Ana SayfaManşetFırsatlar, sorunlar, çözümler… Üçüncü Yol ve demokratik siyaset – Doğan Amed

Fırsatlar, sorunlar, çözümler… Üçüncü Yol ve demokratik siyaset – Doğan Amed


Doğan Amed


“Bir serüven ise tarih, yaşadığımız coğrafyayı mezbele haline getirme, yaşama ruh, can ve kan veren pınarları kurutarak coğrafyayı çölleştirme tarihinden ötesi değildir rejimin serüveni…”

Türkiye’nin de dahil olduğu kapitalist sistem tarihsel bir eşikten geçiyor. Kapitalist sistem veya diğer adıyla Kapitalist Modernite’nin yapısal özelliklerinden kaynaklı krizleri ve tıkanması hiç bu kadar görünür, somut ve belirgin olmamıştı dense yeridir. Sistemin hegemon gücü olan Amerika’dan tutun sistemin en ücra köşelerine dek yayılan kriz, en çok da Türkiye gibi despot rejimlerle yönetilen ülkelerde kendisini gösteriyor.

Çığ gibi artan işsizlik ve bağlı olarak yoksulluk, her tarafı saran yolsuzluk, it dalaşından öteye gitmeyen burjuva siyasetinin lümpen bir hal alması, yükseltilen milliyetçilik, içeride ve dışarıda tek enstrüman olarak savaşın yüceltilmesi, halklara düşmanlık, kendisinden olmayanlara nefret saçılması ve daha birçok şey yaşanan kriz ve tıkanmanın somutlaşmış hali olarak önümüzde belirmiş durumda.

Herkes tarafından sorulan, merak edilen şey; bu eşiğin geçilip geçilemeyeceği, geçilecekse nasıl ve neyle geçileceği, geçildikten sonra neyle karşılaşacağımız, geçilen eşiğin eşik öncesini aratıp aratmayacağıdır.

Türlü tartışmalar, çoklu hipotezler, teoriler, kuramlar ve simülasyonlar çeşitli pencerelerden ve pandemi günlerinin can sıkıntısı (!) eşliğinde havada uçuşuyor.

Muktedirler ve “sağ”lı, “sol”lu yanaşmaları sırça köşklerinden bakıyor yaşananlara. Koltuklarına gömülüp, ellerini ovuşturarak servetlerine servet katmanın hesaplarıyla katlanan rakamları hesaplayarak, “Allah’ın sunduğu lütfu” akçeye dönüştürmeye çalışıyor.

“Yeni bir hikaye yazıyoruz” diyor muktedir. Muktedir tarafından anlatılan ve sahnelenen hikaye “yeni” diye sunulsa da, oyun eski oyun. Sahnede yok yok; tüm ihtişamıyla arz-ı endam eden kral, etrafına dizilmiş çokça soytarı, bolca yanaşma, ellerine kılıç tutuşturulmuş sarıklı-sarıksız meczuplar baş köşeyi kaplıyor her daim. Hamlet’e taş çıkartırcasına tiratlar seslendiriliyor en yüksek perdelerden.

Kimileri ücra kasaba sinemalarında aylarca aynı filmleri oynatıp kasabaya TV gelince kasabalı üzerindeki otoritesini kaybeden müflis işletmeci misali, kimileri ise ellerinden kayıp giden krallık tahtı ve tacına, geçmiş zamanlarda sahip oldukları seçkin dünyalarına yeniden kavuşmanın hayalini kuruyor; o zamanın geleceğinden emin olarak ve çok şey yapmaya gerek duymayarak. Tacın ve tahtın etrafında biteviye atılan turlar, araya konacak hatırlı kişi aramalar, “lutüf”dan pay kaparak ömrünü uzatmaya çalışmalar ile sahnenin bir yerlerinde görünür olmaya çalışıyor hala!

Beri tarafta “muhalif” tandansını bir nevi imtiyazmışçasına kimselere kaptırmak istemeyen, tüm enerjilerini kurdukları küçük iktidar adacıklarını korumaya vakfetmiş, toplumu tersinden bilinçlendirilmesi gereken yığınlar olarak gören tuhaf bir “tür” peydah olmuş durumda. Ne dedikleri, niye dedikleri, dediklerinin toplumda bir karşılığı olup olmadığını çok umursamayan, varsa yoksa şişirilmiş egoları olan bu tür, sahnede kendilerine ayrılmış  imtiyazlı köşelerden ahkam kesmekte, ezberlenmiş kalıplar, hazır şablonlar, eyleme dönüşmeyen-dönüşme derdi olmayan söylemlerle “perspektif” sunuyor olmanın yarattığı hazzın doruklarında dolaşıyor.

Sahnenin en gerilerinden bir başka aleme aitmişçesine, önceleri boğuk ve kısık, ardından da giderek yükselen sesleriyle yoksul, çıplak, aç bedenler gösteriyor kendini. Heyula korkusu kaplarken ortalığı; kat kat perdelerle kapatılıyor hemen sahne, duyulsun istenmiyor o sesler. Korkudan mıdır bilinmez, burun direklerini sızlatan kesif bir gaz kokusu kaplıyor sahneyi, en yerlisi ve en millisinden… Müstehzi gülümsemeler kaplasa da yüzleri, tebrik sırasına geçiliyor çok geçmeden.

El birliğiyle beslenip büyütülen muktedirin pornografiye dönüşen her tür lümpen şiddeti tamamlıyor sahneyi. Kimileyin kılıç, kimileyin modernite zamanı tanrılar panteonunun baş tanrısı dolar, kimileyin ise Kitab-ı Mukaddes tutuluyor ellerde. O kitap ki ahlak, vicdan ve bölüşmeyi vaaz verirdi ilk zamanlar. O bölüşmede yoksulun payına daha da yoksulluk çıksa da razıydı insanlar, zira bir “umut” idi kitaplarda yazılanlar ve her daim lazım olanlar. Şimdilerde ise elde kılıç toplu zikir törenleri ile umudun afyon oluşu kutsanmakta…

Eşiğe yaklaşım ve aşma yöntemleri

Sorunları algılayış biçimleri zihniyet dünyası ile bağlantılıdır; zihinsel dünyamız ve zihnimizin kapasitesi algılama ve çözme biçimlerini de ortaya koyar. Söz gelimi devletçi ve iktidarcı zihniyet sahibi olan biri, var oluşunu devletle açıklamaya, tüm sorunlara devlet perspektifinden yaklaşmaya, olan ve olabilecek şeyleri bu perspektifle çözmeye, devlet dışı tüm varlıkları (doğa-toplum ve tüm canlılar) yok edilmesi, ortadan kaldırılması gereken, bunun mümkün olamayacağı durumlarda ise bu tehdidi minimize ederek sistem açısından “kabul edilebilir” seviyede tutmaya çalışır.

İktidarcı zihniyet; bu amaçla topluma savaş açar, toplumun tüm dinamiklerine yönelir, yaşam alanlarını dağıtarak kendisine bağımlı hale getirir. Toplum devlete bağımlı hale geldikçe, iktidar zihniyeti ve bağlı olarak iktidarın nüfuz alanları güç ve yaygınlık kazanır. İktidar salt görünür biçim olmayı aşarak toplumun hücrelerine dek yayılır. Foucault’nun deyimiyle; biyo-iktidar olarak tüm zihinlerde ve tüm bedenlerde yer edinerek kendisini sürekli üretir.

Bu minvalden bakıldığında, varoluşunu toplum karşıtlığı ile mümkün kılan inkar rejimi açısından eşiğin açılma biçimi ve araçları dönemsel kimi nüans farklılıkları taşısa da, kuruluşundan bu yana değişmeden devam ediyor.

Türk egemenliği ve yönetim aygıtı, varlığına cevaz veren kapitalist modernitenin de ruhuna uygun olarak her daim topluma karşı kullandığı ve kendisine başarı sağladığını düşündüğü dincilik-milliyetçilik ve cinsiyetçilik silahlarını yeni biçim ve içerikler kazandırarak eşiği aşmaya, kriz ve tıkanmasını gidermeye, 100’üncü yılına “muzaffer” oluşunu kutlayarak girmek istiyor. Bu açıdan garp cephesinde değişen bir şey olmadığı gibi, böylesi bir beklenti de yok.

Beri tarafta ise soykırım kıskacında olan başta Kürt halkı olmak üzere ezilenlerin, sömürülenlerin, kadınların, demokrasi, özgürlük, eşitlik mücadelesi veren yaşam ve doğa savunucularının, haktan ve hakikatten, eşitlik ve özgürlükten yana olanların muazzam karşı direnişi ve mücadelesi var.

Ne yapmalı?

Önce bir tespit: Rejim tarafından topluma yöneltilen ve kuruluşundan bu yana kesintisiz olarak sürdürülen saldırı ve şiddet arş-ı âlâya ulaşmasına rağmen sonuç almaktan uzaktır. Toplum, bağrında taşıdığı tüm gerilik ve itildiği çürüme ortamına rağmen rejim tarafından kendisine giydirilmek istenen deli gömleğini giymeyi reddetmektedir. Özgür basın, sosyal medya, sivil toplum, demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler aracılığıyla itirazlar, canlı ve devingen tartışmalar, arayışlar devam etmektedir. Bu konuda sorun yok. Lakin ironik gelse de sorun tam da sorunun olmadığı düşünülen yerde kendisini göstermektedir. Şöyle izah edelim;

1- Muhalif cenahtaki tartışmaların odak noktası sistem içi çözüm ve alternatifler üzerinde yürümektedir. Rejimin 100 yıllık ideolojik hegemonyasının da etkisiyle yaşanan kriz ve kaosun kuruluş felsefesinden, bu anlamıyla yapısallığından kaynaklanan esas boyutu göz ardı edilmekte, sorun sistemin dişlileri üzerinden, olmadı A, B, C partileri ve/veya şahısları üzerinden sürdürülerek, tartışma ve çözüm rejimin istediği alanda, istediği sınırlar dahilinde yürütülmektedir. Oysa sorunu Erdoğan’ın gidişi, çözümü de CHP’nin veya bir başkasının gelişi üzerinden okumak ya da kodlamak tecrübeyle sabittir ki rejimin ve mevcut diktanın en çok istediği-isteyeceği şeydir. Zira sorun tek başına mevcut olanın gidişi olmadığı gibi, çözüm de egemenlik aygıtının ortaya sürdüğü-süreceği “yeni” kişi/kişiler olmayacaktır. Sorun daha derinlerde ve yapısaldır. Dolayısıyla çözümün kapsamı da daha derinlikli olmak durumundadır. Aksi durum sorunun giderilmesi olmayacağı gibi, çözümün gelişi de olmayacaktır.

Bunun neden böyle olduğunu bilmek için rejimin temel karakterine göz ucuyla bakmak bile yeterlidir. Karakterindeki tekçilik, şiddet, despotizm, nepotizm gerek rejimi kuran parti, gerekse de rejim tarafından kurulan partilerin tümü tarafından şu veya bu biçimde olduğu gibi kabul edilerek sürdürülmektedir.

Adı “Cumhur” veya “Millet” ittifakı olmuş fark etmemektedir; isimler, yüzler değişik de olsa zihniyetleri birdir ve tektir.

Bundan ötürü yapılması gereken, egemen kliklerin (AKP-MHP, CHP-İYİ Parti)  birbirlerine yönelik hamlelerini tartışıp durmak değildir.

Rejimin kurduğu-kurmak istediği oyun sahasını reddetmek, kendi oyun sahasını kurup, kendi oyun planını hayata geçirmek, bunun araç ve argümanını oluşturmak Üçüncü Yol siyasetinin-demokratik siyasetin önündeki acil işlerin başında gelmektedir.

2- Toplumsal mücadeleler tarihi göstermiştir ki tek başına ideolojinin doğruluğu, haklılık ve çoğunluk olmak, kazanmak için yeterli olmamaktadır. Bunlara eşlik edecek kapsamlı bir politik örgütlenme, sorunları yerinde ve zamanında tespit edip, müdahale gücü yaratma ve en önemlisi de birleşik bir mücadele platformu olmadan zorba rejimler yıkılamamaktadır. Kimi zamanlar yalpalama içerisine girseler dahi alternatifin kurumsallaşmamış olmasından ötürü yollarına sorunlu da olsa devam etmektedirler.

Dikta rejimlerinin toplum nazarında yaratmak istedikleri yıkılamazlık, ebed mübed algısı böyle oluşmaktadır. Oysa hakikat tam tersidir. Ebed mübed bir rejim ve sistem yoktur. Gücünün farkına varıp, bu gücü açığa çıkaramayan, örgüte dönüştüremeyen, kendi içerisinde birliğini gerçekleştiremeyen, buna bağlı olarak mücadele araçlarını yaratamayan bir toplum gerçekliği vardır ve bu gerçeklik egemen açısından güce, toplum açısından ise güçsüzlüğe dönüşmektedir.

Eş deyişle, toplumsalın örgütsüz ve dağınık oluşu enerjinin açığa çıkmasını, çıksa bile doğru yönlere kanalize olmasını engellemektedir.

Toplumun genelinin kabul etmediği, rahatsız olduğu, şikayet ettiği, alternatif aradığı bir pozisyona rağmen rejimin yoluna devam ediyor oluşunun nedenini burada aramak doğru olandır.

Çözüm mü? Çözüm ezilenlerin geçmiş mücadele deneyiminde ve gelecek tasavvurunda gizlidir. Türkiyeli demokrasi güçlerinin, kadın hareketinin, doğa savunucuları-ekolojistlerin, dinsel inanç gruplarının, sisteme muhalif tüm parti, sendika ve odaların kendi kimliklerini yadsımadan, bir diğerinin de dilini, kimliğini ve kültürünü reddetmeden Kürt hareketi ile birlikte Üçüncü Yol çizgisinde bir araya gelerek demokratik siyaseti alternatif yapacak birlikler sağlamasıdır çözüm. Seçim işbirlikleri değil kastımız, onu da barındıracak, fakat onunla sınırlı kalmayan, özgürlük tahayyülü olan, ahlaki ve politik birlikteliklerdir. 7 Haziran buna kısmi bir örnektir. Bu örnek deneyimin rejimi ne derece ürküttüğü ve paniğe sevk ettiği izahtan varestedir. Yine yanı başımızda Rojava deneyimi daha gelişmiş bir örnektir.

3- Demokratik siyaset öznesi birey ve toplumdur. Birey ve toplum ise dar alanlarda, kapalı salonlarda değil, hayatın yaşam bulduğu sokaktadır. Kuşkusuz ki sokağın kutsiyeti yoktur ve sokak fetişizmi de değildir niyet, ancak hayat ve hakikat sokaktadır ve demokratik siyasetin öznesi sokakta yaşamaktadır.

Gerek dünyadaki toplumsal mücadeleler tarihi ve gerekse de yaşadığımız coğrafya, yine görmek isteyenler için Kürt siyasal hareketinin bu günlere gelişinin tüm aşamalarında sokağın rolü önemli derslerle doludur. Ev-ev örgütlenme, komiteler, komün ve meclisler kurma ve önceleri kitlesel protesto, devamında ise talep ve en nihayetinde kendi toplumsallığının kuruluşunu ilan etme sokağın ne derece öneme haiz olduğunu göstermektedir. Sadece bu da değil, rejimin sokakta üç kişinin bile bir araya gelmesini engellemesinde, yapılan basın açıklamalarının dahi parti binaları ve salonlara sıkıştırılmak istenmesindeki dayatma, sokağın toplumsalı bir araya getirecek olma ve değiştirip dönüştürücü gücünden kaynaklanmaktadır. Zira sokak çarpan etkiye, biri milyon yapacak özelliklere sahiptir.

Bir diğer yön ise şudur; demokratik siyasete kapatılmak istenen sokakta, taşlar bağlanmakta, itler iplerini koparırcasına alanlara salınmaktadır. Resmi ve gayri-resmi güçler ile toplumun hak arayışı terörize edilmektedir. Topluma yönelik sergilenen terör, muktedir tarafından ar edilmeksizin ekranlarda fütursuzca servis edilmektedir. Pornografik şiddetten kastımız budur.

Bunu tersine dönüştürmek demokratik siyasetin öncelikli görevlerinin başındadır. Zihniyet, Örgütlülük ve Sokak diyalektiği uygun biçimde kurularak, mekanlardan sokağa inilmesi demokratik siyaset açısından ihtiyaç olmanın ötesinde, varlık meselesi haline gelmiştir.

Sonuç yerine

“Bütün mümkünlerin kıyısındayız” derken şair, bunu mu kast etmiş bilinmez, lakin siyaset daha somut olarak demokratik siyaset, mümkün kılma sanatıdır. Denilebilir ki, fırsatlar ve risklerin, sorunlar ve çözümlerin, kazanma ve kaybetmenin, var oluş ve yok oluşun iç içe olduğu bir zaman dilimi hiç bu kadar açık ve net biçimde gözler önüne serilmemişti.

Bir tarafta ırkçı ve sömürgen, kadın ve doğa, emek ve toplum düşmanı bir iktidar, öte tarafta ise halklar, kadınlar, emekçiler, özcesi bir bütün toplum.

İktidar ve toplum arasında yürütülen bu mücadelede kazanma ve/veya kaybetmeye yol açacak olan şey; zihniyet, moral ve ahlak, ideolojik ve programatik netlik, gücün sistem ve örgüte (parti-hareket-platform) kavuşması, ilkede net, politikada esnek, taktikte zengin, ittifaklarda geniş olan güçlerin daha avantajlı olacaklarını, sürece kendi amaç ve hedeflerini yansıtarak, damgalarını vurmalarının daha mümkün olduğunu belirtmek için müneccim olmaya gerek yoktur.

İçerisinden geçtiğimiz zaman dilimi, Üçüncü Yol siyaseti açısından muazzam fırsatlar sunmaktadır, yeter ki rejimin dayattığı kısır döngünün içerisine düşülmesin ve örgütlenmeye önem verilsin. Bunun için gereken şey sadece verili olanı değil, rejim tarafından gündem diye sunulanı değil, ufuk çizgimizi genişleterek, kendi gündemimizi oluşturmak ve hapsedilmek istendiğimiz oyun sahasını reddedip, kendi oyun sahamızı kurmaktır. Unutulmamalıdır ki; alternatif olma iddiasındaki siyasal hareketlerin en temel özelliği kendi gündemini oluşturabilmesi ve kendi oyun sahasını kurabilmelerinden gelmektedir.

Örnekleri uzakta aramaya gerek yoktur. Gerek Kürt siyasal hareketinin tarihi, gerekse de Türkiye emekçilerinin tarihi kendi gündemini oluşturup, kendi oyun sahasını kurma tarihidir ve bizlere zengin örnekler sunmaktadır. Yapılması gereken, bunu tüm alanlara yaymak ve kurumsal hale getirmektir.


Yazarın önceki yazıları:

Yeni bir toplumsal serencam olarak 3. Yol ve demokratik siyaset – Doğan Amed

Türk toplumunun serencamı ya da çürümenin analojisi – Doğan Amed

Hakikat karşıtlığı olarak yalan ve bir yalancının portresi – Doğan Amed


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Hasta tutuklu kardeşler: Ameliyat hakkı engelleniyor, ilaçları verilmiyor
Sonraki Haber
Çin’de bulunan fosil 240 milyon yıl önceye ışık tuttu