Ana SayfaManşetUnutmaya, sessizliğe direnmek

Unutmaya, sessizliğe direnmek


Özgür Amed


Paris’i ikiye bölen Seine Nehri, üzerindeki sayısız köprü ile her gün binlerce insan ve hikâyeyi de birbirine bağlar.

Bu nehir, Fransız devrimi ile yükselen özgürlük çığlığından, Paris’in adım adım modernitenin başkenti oluşuna; kenti saran vebadan, sanatsal şaheserlerinin doğuşuna kadar zamanın payına düşürdüğü her şeye tanıklık etti, etmeye devam ediyor.

Bugün turistler için mutlaka havası teneffüs edilmesi gereken bir yer iken, dün kıyısında balıkçılık yapan insanlar için de ekmek kapısıydı.

Seine Nehri’nin kendi halinde aktığı 14 Temmuz 1789 gecesi, bir asker dörtnala kralın kaldığı saraya doğru gitmektedir. Kan ter içinde kendini içeri atar ve kralı çağırın der.

Kral çoktan uyumuş kim bilir hangi rüyayı görmektedir…

Kralı uyandıramayacaklarını söyler saray görevlileri. Gelen haberci mutlaka uyanmasını, başka çaresinin olmadığını vurgular. Sokakta yaşananları iletince ikna olup kralın odasına dalarlar…

Krallığı boyunca ilk defa uyandırılmıştır.

Ve buna sebep olan şeyi merak ettiği bile söylenemez. Haberci asker karşısına geçer, başlar Bastille ayaklanmasının detaylarını anlatmaya. Dışarıda gerçek bir fırtına kopmakta, insanlık tarihini değiştirecek olaylar cereyan etmektedir…

Haberciyi duygusuzca dinledikten sonra odasına çekilir kral 16. Louis ve günlüğüne “hiç” yazar…

Evet, Fransa tarihinin gelmiş geçmiş en ilginç kişiliklerinden biridir 16. Louis. Yaptıkları ile değil, yapamadıklarıyla, suskunluk ve vurdumduymazlıklarıyla, tarih meleği bir sarmaşık gibi onun etrafını sarıp sarmalayarak giyotine götürürken bunu görmemesi ile tarihe mal olur. Bundandır tarih, eşi Marie Antoinette için ciltlerle biyografi bahşederken ona iki üç satır ayırır. Bazı kültürlerde ölenler için “zamanın dışına çıktı” denir.

Öyle ki, 16. Louis yaşarken zamanın dışına çıkmış ender bir şahıstır.

Düşünün, Bastille ayaklanmasının başladığı ve dünya tarihinin değiştiği 14 Temmuz gecesi, günlüğüne yazdığı kelime ‘hiç’…

Yani o gün hiçbir şey yaşanmamıştır, o gün hiç geyik vurulmamıştır avda, değişik bir şey yoktur…

Ve o ‘hiç’ dediği şeyden, kralı olduğu ülkede vatan hainliği suçlaması ile payına “giyotin” çıktı.

Giyotin günü trompetler çalıp, binlerce sabırsız insan Concorde Meydanı’nda toplanırken elleri bağlı kral önlerinden geçerek çıktı sahneye. Ve yüzyılın en büyük olayı birkaç saniyede bitti. İp kesildi, giyotin hızla indi ve 16. Louis’nin başı insan çığlıkları arasında sepete düştü!

Tam da bu anda, tam da giyotin inerken tarihin bu en önemli anlarından biri hayat bulurken, Seine Nehri’nde bazı insanlar balık tutuyordu. Yanı başlarında yükselen sesleri takmayan, kralın giyotine gidişini bile merak etmeyen ve balık tutan bu insanlar, Zweig’ın tüylerini diken diken etmektedir.

Stefan Zweig, bu kadar heyecan verici tarihi bir an yaşanırken bu insanların nasıl olurda bu kadar önemsiz bir işi buna tercih ettiklerini anlayamadığını söylüyor.

Aradan geçen yıllarda savaş ile değişen toplum gerçekliğini gözleri ile gördüğünde ise fikirleri değişmeye başlar.

Bir gazetede gördüğü bir fotoğrafı şöyle anlatır:

Olağandışılığın ortasında günlük yaşam akışını umursamazlıkla sürdürmekte ve bu –ilk bakışta anlaşılmaz gelen- eşzamanlılığı hiçbir şey bana, bir gazetede gördüğüm bir uçak resmi kadar açıkça göstermedi; son derece net olan resimde, siperlere öldürücü bir hava saldırısı gerçekleşirken, komşu tarladaki bir çiftçinin hiç istifini bozmadan atıyla tarlasını sürüşü görülüyordu; tıpkı bir zamanlar Seine kıyılarındaki balıkçıların bir kralın idamını umursamamaları gibi, çiftçi de yanı başındaki savaşı umursamıyordu.”

***

Kısa süre önce bir fotoğraf etkinliğine gittim, sunumu yapan arkadaş çektiği fotoğraflar eşliğinde mekânsal dönüşümü anlatıyordu. O anlatırken de arkasındaki perdede fotoğraflar slayt şeklinde dönüyordu. Fotoğrafları ilk gösterdiğinde özellikle bir iki tanesinden çok etkilendim, çarpıcıydılar ve bir sonraki kareyi merakla bekler oldum.

Slayt sona geldiğinde tekrar başa döndü ve fotoğraflar tekrar dönmeye başladı. Üç dört kez döndü böyle fotolar! En son dönüşte ilk gösterimde beni heyecanlandıran fotoğrafa karşı bir kayıtsızlık hissederken buldum kendimi. ‘Bunun nesini beğendim acep?’ noktasına geldim. Aslında olay basitti, her slayt tekrarında sevdiğim kareyi tekrar görmekle tüketmiştim. İlk görüş anı ile son görüş arasında koca bir fark hissetim ve açıkçası bu ürkütücüydü.

Zweig, “sürekli savaşı düşünmek, düşünmeyi yıkıyor ve zamanımız bizden olup bitenleri duyumsamamamızı talep ettiği ölçüde, artık bitkin düşen ruhumuz bu talebi gittikçe daha az yerine getirebiliyor” diyor. Fotoğraf karşısında yaşadığım durum biraz bu ritimde idi.

Fakat bu durum günlük yaşamda belki de en masum şey!

Her şeyin tepetaklak olduğu bu zamanda, yaşadığım zamanın karşısında kendimi buluyorum.

Sizi de biraz ortak etmek adına,

En son hangi duyguda ve ne ile ilgili zamanı unutmak istediğinizi hatırlıyor musunuz?

En son hangi toplumsal olayda zorlandınız, insanlığınızdan utandınız?

En son hangi konuda hissizleştiğinizi, tepki verecek halinizin kalmadığını anladınız?

En son ne zaman kendinize, çevrenize, şehrinize ve ülkenize yabancılaştığınızı hissettiniz?

Ne dersiniz?

Etrafımızda her gün onlarca şey oluyor. Hepsi de önemli, çünkü çoğunda vicdanı yaralayan, kabul edilemez nitelikte şeyler var. Çağına, aklına, yaşamına ve tutunmaya çalıştığın birkaç ilkeye aykırı olduğunu görüyorsun. Fakat hepsine yetişme fikri artık imkânsız olduğundan içsel hiyerarşiler yaratıyorsun. Sıralama ölçütleri geliştiriyorsun “önemli-önemsiz-az önemli-anlamsız” şeklinde. Bir yanın mahcubiyet diğer yanın haysiyet savaşında; ortada da sıkışmış bir hayat memat mecburiyeti!

Ya infaz memuru ya da kurban olmaya zorlandığımız bu dönemin tam ortasında, derinlerden bir çelişki gelip yakana yapışıyor: Acaba ben kötülükle uzlaşıyor muyum? Vicdanımı mı kaybediyorum? Her şeyi tüketen, günlük bir nesneye çeviren ideolojik aygıtların sıradan bir kurbanı mıyım artık?

Her gün insanların giyotine gittiği bir yerde, Seine Nehri’nde balık tutan kişi tarihin bir parçası mı değil mi?

Kral veya değil, eylemin kendisi artık tüketilmiş değil mi; sürekli kılınmış olmakla?

Bugüne gelirsek, her şeyin gasp edildiği, yalanın hakikat hakikatin yalan kılındığı, toplumsallığın tasfiye cenderesine sokulduğu, savaşın en iyi var olma iddiasına yatırım yapıldığı bir ortamda kendini yakan, kendini atan, kendini hepten bırakan insanların acısını sinik bir alaya, paranteze alabilme noktasındayız.

Zweig, içine düştüğü ikilem ile uzun süre uğraşır ve sonunda insan olduğunu hatırlar, insana dair olan şeylerin de ona yabancı olamayacağı noktasına gelir.

Yani ara sıra zamanı yaşamak için değil, unutmak için çaba harcadığını söyler.

Ve ruh halini sonuç itibariyle şöyle açıklar:

Ve ben kendime bu zamanda en çok neden acı duyduğumu sorduğumda, böylesine ölçüsüz acılar yaratan bir zamanda her şeyi birlikte duyumsayamamaktan, bu zamanın insanlarla birlikte insani acıları birlikte duyumsama gücünü de katletmesinden acı duyduğumu itiraf etmek zorunda kalıyorum.”

Peki biz ne yapacağız? Nasıl yapmalı?

Mücadele ettikçe değiştirmek istediği düzenin farklı yüzleri ile tanışan İnce Memed de bu kısırdöngüden çıkışın yolunu pes etmekte bulmuştu. Bu durumunu gören köylü Süleyman amca onu sarsarak “direnmek haktır” demişti. Memed de öyle ikna olmuştu… Meselenin kendisi değil, Memedler olduğunu fark etmişti… Ki bu kavrayış, romanın da kırılma noktasıdır!

Bugün ‘hayalini kurduk ya, artık olmaz’ noktasında olmamız elbette tesadüf değil, bir iktidar başarısı; fakat Çukurova’dan yükselen ses sanırım haklı: Direnmek de yaşamak da haktır.

Unutmaya direnmek gerekiyor, sessizliğe direnmek gerekiyor, açlığa, görmemeye, haksızlığa… İçinden de olsa bunu yapmak gerekiyor!

Galiba şimdilik bizi düze çıkaracak ender bilgilerden biri bu…




Önceki Haber
Bu kitap bir Mimar Sinan monografisi değil
Sonraki Haber
Erkek şiddeti: Ankara ve Çorum'da iki kadın evlerinde öldürüldü