanan orman yangınlarına da günlerce sessiz kalan, Cumhurbaşkanından ayrı, bakanından ayrı açıklamaların yapıldığı hükümet kanadı günler sonra uyandı. Orada da yangınlara en önemli müdahalesi insanlara çay fırlatmak oldu, zira çay dağıtmak bambaşka bir şey. Buralara müdahale edilememe nedenini geçmişte gördük, ilerleyen zamanlarda da göreceğimiz rant meselesi. Yani turistik betonlaşma, dolayısıyla para kazanma.

Söz konusu bölgelerin neredeyse tüm büyük şehir belediyelerinin muhalefette olması hasebiyle rakiplerini toplumun gözünde bu konu üzerinden düşürmek ve tabi ki oylarını düşürmek. Burası için daha birçok neden sıralanabilir. Ama Dersim, Bingöl ve Bitlis’teki orman yangınlarına bırakın müdahale etmeyi bu konuda günlerce bir açıklama bile yapılmamasının tek nedeni 40 yıldan fazla bir süredir buraların yanmasına perde edilen o sihirli sözcük: “güvenlik”. Bütün dünya Türkiye gibi büyük bir ülkenin orman yangınlarında sadece iki müdahale yönteminin olduğunu gördü; çay fırlatmak ve photoshop.

Muğla’dan İzmir’e Mersin’den Antalya’ya, Dersim’den Bingöl’e, Bitlis’ten Şırnak’a gölgesine sığınacak ağaç bırakmadılar. Türkiye’de özellikle son yıllarda, çıkan yangınlara günler, hatta haftalar sonra müdahale edilir, sel baskınlarında afet bölgesine günler sonra gidilir ya da hiç gidilmez, deprem bölgelerine aynı şekilde hep sonradan gidilir. Bütün bunlar bile isteye mi yapılıyor yoksa beceriksizlikten mi? Bu soru burada duruversin başımıza gelen her kötü olayda bunu soralım.

Peki o iktidar kanadından birinin ya da cumhurbaşkanının yılda bir kere fidan dikme “etkinliğini”; iki saat canlı yayınlayan, sabah, öğlen ve akşam bültenlerinde en ön sırada yer veren, ertesi gün tekmili birden aynı manşeti atan gazeteciler ne yapıyor bu ormanlar yanarken.

Her zaman yaptıkları şeyi, en iyi bildiklerini yapıyorlar, direktif gelene kadar susmayı. Susarak, görmezden gelerek, çarpıtarak, abartarak duyurmak istemedikleri ne varsa herkes biliyor. Bütün bunları yaparak toplumu, sadece kendileri ses çıkarınca önemli bir şeyler olduğuna inandırmak istiyorlar.

Ve ikinci dizesi şöyleydi şarkının; “Dersim’i hak saklasın/Bir gülüm var içinde.”

Günlerce ve haftalarca o çirkin sessizliğe rağmen Dersim’i halk koruyor, hak saklıyor.

The post Dersim dört dağ içinde first appeared on Gazete Karınca.

]]>