Ana SayfaYazarlarDoğan DurgunKürde selamı kim verdi?

Kürde selamı kim verdi?


Doğan Durgun


Türkiye’de siyaset, son 30 yılda bir parantezin içine sıkışmış durumda. Kürtlerin kurduğu, desteklediği partiler bu parantezi açıp kapatıyor. Parantezin içini ise ‘Kürtlere kim selam verdi’ retoriği üzerinden iktidar ve muhalefetin tam 30 yıl boyunca birbirlerini suçluyormuş gibi yapıp, seçim meydanlarında, kürsülerde siyaset yapmaları olarak açıklayabiliriz.

Her şey 1991 yılında Erdal İnönü’nün liderliğini yaptığı SHP’nin HEP’le yaptığı seçim ittifakı ile başladı. Seçilen Kürt vekillerden yedisinin Paris’te Kürt Konferansı’na katılması, akabinde SHP’nin bu isimleri ihracı ile bu günlere kadar gelen siyaset dilinin temelleri o günlerde atıldı. Uzun yıllar, sağ-muhafazakâr ve milliyetçi partiler SHP’ye: “Sizin sırtınızdan meclise girdiler” eleştirisi getirerek oy toplamaya
çalıştılar. Bu eleştirilere ise SHP: “Adam olsunlar diye kendilerine bir şans verdik” söylemi ile karşılık verdi.

Kürtler cüzzamlıydı, kimse onlarla yan yana görünmek istemiyordu. Sonraları, yeni seçimler yapıldı. İttifaklar kuruldu. Hiçbir zaman merkezde siyaset yaptığını söyleyen partiler, Kürtlerle bir araya gelmedi. Nezaketen bile olsa bayram ziyaretleri yapmayanlar oldu. Dile kolay tam 30 yıldır, bu ülkenin siyaset arenasında ne işsizlik ne adil gelir dağılımı ne demokrasi, ne bilim, ne sanat, ne eğitim, ne de sağlık konuşuldu. Konuşulan tek şey, “Kürtlere selamı kim verdi?” sorusundan öteye geçemedi.

Muhalefet “sen verdin” diyerek iktidara vurduğunu zannediyor(du), iktidar aynı şeyi söyleyerek muhalefeti oyalıyor(du).

Peki Kürtlere selamı kim verdi, veriyor? Bir kesim sosyalist ve demokratik çevreler. İnanın başkasına hiç
rastlamadım. Mesela, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Yenikapı’da bir resim verildi. CHP’sinden, BBP’sine, DSP’sinden, Doğu Perinçek’ine kadar hepsi davetli ve oradaydı. Mecliste grubu bulunmasına rağmen HDP davetli değildi. Yani hem iktidar hem de muhalefet bir yalana sığınıp, o yalanın üzerine siyaset inşa ediyorlar. Çünkü hiçbiri selam vermiş değil. Üstelik bu siyaset biçiminin halka kazandırdığı bir şey de yok.

Bu tarz siyaset dili, iktidarın yapamadıklarını maskelemede bire bir. Peki, muhalefetin bu dile hala angaje olabilmesi acayip tuhaf gelmiyor mu size de? Tuhaf ama iş öyle bir noktaya geldi ki, muhalefetin artık Kürtlere, HDP’ye selam vermesi yetmiyor, beraber çay içmeleri de gerekecek. Bu o kadar kolay mı? Değil elbette. Kolay olmaması, iktidarın “ahaa bunlar selamlaşıyorlar” söyleminden kaynaklanmayacak.

Toplumun büyük kesimi bu milliyetçi ve siyaset dışı dili satın aldı. Dünyanın her yerinde milliyetçi partiler, milliyetçilik yaptıkları için ayıplanırlar. Biz de ise milliyetçilik yapmayana ne yapıldığını bilemiyoruz, çünkü milliyetçilik yapmayan çıkmadı henüz. Hal böyle olunca da Kürtler üzerinden geliştirilen beka siyaseti, her zaman kendisine çok geniş bir zeminde alıcı buluyor. Son örneğini Muharrem İnce ortaya serdi. Bir TV programında konuşan İnce, Kürtçe eğitim hakkında; “Önce pedagojik tartışacağız. Bir politikacı yapacağı işte önce bilime uygun mu diye bakar, sonra hukuka uygun mu diye bakar, sonra vicdana uygun mu diye bakar, sonra dünya görüşüne uygun mu diye bakar. Pedagojiye uygunsa bilin ki üniter devlete de uygundur. Ama pedagojiye uygun değil bu. Neden değil? Bu çok uzun bir tartışma. Ama şöyle,
fiziği, matematiği Kürtçe anlatalım demek, çocuğa şu demektir, ‘Ey Kürt kızı, delikanlısı, sen doktor ol ama İzmir’de görev yapama, sen Hakkâri’de kal’ demektir. Bunu o çocuklara yapamayız.”

Bu sözleri, Kürtlere pozitif ayırımcılık anlamında söylüyor. Utanmamazlık böyle bir şey. Hem tepeden bakabiliyorsun hem başkası adına karar verebiliyorsun. Bunları da üstelik Kürtlerden oy alabilmek için söylüyorsun. Mesela İnce, kendisine sorulduğunda ‘solcu’ olduğunu söyler. Pekâlâ 1930’lu yıllarda Almanya’da yaşıyor olsaydı, Nazilerin Eğitim Bakanlığı’nı çok güzel yapardı.

Neden böyle oluyor? Solcusu, sağcısı, milliyetçisi, İslamcısı, ulusalcısı, liberali Kürtlere ayrı ayrı sesleniyor
ama söyledikleri şaşmaz biçimde aynı oluyor. Farklı bir tını ortaya çıkmıyor. Cumhuriyet kurulurken, sonrasında şekillenirken temel motto milliyetçilik oldu. Kürtler yok sayılırken bile terbiye edilmesi gereken bir topluluk olarak görüldü. Hem yoksun hem terbiye edilmen gerekiyor. Ne enteresan ama.

Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 18 Eylül 1930 tarihinde Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada; “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!..” söyleviyle, işi terbiye etmekten çıkarıp, köleliğe kadar götürdü.

Harç böyle karılınca, günlük siyasette de bu karılan harca uygun bir dili kullanılıyor olması hiç yadırganmadı. Yadırganmadığı gibi, neden bu dili yumuşak kullanıyorsun diye birbirlerini yerden yere vurdukları çok günler oldu. Şimdi bu tablo içerisinde muhalefetin iktidara gelebilmesi için yapabileceği tek şey var. HDP’nin desteğini almak. Bunun için ne yapması gerekiyor? HDP ile görüşerek, taleplerini dinleyerek bunu kamuoyu ile paylaşarak, açık ve şeffaf bir biçimde yürütmesi gerekiyor. Hiç kolay değil.

Birincisi, böyle bir denklem olmasa HDP’ye selam bile vermezler. İkincisi, kendi ezberlerini kolayca terk etmelerini beklemek hayalcilik olur. Üçüncüsü, İktidarın bütün bu anlattıklarım üzerinden kendilerini eleştirmelerine cevap verecek cesur bir siyaset dilinden yoksunlar. O yüzden Kürtlerle eşit temelde görüşmektense, gerekirse iktidardan vazgeçerler. Kürtlerle yürümeyen solun ise gideceği yer Perinçek’in yanı olur.




Önceki Haber
Kurtarılmaya çalışılan İklim mi?
Sonraki Haber
Organize suç örgütlerine yönelik küresel operasyon