Ana SayfaYazarlarOnur YılmazRestorasyonun aracı yeşil enerji geçişi

Restorasyonun aracı yeşil enerji geçişi


Onur Yılmaz


Dünya’da enerji geçişi için büyük adımlar devletlerin oyun kuruculuğunda tüm hızıyla sürüyor. Kendi azaltım hedeflerini tutturamasa da Almanya’da en son Berlin eyaletinde 17 Haziran’daki senato kabul edilen ‘Güneş Yasası’yla artık binaların çatılarına teknik sebepler dışında güneş enerjisi kurulumu zorunlu hale getirildi.[1]

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in geçtiğimiz günlerdeki Meclis konuşması da detaylı istatistiklerle Almanya ve Türkiye’nin güneş ve rüzgar enerjisi kullanımı karşılaştırılmasına dayanıyordu. Bir ‘Güneş ülkesi’ Türkiye’nin bu alanda bu kadar geride kalması eleştiriliyordu. Kimilerini heyecanlandıran bu yönelimin vadettiği yenilenebilir enerji yatırımları AB’nin yeşil mutabakatıyla uyumlu bir programa işaret ediyordu. Son birkaç yıldır ‘yeşil treni yakalama’ derdindeki yeşil kapitalizmin greenwashing kurumu Shura ve TÜSİAD da benzer değerlendirmeler yapıyorlar. Kısa süre önce çıkan yeşil mutabakat ve enerji geçişi raporlarında Türkiye’de 2030’a kadar enerjinin % 50’sinin yenilenebilir kaynaklardan sağlanması için 12,3 milyar dolarlık yatırım gerektiği ve bu yatırımın karşılığında 3 kat gelir ve 43 bin yeni işin sağlanacağı belirtiliyor.

İklim hareketinin onca kitlesel eylemi sonucunda kimi taleplerinin yansıdığı AB’nin Yeşil Mutabakatı, pek çok başlıkta ekolojik çöküş ve iklim krizine karşı zaten yetersiz olsa da esasen, özellikle fosil sermayesinin bu enerji geçişini en az hasarla atlatmasını, hatta bu süreçten kârlı çıkmasını sağlayacak bir program. Bunun en bariz örneklerinden biri İtalya, Fransa, Portekiz ve İspanya’da salgından iyileşme fonunun 8,3 milyar Avroluk kısmının hidrojen ve ‘yenilenebilir’ gazlara harcanacak olması. Fosil yakıt endüstrisinin temsilcileri fonun bu şekilde kullanılması için bu süreçte hükümet yetkilileriyle sayısız toplantılar yaparak lobi faaliyetinde bulundu. Nihayetinde İtalya’da bu gazlar için salgında ihtiyacı oldukça hissedilen yoğun bakım ünitelerinden daha fazla para harcanıyor. Yine İspanya’da bu gazlara sağlık sistemine harcanandan %50 daha fazla kaynak ayrıldı.

AB ve ABD’deki bu hevesli hedefler ve piyasayı yönlendiren yasal düzenlemeler sürerken tam da bu nedenle itham edilen Çin başta olmak üzere Hindistan, Endonezya, Japonya ve Vietnam’da toplamda 300 GW’ın üzerinde kapasiteye sahip 600’den fazla yeni kömürlü termik santrali projesi hâlâ planlamalarda yer alıyor. Carbon Tracker’a göre bu projelerin %92’si bu enerji geçişinin doğurduğu sonuçlarla 150 milyar dolardan fazla zarara neden olacak. Bu 5 Asya ülkesi şu an dünyadaki kömürlü santrallerin dörtte üçünü barındırıyor. Bunların yarıdan fazlası ise tek başına Çin’de.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı’nın (IRENA) 2020 Yenilenebilir Enerji Üretim Maliyeti raporuna göre, 2010-2020 arasında şebeke ölçeğinde güneş enerjisinden elektrik üretim maliyeti dünyada ortalama %85 geriledi. Bu 10 yılda maliyetler fotovoltaik teknolojisinin kullanılmadığı güneş enerji sistemlerinde %68, karasal rüzgar santrallerinde %56, deniz üstü rüzgar santrallerinde %48 gerilerken jeotermal enerjide %45, hidroelektrik santrallerde ise %18 artış gösterdi. Peki, Çin dahil fosil yakıt yatırımlarını yavaşlatsalar da sürdüren ülkeler bu gidişatı göremiyorlar mı? Fosil yakıtların zaman ve mekan sınırsızlığı kazandırarak kapitalist üretim tarzına uygunluğu, altyapı sistemlerinin hala fosil yakıtlara göre olması, yenilenebilirdeki tüm bu ucuzlamaya rağmen toplam maliyetlerin henüz fosil yakıtlarla başa baş olması gibi sebepler ilk elden sayılabilir. Ancak daha geniş planda bu tartışma emperyalist kapitalizmin krizlerinden bağımsız ele alınamaz.

Dünyada enerji alanındaki bu gidişat iklim krizi ve ekolojik çöküş tartışmaları zemininde emperyalistler arası rekabette temel konulardan birini oluşturuyor ve köklü fosil sermayesinin yeni konumlanışında ekolojik çöküşü bir yönetim aracı olarak kullandığını gösteriyor. Türkiye’de de burjuva siyasetin kendi yoğun gündemi içinde henüz pek öne çıkmasa da, tarihsel siyasi ve ekonomik bağlılığın verdiği eğilimle AB ve ABD’deki yeşil programların benzerleri partilerin vaatlerinde kendine yer buluyor. Özellikle o çok beklenen seçim süreci yaklaştıkça seçim programlarının adlarının ve içeriklerinin de Batı’daki emsalleriyle aynı olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Ancak programlardaki bu enerji geçişinin bedelini kim ödeyecek? İklim krizinden kurtulmak için Türkiye işçi sınıfı ve ezilenleri bunlara gözü kapalı evet mi diyecek? AB’deki salgından çıkışta sermayeyi kurtarmak için fonların bu sahte yeşil projelere gitmesi gibi ya da Çin’de fotovoltaik üretimini artırmak için daha fazla maden, daha ağır emek sömürüsü, daha fazla fosil yakıttan elde edilen enerji gibi bir ekonomik toparlanma mı önümüzde? Tüm bu enerji geçişi ya da adil dönüşüm tartışmalarının ekolojik çöküşü yavaşlatmadaki rolü tam da burada sermayenin ödeyeceği bedelle orantılı olacaktır. İklim krizi ancak sermaye geriletildiği ölçüde çözülebilecek bir sorundur.

Sermayenin bu geçişten kârlı çıkmak için bu kadar plan yaptığı bir ortamda Türkiye siyasetinin kendine has konjonktürü içinde her ikisine de yer var. Bu, fosil yakıt ve yenilenebilir enerji arasındaki geçmişten gelen yanılsama ile örtüşüyor. Yani, mevcut iktidar demokrasiden uzaklaştı ve buna paralel ekolojik yıkım ve fosil yakıt kullanımı katlandı; muhalefetteki ikinci burjuva blok ise bir restorasyon programı önererek yenilenebilir enerjiyle birlikte demokrasiyi de getirecek. Ekolojik felaketler çağında fosil yakıtın otoriterlik, yenilenebilir enerjinin demokrasiyle eş güdümlü görüldüğü sınıfsız, tarihsiz ham hayal.

Gerçeğin bundan çok daha karmaşık olduğunu ve AKP döneminde HES dışındaki yenilenebilir enerjilerin de oransal olarak arttığını söylemeye gerek yok. Ancak Türkiye kapitalist sınıfının dünyadaki trende uygun olarak yeşil mutabakatlara yönelmesiyle AKP’nin emeği örgütsüzleştirmesi, güvencesizleştirmesi, hele de salgınla birlikte daha ağır yeni emek rejimi biçimlerine tabi tutması ve sömürgeci boyunduruğu sürdürmek için tüm savaş gücünü kullanması arasında bir çelişki yok. Yani, yeşil mutabakat ile restorasyon öneren ikinci burjuva blok, mevcut iktidar blokunun ilk fotovoltaik fabrikası, yeni YEKA’lar, ‘millet bahçeleri’, kömürden fosil gaza ufak bir pay aktarma gibi ‘mega yeşil projeleri’nin dışında bir şey söylemiyor. Bunları 5’li çete gibi ‘yandaş’ sermaye yerine tüm sermaye klikleri arasında daha adil dağıtarak yapacağını söylüyor. Yani, belki halka sesleniyor ama ikna etmek istediği esasen halk değil.

Bir yandan özellikle sanayi üretimi, ulaşım ve konutlarda ısınma-soğutma gibi sistemlerde yeni bir elektrifikasyon dalgası Batı’dan doğru yaklaştıkça sermayenin avuçları kaşınsa da tüm bu süreçte iktidarın elinde böyle bütünlüklü bir yeşil program henüz yok. Daha çok propaganda yönü öne çıkan tekil projelerle ilerliyor ki, onlar da Kanal İstanbul ve diğer büyük çaplı eko-kırım projeleri arasında zaten etkisini kaybediyor.

Elektriğe gelen son zamlarda böylesi yatırım maliyetlerinin zaten halka kesileceği de gösterildi. Emperyalist hiyerarşideki konumu ve sermaye birikiminin düzeyi gereği dış finansmana bağlı Türkiye ekonomisindeki kriz çok daha derin olduğundan temel ihtiyaç olan elektriğin nasıl üretildiğinden ve nerede kullanıldığından çok maliyetler konuşuluyor.[2] Elektriğin halen yüksek oranlarda fosil yakıtlardan üretildiği Türkiye’de bir yandan güneş, rüzgar, jeotermal için sermaye teşvikleri sağlanırken Karadeniz’de yeni bulunan fosil gazının mucize bir şekilde 2-3 yıl içinde kullanıma sokulması için devasa kaynaklar ayrılmaya devam ediliyor. Bir yandan bu elektrifikasyon dalgasının gerekliliği konuşulurken kış sıcaklıkları fosil gazla ısınmayı gerektirmeyecek kadar ılıman olan iller dahil 81 ilde konutlara fosil gaz altyapısı götürülüyor.

Hem yenilenebilir hem fosil yakıtın arttığı, ancak yenilenebilir enerjinin oranının arttığı Türkiye gibi ülkelerde tam da bu nedenle yeşil mutabakatlar daha da sulandırılmış halleriyle gelecek. Bu nedenle onaylamamada son 5’e kalınan Paris Anlaşması’nda iktidarın bir acelesi yok. Azaltım hedeflerini neredeyse hiçbir şey yapmadan tutturacak olan Türkiye’nin önkoşul olarak dayattığı yeşil fonlara erişim hakkını elbette burjuva restorasyoncu Akşener de savunacaktır. Tüm bu bahsettiğimiz konuların daha geniş bağlamlarını bir yazıda kurmak elbette mümkün değil; ancak ‘iklim popülizmi’nde tartışma hiçbir zaman iklim krizini çözmekle ilgili olmadı. Gezegeni, ülkeyi mahveden sermayenin akışına göre yeşil hayaller satan bu tartışmalardan sıyrılmanın, yeşil talepler-haklar ekseni dışında iklim krizini toplumsal mücadelenin bir parçası haline getirmenin zamanı geldi.


  1. Yapılan çalışmaya göre şehirdeki binaların çatılarından halihazırda 100 MW enerji elde edilirken yeni yasayla birlikte kurulu gücün 4.400 MW’a ulaşması öngörülmekte ve şehrin elektrik ihtiyacının % 25’inin güneş enerjisiyle karşılanması hedefleniyor.
  2. 1 Temmuz 2019’da 62 kuruş olan konutlardaki elektriğin kWh bedeli tam 2 yıl sonra 92 kuruşa yükselmiş durumda. Gündüzleri 2 yetişkinin işte sayıldığı 4 kişilik bir evin standart beyaz eşyalar, tasarruflu ampuller, 1 televizyon ve diğer küçük elektronik eşyalarla aylık elektrik kullanımının asgari yaklaşık 100-150 kWh olduğu kabul edilirse fatura en az 92-137 lira arasında tutuyor.



Önceki Haber
Beraber yürünen yolun kanlı ayrılığı: 15 Temmuz
Sonraki Haber
Çin’de otel çöktü: Sekiz kişi hayatını kaybetti