Forum - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Fri, 13 Jan 2023 10:02:43 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2020/07/cropped-karincalogo-512x512-1-32x32.jpg Forum - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Akışkan Kötülük: Mayınlı arazide mecburi yürüyüş (mü?) https://gazetekarinca.com/akiskan-kotuluk-mayinli-arazide-mecburi-yuruyus-mu/ Fri, 13 Jan 2023 21:01:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=238268 Kötü/lük hakkında konuşmak zor. Çünkü kendine yeten bir şey. Düşününce kırık ayna misali birçok koldan akın ediyor beyne. Onlarca bağlam, yüzlerce şekil… Bir merkezi olan ama dokunduğu, vardığı yer itibariyle pek sınır çizilemeyeceğini düşündüğüm bir mefhum. Bizimle var olduğundan, haliyle bizim de doğuştan kötü olduğumuzu söyleyen; sonradan edindiğimize ve özümüzün bu olmadığına uzanan çokça görüş […]

The post Akışkan Kötülük: Mayınlı arazide mecburi yürüyüş (mü?) first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kötü/lük hakkında konuşmak zor. Çünkü kendine yeten bir şey. Düşününce kırık ayna misali birçok koldan akın ediyor beyne. Onlarca bağlam, yüzlerce şekil… Bir merkezi olan ama dokunduğu, vardığı yer itibariyle pek sınır çizilemeyeceğini düşündüğüm bir mefhum. Bizimle var olduğundan, haliyle bizim de doğuştan kötü olduğumuzu söyleyen; sonradan edindiğimize ve özümüzün bu olmadığına uzanan çokça görüş var. Şiddet kavramını da çokça çağrıştırıyor bende. Her açıdan yaklaşacağın bir patikaya sahip. İnsanın kendini yitirmesidir diyen psikanalistlerden, iyiliğin yokluğu olarak ifade edilen okumalara dek geniş bir spektrum var.

Günlük yaşamdan kritik sorumluluk alanlarına, bir halkın kaderinden mitolojik kalıntılara uzanan bu güncel konuya dair bilim, felsefe, edebiyat, sosyoloji ve bilumum alanlar; yani düşünce tarihi de sürekli katkı yapıyor. Habil-Kabil çatışması olsun, ilk edebi kurgular ve trajediler olsun, insanlık tarihi içinde sırtını bu temaya yaslamayan ürün yok gibidir. Dinler, mitler, sosyal ve toplumsal inşalar, ideolojiler vs. hepsinin çıkışını buradan kurması tesadüf değil, çünkü o bizim bir parçamız.

Yeni bir kötülük türü olarak: Akışkan Kötülük

Bu yazıda, tam da bizden bir parça olana yabancılaşmamak üzere, anlama çabalarından birine, yeni bir kötülük türüne sosyolog Zygmunt Bauman’ın “Akışkan” teorisi üzerinden bakmaya çalışacağım.

Bauman, “Akışkan Kötülük” ve onun doğasına bizi davet ediyor. Kötülüğün kendisini bir de bu yaklaşım üzerinden anlamlandırın diyor. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitap (2022, 224 sf.) zengin bir tartışma yürütüyor.

Giriş mahiyetinde belki Bauman ile özdeşleşen ‘akışkan’ perspektifine bir iki kelam etmek iyi olabilir.

Kimliğin anlam kaybına uğrayarak parçalanmış tüketici kimliklere yol açtığı, insanların büyük kalabalıklar halinde dolaşıma girdiği, ekonomik belirsizliğin her şeyi zapt ederek iş ve emeği güvencesiz kıldığı bir tabloda, her şeyin değişken, belirsiz olup risklerle dolduğu bir atmosfer, yeni bir modernite aşamasını imler ve adı da akışkan modernitedir.

Katı moderniteden akışkan moderniteye geçiş, Bauman’a göre, “yoğun ve birbiriyle bağlantılı ekonomik, siyasi ve sosyal değişimlerin birleşmesinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda “dünyanın kompulsif, obsesif ve bağımlılık yaratacak bir biçimde yeniden şekillendirilmesi”dir.

Bauman’a göre ulus devletlerin iddia ettikleri yalanların ifşa olması, küresel bir dünya düzeninin hâkim olmasıyla birlikte merkezi yapıların dönüşüme uğraması ve otoritede el değişimi, teknolojinin dönüşümü, risklerin öngörülemez hale gelişi, nüfus artışı ve insanlığın bir artık hale gelmesi gibi temel etmenler akışkan teorinin temel taşlarıdır.

Çok uzatmadan bir tarafta durağanlık, öngörülebilirlik, tasarım, kesinlik varken diğer tarafta hareket, belirsizlik, değişim ve öngörülemezlik bulunuyor.

İşte Bauman ve onunla tartışma yürüten Leonidas Donskis, bu iki form içinde ‘kötülük ve biçimlerini’ anlamaya çalışıyorlar.

Temel iddiaları şu: Akışkan kötülük ve modern biçimleri, parçalar halinde sunulmuş, toz haline getirilmiş, kopuk ve yaygın olmaları itibariyle muhtemelen tarihteki diğer kötülük tezahürlerinden daha tehditkâr ve daha haindir…

Akışkan kötülüğün tehlikeleri!

Peki bu kavramı nasıl tanımlamak gerekiyor? Esas tehlikesi nedir?

İkinci sorudan başlamak daha faydalı olacak, çünkü hepimizi ilgilendiriyor.

‘Akışkan kötülük, kılık değiştirmek açısından müthiş bir kapasiteye sahiptir ve insanların bütünüyle fazla insani kaygılarını ve arzularını çarpıtılmış iddialarla ama çözülmesi ve karşı çıkılması son derece güç iddialarla kendi çıkarına kullanması açısından çok başarılıdır. Akışkan kötülük, iyiliğin ve sevginin görünümüne bürünür.

Akışkan kötülük, birçok durumda bir düşmandan ziyade yardım etmeye hevesli bir dostmuş gibi görünmeyi başarır.’

Kitabın kanımca en önemli tezi olduğu için dost gibi görünen tehditleri Bauman’ın sözleri ile biraz daha açmak istiyorum.

‘Katı cisimler tabiri caizse alanı belli, sınırlı ve dolayısıyla şeklini koruyabilen yapıdayken; akışkanlar akar, dökülür, ıslatır, sıçrar, sızar, taşar, püskürür, damlar, kaçak yapar, yayılır ve katı cisimlerin aksine kolaylıkla durdurulamazlar. Bazı engellerin etrafından geçerler, bazılarını çözerler ve başka engelleri de ıslatır ve delerler. Katılarla karşılaşmalarından zarar görmeden çıkarlar, karşılaştıkları katılar ise katı kalsalar bile değişirler, ıslanırlar veya nemlenirler.’

Görünürde etkilenmemesine rağmen, yani katı kalsa bile değişmesi, ıslanması ve nemlenmesi; sonu belli bir yolun başlangıcıdır ve hiçbir şekilde durdurulamaz. İşte en sinsi tehlike bu…

Tam da burada popülizm ve aşırı sağın yükselişi düşünülebilir. Çünkü popülizm, her şeyden önce şahsi unsurların toplumsal unsurlara dönüşmesi, demokrasi kılıfı altında faşizme varılmasıdır. Bauman siyaset ve toplumsal kategorilere daha yoğun seslenirken, tehlikenin sınırlarını çizmesi öncelikli durum oluyor. Daha da formülize edersek ‘bu ölümcül zehir ikiyüzlülükle hayatın güçlüklerine karşı kendini hayat kurtarıcı bir panzehirmiş gibi sunma’ yeteneğine sahip.

Akışkan kötülük, doğal olarak ‘katı kötülük’ varlığını da tartışmaya açar.

Bu zıt durumlara Kafka ve Orwell üzerinden bakmak, fikir verebilir.

Bauman’a göre Kafka’nın 2. Dünya Savaşı’ndan önceki dünyasında, (Dava ve Şato’nun kurgusunu düşünün) tüm bu başımıza gelenlerin neden ve nasıl olduğunu anlayamazdık. Bunlar sadece oluyordu, havada hiçbir netlik ve mantık izi bırakmadan gerçekleşiyordu ancak Kafka’nın dünyasında er ya da geç fark edilecek bir alternatifin olduğunu bilirdik; Orwell’in dünyasında ise başımıza gelenlerin nedenini ve nasılını anlıyoruz ancak bu konuda yapabileceğimiz çok az şey var, hatta hiçbir şey yok, çünkü hiçbir alternatif yok.

Egemenlik krizinin krizi: Mayınlı araziye dönmüş kötülüğe direnmek!

Bauman ve Donskis, giriş ve dört bölümden oluşan incelemeyi, ‘İçinde yaşadığımız dönem egemenlik krizi dönemidir’ tespiti etrafında genişçe kuruyor da denilebilir. O anlamda kötülüğün psikolojik ve gündelik hayat etkisinden çok derin bir siyasal, sosyal etkisi deşiliyor.

Durum mayınlı bir arazide çıkılan mecburi gezi gibidir. Kitabın arka kapağında ‘İnsan etkileşiminin ve ticaretin akışkan-modern biçimleri tarafından dokunan kumaşın dikişlerinde, insanların birlikte yaşama dokusunda ve rutin işleyiş süreçlerinde gizlenir akışkan kötülük. Şiddetli bireyselleşme, insanlar arası bağların gücünü aşındırırken, kötülük, acımasız rekabetin ve karşılıklı yabancılaşmanın iş birliği ve dayanışmanın yerini aldığı, tamamen kuralsızlaştırılmış ve özelleştirilmiş bir sosyal alanın kara deliklerinde gizlenir” şeklinde özetlendiği üzere, mevcut haliyle kötülüğü tespit etmek, ortaya çıkarmak ve direnmek zordur. Çünkü sıradanlığıyla bizi baştan çıkarır ve sonra aniden dışarı fırlar, görünüşte rastgele vurur. Akışkan kötülüğün diğer kötülüklerden farkı budur.

Bu durumun, neoliberal dünyamızın tüm safsataları için mükemmel bir kılıf işlevi gördüğü gözden kaçmamalıdır. Sadece 2010 sonrası dünyada olup biten savaşların biçimini, yaydığı kötülük tohumlarını ve bunların kısırdöngüde nasıl yeniden t/ürediğini göz önüne getirmek kâfi.

Egemenlik krizi yoğun şekilde Orwell, Bulgakov, Kafka ve Aldous Huxley üzerinden ele alınmış. Bunu Sovyetlerin imajları takip ediyor.

Bu eserler ve dönemler üzerinden kurulan çizelge, akışkan kötülüğün etkisini okuyucuya daha iyi çıkarmak içindir, yer yer tekrara düşmesi iyi olmasa da.

Kötülüğün akışkanlaştırılması, kuralsızlaştırılması, yayılması, özelleştirilmesi bir süreçtir.

Bu süreç bugün her türlü kötülüğe damga vuruyor. Açığa çıkarılması gereken, mücadelenin başlangıcına yerleştirilmesi gereken bu noktadır.

Bauman’ın bizi özellikle uyarmak istediği ve görün dediği bir hakikat de bu.

Toparlarsam;

Deregülasyon (kuralsızlık), yayılma ve özelleştirme unsurlarından oluşan akışkan kötülük tezi, hayal gücü ilkesinin gerçeklik ilkesinden ayrılışını ifade eder.

Bu çerçevede toplum lehine konuşuyormuş gibi görünmesine aldanmamamız gerekiyor.

Hayallerin, alternatiflerin ve ütopyaların yokluğunun bu tezle ilişkili olduğunu, hakeza siyasetsiz siyasetin, ahlaksız bir ahlakın da bu kavram üzerinden yeniden okunması gerektiğini daha ilk sayfalardan bağırıyor kitap.

Bauman’ı tekrardan saygıyla anaraktan…

The post Akışkan Kötülük: Mayınlı arazide mecburi yürüyüş (mü?) first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Tarih tekerrür etmeden önce https://gazetekarinca.com/tarih-tekerrur-etmeden-once/ Thu, 12 Jan 2023 21:01:29 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=238143 Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılına girdiği bu günlerde tarihinin birçok açıdan belki de en ağır sürecini yaşıyor. Yaşananlar herkesin tanık olduğu salt güncel siyasi gelişmelerle açıklanamaz. Bu nedenle zaman zaman tarihsel arka plana inmek kaçınılmaz hale geliyor. Tarihin eleştirel ve karşılaştırmalı okumaları günümüzün politik oyunlarını, tuzaklarını ve hesaplarını öngörerek buna göre doğru konum alma şansı veriyor. […]

The post Tarih tekerrür etmeden önce first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılına girdiği bu günlerde tarihinin birçok açıdan belki de en ağır sürecini yaşıyor. Yaşananlar herkesin tanık olduğu salt güncel siyasi gelişmelerle açıklanamaz. Bu nedenle zaman zaman tarihsel arka plana inmek kaçınılmaz hale geliyor. Tarihin eleştirel ve karşılaştırmalı okumaları günümüzün politik oyunlarını, tuzaklarını ve hesaplarını öngörerek buna göre doğru konum alma şansı veriyor.

AKP iktidarı tek adam sistemiyle birlikte demokrasiyi, hukuku ve parlamentoyu askıya alarak Abdülhamit dönemine benzer şekilde bir yönetim stratejisi, siyaset yapmaya başladı. Tek adam rejimi, muhalefeti İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmeden önceki stratejisine benzer şekilde bir araya gelmesi mümkün olmayan farklı kesimlerin bir araya gelerek bir masa etrafında ortak hareket etmeye zorluyor. Hem iktidarın uzun bir zamana yayılan rejimi ve kötü pratikleri, hem muhalefetin farklı kesimleri dahil eden iktidardan kurtulma stratejisi birçok kesimde adeta bir dejavu yaşatıyor. Tarihsel benzerlik genel olarak iktidardan rahatsız olan birçok kesimde tarihin tekerrür ettiğine yönelik ciddi bir eğilim oluşturuyor. Peki gerçekten dönemler, dinamikler ve aktörler, fikirleriyle, pratikleriyle ve politik iddialarıyla birbirlerine benziyorlar mı? Bunun anlamak için hem Osmanlıların dağılma aşamasında hem de Cumhuriyetin inşasına giden yolda yaşananları, yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde anlamaya ve sorgulamaya yönelik bir analize tabi tutulduğunda daha iyi anlaşılabilir; böylece hem o dönemin gizli pratiklerini hem de günümüz siyasetine taşınan riskleri daha iyi görebiliriz.

Osmanlının batılılaşması ile önlenemeyen dağılma süreci 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başlarında kaotik bir dönemin önünü açmıştı. Abdülhamit’in başında olduğu istibdat rejiminin dağılma aşamasında dönemin muhaliflerinin kurduğu ittifak biçimi yazımızın önemli noktalarından biri olacak. Hatırlanacağı üzere batı aydınlanması ile birlikte Osmanlı Devleti’nin “Aydın” olarak tanımladığı Jön Türkler veya sonradan ülkeyi savaşa sokan bir politik oluşum olarak İttihat Terakki, Abdülhamit’i devirerek yıkılmakta olan Osmanlı’yı batının yeni argümanlarıyla restore ederek yeniden ayakları üzerine oturtma gibi bir iddianın taşıyıcılığını yapmıştı. Şüphesiz bir avuç “aydın”ın toplumsal destek olmadan böylesi bir amaca ulaşması mümkün değildi.

İttihat Terakki daha iyi bir sonuç almak için yola çıktığında kendi içinde olabildiğince farklı görüşleri almayı ihmal etmemişti. Liberalizmi savunan Prens Sabahattin gibi, 1915 Ermeni soykırımını yöneten Ahmet Cemal Paşa, Tunalı Hilmi gibi farklı kesimlerin yanı sıra önemli Ermeni ve Kürt aydınlarını da yanına çekmeyi başarmıştı. İttifakın temel arzusu ise yıkılmakta olan Osmanlı’yı restore ederek ya da ‘kurtararak’ ülkeyi yeni dünya düzenine entegre etmekti.

Toplumsal desteği olmayan, İstanbul dışına bile çıkamayan bu yapının, Anadolu ve Kürdistan’ın önemli kentlerinde aktif olan Taşnak ve Hınçak partileriyle bile ortaklaşma çabası içine girmesi siyasi tarihin belki de en çarpıcı diplomasi örneklerinden birisidir. Yazıda asıl dikkat çektiğimiz ittifak örneği de İttihat ve Terakki’nin Taşnak ve Hınçak partileriyle kurduğu, ulusalcı Türkler için pragmatist, Ermeni toplumu için dramatik sonuçları olan diplomasidir. Anlaşma sağlanması halinde Adana’dan Van’a kadar aktif büroları bulunan bu partilerin sayesinde Anadolu ve Kürdistan’ın kapıları yeni devlet siyaseti için aralanmış olacaktı.

Bu amaç doğrultusunda, güç birliği oluşturmak için Taşnak ve İTC ile ilk görüşme 1896-97 yıllarında Cenevre’de gerçekleşir[1]. İki tarafın tartışmasız konsensüs sağladıkları temel mesele şimdiki altılı masanın Erdoğan rejimini düşürmeye benzer şekilde, Abdülhamit’in bir an önce devrilmesiydi. Fakat bunun için tarafların birbirlerine sundukları talepleri onaylayan bir mutabakata ihtiyaç vardı. Toplantıda konuşulan talepler belki de ayrıntılı olarak başka bir yazının konusu ama kısaca belirtirsek; Ermeni partileri, dönemin koşullarına göre Ermenilere yönelik saldırıların son bulmasını ve Hamidiye Alaylarının[2] dağıtılmasını talep etmişti. İttihat Terraki ise Abdülhamit’e karşı başlatılan kampanyalarda Ermenilerin tam desteğini istiyor; daha da önemlisi Ermenilerin silahsızlandırılması ve Ermeni partilerinin güçlü olduğu Van gibi yerlerde İttihat Terakki ofislerinin açılması için kolaylık sağlanmasını talep ediyordu. Taşnaklar bu mutabakat doğrultusunda Abdülhamit’in gidişine karşılık İttihat Terakki’nin Kürdistan’da örgütlenmesinin kapısını sonuna kadar aralamakla kalmadı, Taşnak’lı Ermenilerin derhal silahlarını elden çıkarması için hızlıca bütün bürolarına telgraflar göndermeye başlamıştı bile.

Özellikle Hınçak Sosyal Demokratlar, İttihat Terakki’ye güvenmese de Adem-i Merkeziyetçiliği savunan Jön Türk Prens Sabahattin’in arabulucu olmasıyla görüşmeleri uzun bir süre devam ettirdiler. 1908’e gelindiğinde, Jön Türk ve Ermeni partilerinin anlaşması ilk meyvesini verir. İhtilalden sonra yapılan ilk seçimlerde 160 İttihatçı, 4 Taşnak ve 1 Hınçak Sosyal Demokrat meclise girer[3]. Fakat bu ittifaktan sadece 1 yıl sonra Adana’da Ermenilere yönelik ilk katliam gerçekleşir. Kilikya Katliamı olarak anılan bu olay aslında büyük Ermeni soykırımına giden yolda ibretlik bir olay iken maalesef buradan yeterince ders çıkarılmamıştır. Bu olaydan sonra Ermeniler, özellikle Taşnakların İttihat Terakki ile yakınlaşmasını sert bir şekilde eleştirmeye başlar. Ancak Taşnaklar, İttihat Terakki ile olan bağlarını 13 Ağustos 1913’e kadar sürdürmeye devam eder.

Yukarıda özetle ifade ettiğimiz,  dönemin iktidarına karşı dönemin hegemonik muhalefeti ile diğer muhalif dinamikler arasında kabul edilen mutabakat ve sonrası gelişen katliam üzerine belki de uzun uzadıya tartışmak gerekebilir. Fakat bugünün hatlarını anlamlandırmak için yazılanların şimdilik yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bugün İttihat Terakki’ye bazı yönleriyle benzeyen 6’lı masa adı altında bir muhalefet bloğu söz konusu. Bu blok cumhuriyet tarihinde bir araya gelmesi pek mümkün olmayan partilerden oluşuyor ve ortak noktaları Erdoğan rejimini indirmek. Fakat Erdoğan’ın iktidardan indirilmesi için gereken halk desteğini almakta zorlanıyorlar. Bu da onları meclisin üçüncü partisi ve Kürt halkının en büyük temsilcisi durumda olan HDP’ye muhtaç kılıyor. Seçimin kazananını ve kaybedenini belirleyecek olan asıl bloğun HDP olduğu gerçeği, birçok analistin ortak kanısı ve bu kanının genel kamuoyunda da ciddi bir karşılığı var. HDP desteğinin alınması ise büyük bir sorun. Hem iktidarın kışkırtıcı tavrı, hem muhalefet içindeki aşırı sağ hem de HDP’nin masanın bir bileşeni olmaması bu desteği zorlaştırıyor. Fakat daha da kötüsü, bu yazının asıl meramı da bu, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel gerçekliğe benzer şekilde, verilen desteğe rağmen HDP kitlesinin Taşnakların akıbeti gibi bir akıbete maruz kalması. Bu durum HDP’nin temsil ettiği kitlenin karşılaşabileceği en büyük risk olarak ortada duruyor. Bu riski daha somut ifade edersek HDP’nin ana muhalefet bloğuna vereceği desteğin Kürt soykırımını engellememesi, dahası soykırımcı zihniyetin elini güçlendirebileceği riski.

Bu risklerin öznesi, keskin bir kutuplaşma üzerinden siyaseti ve toplumu yönetmek isteyen aşırı sağcı siyasetlerdir. Daha açık bir ifadeyle bu siyasi partiler ana muhalefet bloğunda İyi Parti (İP), iktidar bloğunda ise MHP’dir. MHP’nin ırkçılığı zaten biliniyor ve iktidarda; ancak Meclisin en küçük partisi olmasına rağmen Millet İttifakı’nın bütün hamlelerini ve ilkelerini belirleyen bir konumda olan İP’in temel hedefini doğru okumak, yeterince öngörmek ve ittifakın diğer partileriyle yapılan buluşmalarda kendilerini şımartmayacak şekilde ısrarla üzerinde durmak gerekiyor. İktidarın 2015’ten beri açıktan yürüttüğü Kürt düşmanlığını ittifakın içine taşıyarak, muhalefet blokunu bu düşmanlık etrafında domine etmek isteyen İP’in sağa kıran tehlikeli çıkışları hem iktidara karşı ortak mücadelenin hem de değişime yönelik toplumsal beklentilerin altını oyuyor. İP’in temel hedefi hem muhalefetin hem iktidarın içinde Kürtlerin olmadığı bir denklem kurmak ve muhalefet açısından mümkünse HDP ile hiçbir şekilde müzakere etmeden desteğini almaya yönelik hattın taşıyıcısı olmak. Muhalefet partisi olmasına rağmen Kürt düşmanlığı konusunda kimi zaman iktidarın ayrımcı ve ırkçı söylemlerini gölgede bırakacak kadar ileri giden İP siyaseti, sadece HDP veya Kürtlerin değil, iktidarı yenmek ve ülkeyi faşizmden kurtarmak isteyen herkesin sorunudur. Daha da önemlisi Türkiye’yi geleneksel, kaba ırkçı ve milliyetçi siyasete mahkûm eden siyasetlerle mücadele etmek,  salt HDP’nin değil demokrasiye inanan bütün siyasetlerin görevi ve sorumluluğudur.

Türkiye toplumu için özgür ve demokratik bir gelecek kurma meselesi, İP’in veya MHP’nin siyasi aklına bırakılmayacak kadar hayati bir meseledir. Şu gerçeği bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Bugün Türkiye siyaseti Altılı masa- Saray arasında değil HDP’li-HDP’siz ittifak dengesi üzerinden yürümektedir. HDP ile sağlıklı bir müzakere cumhuriyetin yüzyılını demokrasiye açan en sağlam kapı olacaktır. HDP, yukarıda dikkat çektiğimiz gibi, geçmişte İttihat Terakki’nin Ermenileri düşürdüğü tuzağa düşmeyecek kadar güçlü deneyimlere ve güçlü bir tarihsel hafızaya sahip olan bir siyasi partidir. Kürtleri iradesiz, HDP’yi muhatapsız bırakan bir tercihe boyun eğmediğini son gelişmelerde bir kez daha gösterdi. Fakat HDP, toplumun önünde duran riskleri gören bir stratejik akıl ışığında kurucu rolünü esas alan ve güncelleyen politikaların sürdürücüsü olmaya devam etmelidir.


Not: Ermeni Partileri ve İttihat Terakki Arasındaki ilişkiye dair ayrıntılı bilgi edinmek için Gaidz Minissian ve Arsen Avagyan’ın kaleme aldığı “Ermeniler ve İttihat Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya” adlı kitaptan faydalanılabilir.

[1]İttihat ve Terraki’nin II. Abdülhamit’e karşı verdiği mücadele için bkz: Mutlakiyetten Meşrutiyete: II. Abdülhamit ve Jön Türkler, Selil Yayıncılık, 2009
[2] İttihat Terraki yönetimi devraldığında Hamidiye Alayları’nı dağıtmak yerine “Aşiret Süvari Birlikleri” olarak değiştirmiştir.
[3]Gülnihal Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişimlerin Işığı Altında Gayrı Müslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Ankara, 1989, s.200

The post Tarih tekerrür etmeden önce first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Virüse yeni aşı https://gazetekarinca.com/viruse-yeni-asi/ Thu, 12 Jan 2023 08:45:02 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=238081 AKP-MHP adeta virüs gibi, işgalci gibi devleti, toplumu, bireyi hücrelerine kadar işgal etmiş durumda. Öyle ki COVID-19 gibi bünyeyi teslim almış, hareket edemez, nefes alamaz hale getirmiş. Halk entübe edilmiş ve iktidar oksijen tüpünü elinde tutup arada bir, ölmeyecek kadar oksijen vererek toplumu kendine mecbur etmeye çalışıyor. Adalet, yargı işgal altında. Tarım, hayvancılık işgal altında. […]

The post Virüse yeni aşı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
AKP-MHP adeta virüs gibi, işgalci gibi devleti, toplumu, bireyi hücrelerine kadar işgal etmiş durumda.

Öyle ki COVID-19 gibi bünyeyi teslim almış, hareket edemez, nefes alamaz hale getirmiş. Halk entübe edilmiş ve iktidar oksijen tüpünü elinde tutup arada bir, ölmeyecek kadar oksijen vererek toplumu kendine mecbur etmeye çalışıyor.

Adalet, yargı işgal altında.
Tarım, hayvancılık işgal altında.
İşçi, esnaf, işveren işgal altında.
Gençler, kadınlar, emekliler işgal altında.
Sağlık, eğitim, ulaşım, işgal altında.
Yaşam tarzımız, ahlaki değerlerimiz,
Geleceğimiz, umutlarımız işgal altında.
Derelerimiz, zeytinliklerimiz, topraklarımız, suyumuz,
ekmeğimiz, alın terimiz işgal altında.
Şiirimiz, şarkımız, türkümüz, neşemiz,
evimiz barkımız, köyümüz, kasabamız.
bu illet virüsün işgali altında.

Tarihe dönüp bir bakın, kaç işgalci bu kadar zarar vermeyi başardı bu topraklara?

Peki biz koca bir toplum olarak bu işgale sessiz mi kalacağız? Yoksa işgalcilere, virüse karşı ne yapılması gerekiyorsa beraberce onu mu yapacağız?

Elbette yapılması gerekeni yapacağız, işgale direneceğiz. Biliyorsunuz, zulme karşı bünyemiz güçlü, bağışıklığımız tamdır. Virüse karşı da demokrasi aşısı yapacağız.

Önümüzde dört ay var. Bu dört ayda seferberlik ruhuyla seçim çalışması yapacağız. Örgütleneceğiz, meydanları dolduracağız, faşizme karşı birlik ruhuyla direneceğiz.

İşte biz buradan, 12 metrekarelik bir hücreden sizinle beraber seferberlik ruhuyla direnmeye, küçük de olsa destek olmaya çalışıyoruz. Sahayı asıl örgütleyecek, meydanları, sokakları coşkuyla dolduracak olan sizsiniz. Sandığı koruyacak olan sizsiniz. Ama bilin ki biz ve içerideki tüm tutsaklar attığınız her adımda yanı başınızdayız, sizinle beraberiz. Biz moralimizi, bakış açımızı sizden alıyor, onu söze dönüştürüp geri size yolluyoruz. Bunu yaparken de her kesime, her bireye ulaşmaya çalışıyoruz.

Eleştirilerinizi de önerilerinizi de çok değerli buluyoruz. Biz size güveniyoruz, siz de bize güvenin. Ne yaptığımızı, ne yapacağımızı biliyoruz. Bu sürece, tahmin ettiğiniz gibi bir ciddiyetle yaklaşıyoruz.

Ve sizden rica ediyoruz, ciddi olmakla çatık kaşlı olmayı, somurtmayı, kibri birbirine karıştırmayın.

Her şeyin farkındayız, tek amacımız ezilen halklarımıza bu seçimle beraber bir nefes aldırmaktır, sizi yoğun bakımdan çıkarmaktır. İşgalden, virüsten kurtarmaktır, sağlıklı bir geleceğin kapısını aralamaktır.

Bu dönemde ne olursa olsun moral bozmak yok, iç tartışmalarla, dedikodularla zaman kaybetmek yok.

Sadece iş yapmak var, direnmek var ve sonunda kazanmak var.

O halde güçlü bir motivasyonla, seferberlik ruhuyla herkes, hepimiz iş başına!

Hepinize, hepimize kolaylıklar, başarılar diliyorum.

Selahattin Demirtaş
Edirne Cezaevi

The post Virüse yeni aşı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sinan Ateş cinayeti yahut faşizm nasıl işler? https://gazetekarinca.com/sinan-ates-cinayeti-yahut-fasizm-nasil-isler/ Wed, 11 Jan 2023 10:57:39 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=237598 Sinan Ateş’in, 30 Aralık günü Ankara’nın göbeğinde bir silahlı saldırıyla öldürülmesi, gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Her akşam tartışma programlarında (tabii saray medyasında değil) cinayete dair son gelişmeler konu ediliyor, üzerine yazılar yazılıyor. Bu tartışmalar ve yazıların büyük çoğunluğu cinayet sürecinin nasıl geliştiği ve cinayete kimlerin “kılavuz”luk ettiği üzerine odaklanırken bu cinayetin neden işlendiği kısmı […]

The post Sinan Ateş cinayeti yahut faşizm nasıl işler? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sinan Ateş’in, 30 Aralık günü Ankara’nın göbeğinde bir silahlı saldırıyla öldürülmesi, gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Her akşam tartışma programlarında (tabii saray medyasında değil) cinayete dair son gelişmeler konu ediliyor, üzerine yazılar yazılıyor. Bu tartışmalar ve yazıların büyük çoğunluğu cinayet sürecinin nasıl geliştiği ve cinayete kimlerin “kılavuz”luk ettiği üzerine odaklanırken bu cinayetin neden işlendiği kısmı yeterli düzeyde ele alınmıyor.

Her ne kadar kimi yerlerde failleri üzerinden adli bir tahsilat veya uyuşturucu çatışması olarak gösterilmek istense de görebildiğimiz bağlantılarının işaret ettiği üzere örgüt içi bir iktidar kavgası ve infaz niteliğinde olan bu cinayetin nedenini anlamak, faşist örgütlenmelerin barındırdığı çelişkileri kavramak açısından da önemlidir.

Faşizmin, olağanüstü devlet biçimi olarak diğer burjuva otoriter diktatörlük rejimlerinden en önemli farkı aktif kitle hareketi oluşturabilmesidir. Faşizm, bu aktif kitleyi emekçi sınıf saflarından bulur. Ekonomik, politik krizle birlikte iktidar bunalımının yaşandığı toplumlarda kitlelerin faşist saflara kolaylıkla çekilebilmesinin temel nedenini faşist ideolojinin demagojik yapısında aramak gerekir. Burjuva devlet yapısını bozmadan eğip bükerek anti kapitalist bir görünüm kazandırılmış, anti emperyalist motifler ve sosyal adaletçi bir sosla süslenmiş faşist ideoloji, en başta emekçi sınıfların özlemlerine seslenir. İhtiyaç duyduğu geniş kitleleri bir araya getirebilmek için bir dizi heterojen öğeyi içeren eklektik yapısı sağlam, tutarlı bir bütün oluşturmasını engeller: Faşist ideolojinin iç çelişkileri işte tam buradan ortaya çıkar.

Faşist hareket kitlesel bir güce ulaştıktan ve hele iktidara geldikten sonra bu ideolojik söylemin toplum yararını gözeten ‘eleştirel ve muhalif’ içeriğinin yerinde yeller eser. İsyan halindeki kitlelerin özlemlerini sömürmek için kullandığı demagoji ise iç hizipleşmeler üzerinden kendine yeni alanlar bulur. Faşizmin, nasyonal sosyalist, dayanışmacı ve korporatist-milli bütünlükçü görünümlerini esas alan ve büyük burjuvaziyle uzlaşma eğiliminde olan hizipleri arasındaki çelişki gittikçe keskinleşir. İktidara ilerlerken, faşist önderlik ile egemen sınıflar arasında bir uzlaşma sağlanmasının temel şartlarından birisi hareket içindeki bu “sol kanadın” tasfiye edilmesidir.

Tarihin hatırlattıkları

Faşizmin İtalya ve İspanya örnekleri karşılaştırıldığında ideolojik ve örgütsel olarak “sol faşizmin” Almanya örneğindeki ağırlığı çok daha baskındır. Sol faşistlerin “Alman Stalin’i”[1] diye andığı Gregor Strasser’in etkisi altındaki unsurlar ve SA’lar (Sturmabteilung – “Fırtına Birliği” ya da “Kahverengi Gömlekliler” olarak anılan askeri birlik) tarafından temsil edilen “İkinci Devrim” sloganı 1933-1934 yıllarına gelindiğinde kitleler içinde büyük oranda sahiplenilmişti. “İkinci Devrim”ciler, nasyonal sosyalist devrimin ilk “nasyonel” aşamasının “komünistleri etkisizleştirmek ve iktidara gelmiş olmakla” tamamlandığını fakat “sosyalist” aşamasının halen gerçekleştirilmediğini savunuyordu. Bu grup artık NSDAP’nin (Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi) programında yer alan küçük mülkiyet ve emeğin korunması başlıklarının hayata geçirilmesi için büyük burjuvazinin hedef alınması yönünde propagandaya başlamıştı.

Egemen sınıflar ve ordu “kara bolşevizm” olarak adlandırdıkları bu hareketin tasfiyesi ve “İkinci Devrim” çizgisinin tamamen yok edilmesi için Hitler’i tavır almaya zorladı. Aksi bir durum, büyük burjuvazinin NSDAP’den el çekmesi ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un sıkı yönetim ilanı ile sonuçlanacaktı. Alman burjuvazisi Hitler’in bu operasyona ikna edilmesi için Mussolini’yi bile devreye soktu.

“Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak bilinen 30 Haziran 1934’ü, 1 Temmuz’a bağlayan gece başlayan tutuklamalar ve infazlar Wiessee’den başlayarak Almanya’nın bir çok kentine yayıldı. Nazi liderleri Himmler ve Göring’in planladığı ve yönettiği bu tasfiye harekatı başta sol faşizmin beyni Gregor Strasser ve SA’nın komutanı Ernst Röhm olmak üzere sol faşizmin bir çok önemli isminin dahil olduğu resmi kayıtlara göre 85, Nürnberg mahkemeleri kayıtlarına göre ise 1000 civarında insanın öldürülmesiyle sonuçlanmıştı.[2]

Faşizm nasıl işler?

İkinci paylaşım savaşının bitişi ve soğuk savaşın başlamasıyla birlikte yenilen Alman faşizminin artıkları CIA eliyle Gladyo yapılanmalarında yeniden kullanıma sokulmuşlardır. Türk İslamcı faşist hareketin, tarihsel öncüllerinin özelliklerinin tamamını barındıran ve Dokuz Işık doktrini olarak ifade edilen ilkeleri, soğuk savaş döneminin ruhuna uygun biçimde anti komünizm perspektifini yansıtır. Dokuz Işık doktrini, Alman ve İtalyan örnekleriyle temel olarak örtüşecek düzeyde antikapitalist görünümde, sınıf mücadelesini reddedip bastırmayı amaçlayan korporatist bir perspektifle ve demagojik bir dille formüle edilmiştir. Dokuz Işık doktrinin “milli devlet” planı “tek başkan ve tek meclis” esasına dayanır. İcra gücünün tek elde toplanması ile hızlı bir icra sistemi öngören Türk İslamcı faşist hareket, yasamanın yürütmeye tabi olacağı, gücün liderde (başbuğ, reis, führer, duçe vb.) toplandığı başkanlık rejimini hedefler. Parti devlet esasına göre çalışan bu yapı, toplumsal alanın da ülkücü kitle örgütleri eliyle geniş şekilde örgütlenmesini hedefler. Bu kitle örgütlerinin en önemlisi gençlik alanını mobilize etme hedefiyle kurulan ülkü ocaklarıdır. Bu stratejiye göre ülkü ocakları faşist önderliğe doğrudan bağlı olmalı, lider-teşkilat-doktrin üçlemesinin eleştirilmezliği ilkesine harfiyen uyup başbuğun askerleri olarak yetiştirilmelidir. Faşist Başbuğ Türkeş’in “Bu davadan döneni vurun. Ben dönersem beni de vurun” sözleri, hareketin bu temel ilkeye biat düzeyini gösterir.

Faşizm her zaman kendi evlatlarını yer

Ülkü Ocakları eski genel başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi, faşist teşkilat içinde yaşanan derin çatlağın vardığı boyutu çarpıcı şekilde gün yüzüne çıkarmıştır. Yaklaşık iki yıl önce görevinden uzaklaştırılıp tasfiye edilmesine rağmen bugüne kadar Mersin, Iğdır, Ankara gibi yerlerde yaşanan ve ağır yaralanmalarla, ölümle sonuçlanan “cezalandırma eylemleri” suyun durulmadığını, Ateş’in cenazesinde ve mevlüdünde edilen intikam yeminleri de durulmasının pek mümkün olmadığını gösteriyor. Şüphesiz Uzun Bıçaklar Gecesinin tarafları gibi Sinan Ateş’in açık bir ideolojik reddiyesi söz konusu olmasa da (kamuoyuna yansıyan Cumhur ittifakı rahatsızlığı ve Mustafa Kemal tartışması bir şeyleri işaret ediyor ama net konuşmak için yeterli sayılmaz) politik ve örgütsel düzeyde derin kırılmalar ve kişisel çıkar çatışmalarının varlığı biliniyor. 2019’da Ülkü Ocakları Genel Başkanı olduğu sürede selefi Olcay Kılavuz’un dönemindeki kadroları görevden uzaklaştırması, Ülkü Ocakları’nın kriminal adli sabıkalı unsurlardan temizleneceği vaadi politik olarak durmayı planladığı yeri de gösteriyor. Sonrasında, halefi Ahmet Yıldırım’ın aynı uygulamayı Ateş’in kadrolarına yapması, özellikle milletvekili ve gazetecilere şiddet eylemlerini hayata geçiren failleri farklı illerdeki Ocak başkanlıklarına ataması, Ateş’in çizgisine bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir. Zira bu meydan okumaya Sinan Ateş’in “Bu cenk amansız olacak” diyerek çektiği restin sonucunda olayların nereye vardığı herkesin malumu: Faşizm bir kez daha kendi evlatlarını yemiştir.

“İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayet öyküsü”nün bize gösterdiği, sınıf mücadelesinin gerici cephesinde -uzlaşmaz olmamakla birlikte- derin çelişkilerin var olduğudur. İlerici, demokrat güçlere düşen görev ise bu gibi çelişkilerin yarattığı somut şartları iyice gözlemleyip somut analizler ve planlamalar ile topluma etik, politik bir seçeneği, eşit özgür bir dünya alternatifini sunmaktır. Bu yönüyle önümüzde Rosa Luxemburg’un veciz sözünde belirttiği gibi iki seçenek durmaktadır: Ya sosyalizm, ya barbarlık.


[1] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (1988), cilt 3, s.794, İstanbul: İletişim Yayıncılık.
[2] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (1988), cilt 3, s.818, İstanbul: İletişim Yayıncılık.

The post Sinan Ateş cinayeti yahut faşizm nasıl işler? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Küresel polis devleti https://gazetekarinca.com/kuresel-polis-devleti/ Mon, 09 Jan 2023 07:59:19 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=237575 Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınevi’nden çıkan William I. Robinson imzalı “Küresel Polis Devleti” kitabı, bizi güncel ve yoğun bir küresel siyaset tartışmasına davet ederek, küresel kapitalist sisteme ve bu sistemin bugün yaşadığı dönüşüm süreçlerine ilişkin teorik bir kavrayışı vaat ediyor. Elbette bunu ne kadar başardığı okuyucunun takdiri. En başta Küresel Polis Devleti (KPD diyelim) ne demek, […]

The post Küresel polis devleti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınevi’nden çıkan William I. Robinson imzalı “Küresel Polis Devleti” kitabı, bizi güncel ve yoğun bir küresel siyaset tartışmasına davet ederek, küresel kapitalist sisteme ve bu sistemin bugün yaşadığı dönüşüm süreçlerine ilişkin teorik bir kavrayışı vaat ediyor. Elbette bunu ne kadar başardığı okuyucunun takdiri. En başta Küresel Polis Devleti (KPD diyelim) ne demek, belki bu tanımla başlayabiliriz. Robinson kitabın farklı yerlerinde birden fazla tanım yapıyor. Yani çok bağlamlı bir fenomen bu. Fakat en özet tanımı şu: “Polis ve or­dunun baskısı, otoriter yönetim, sivil özgürlüklerin ve insan haklarının bastırılmasıdır.”

Detaya girmekte beis yok, çünkü çok daha totaliter habitusu da imleyen KPD, savaşı kamusal ve özel alanda kalıcı kılan yapısal şiddet aracıdır. İşlevi, birikim ve toplumsal denetim olmak üzere, çift yönlüdür.

KPD, üç temel ‘olaya’ sahiptir. Birincisi, Küresel işçi sınıfı ve artık insanlığın gerçek ve potansiyel isyanlarını sınırlamak için her yere yayılmış kitlesel denetim ve baskı sistemleri; ikincisi, birikmiş artık sermayeyi boşaltma stratejisi olarak askerileşmiş birikim; üçüncüsü ise 21. yüzyıla has gelişen neo-faşist politik katmanlara yönelik artan eğilim. Tüm bunları topladığımızda ise insanlığın zoraki bir dışlanmasına tanık oluruz. Peki KPD, bize nasıl bir perspektif vermektedir? Yazar ‘küresel kapitalist dönüşümün ekonomik boyutlarının, yeni yollarla bu dönüşümün politik, ideolojik ve askeri boyutlarıyla nasıl kesiştiğini belirtmemize olanak tanıdığını’ iddia etmektedir.

Başlarken, yazarın bugün kitlesel hapislere, polis şiddetine, göçmenlere ve sığınmacılara yapılan zulümlere, çevre adaleti aktivistlerine uygulanan baskılara karşı büyüyen hareketlerin radikal değişiklikler yerine ılımlı reformlarla yetinmesine dönük serzeniş haklı bir eleştiri. Çünkü bu hareketler, genel olarak, sosyal adalete yapılan ahlaki bir çağrıyla yetiniyor. Oysa ulus-ötesi kapitalist sınıfı giderek baskıcı ve cebri yönetim formlarını dayatmaya mecbur kılan şey dünya genelinde ezilen ve sömürülen halkların isyanıdır.

Kitap içeriğinin detaylarına geçmeden önce; kitabın pek çok çıkış noktası olduğunu söylemek gerekir, fakat esas nokta insanlığın içinden geçtiği krizdir. İnsan benliği, emek, dayanışma üzerine yoğunlaşan yabancılaşma, küresel kapitalizmin aynı şekilde küresel dayanışmayı kırmak için geliştirdiği stratejiler, açıktır ki bir yıkım projesi önümüze koyuyor. Haliyle kimlik, anlam ve topluluklar açısından sermaye, birikim ve krizlere karşı kendimizi nasıl ve nereden kuracağımız önemli bir soru olarak ortada durmaktadır! Robinson, kitabın sonunda bunlara reçete sunma umudu ile ilerlese de kişisel kanaatim, Avrupa ve ABD kıtası eksenli kaldığı için önümüze yeterince çıkış/kaçış çizgisi koyamayıp, ‘katı faşizmin başarıp başaramayacağı, tamamen gelecek yıllarda toplumsal ve politik güçler arasındaki mücadelelerin nasıl seyredece­ğine bağlıdır’ diyerek kestirmesi.

Artı değerin katlanarak büyümesiyle beraber devletlerin kendi aralarındaki rekabetten çoktan vazgeçip nerede kâr, orada ortaklık ve strateji belirlediğine” işaret eden, ki bence en kritik tespit bu, kitap dört bölümden oluşuyor.

Bölüm başlıkları ve içeriklerine özetle değinerek devam edeceğim.

“Küresel Kapitalizm ve Krizi”

Bu bölümdeki ilk tespit, dünya kapitalizmi ağır bir krizin ortasında olduğu gerçeğine dairdir. Karl Marx, krizleri kapitalizme içkin şeyler olarak tanımlamış ilk kişiydi, bunca zaman sonra bu gerçek değişmedi.

1970’lerin başlarından bugüne ulus-ötesi ekonominin -finans kapitalin- etkin bir küresel güç haline geldiği genel bir konsensüstür. Bu konsensüsü besleyen KPD’nin en güçlü silahı sivil toplumu da not etmek gerekiyor. Ulus-Ötesi Kapitalist Sınıf bugün dünya genelinde sersemletici derecede etkin ve merkezidir. Bu açıdan hegemonik karakterlidir ve uluslar arasındaki gerilimleri, büyük devletler arası çatışmalara dönüşme potansiyeline ulaşa­cak şekilde tırmandırmaya yatkındır. Yazara göre bu yakınlık aynı zamanda meşrutiyetin sağlandığı sürecin ağzındaki döngüdür.

Krizin es geçilmeyecek bir ayağı da bugün kapitalist küreselleşmenin en ileri noktasında olan teknolojidir. Çünkü teknolojik değişime genelde kapitalist kriz çevrimleri ile toplumsal ve politik kargaşalar eşlik eder.

“Vahşi Eşitsizlikler: Toplumsal Denetim Mecburiyeti”

Bu bölüm, sadist kapitalizm ve denetim mecburiyeti denen olgunun zorunlu açıklaması ile başlıyor. ‘Küresel eşitsizlikler yayıldıkça, dünya piyasası o kadar daralmakta ve sistem yapısal aşırı birikim kriziyle o kadar çok yüzleşmektedir. Yine de toplumsal kutuplaşmanın bu uç düzeylere gelmesi, hakim gruplar için toplumsal denetim kurma güçlüğünün tırmanmasına da yol açmaktadır. İlk aşamada küresel polis devletini öne çıkaran şey bu toplumsal denetim mecburiyeti’ olduğunu iddia ediyor yazar. Sadist kapitalizm ise ‘yoksulluğu ve dışla(n)mayı dahi bir birikim kaynağına çevirmek’ olarak anlaşılmalıdır.

Başlıkta, insanlık tarihinde Neolitik veya Endüstri devrimlerine benzer bir dönüm noktasının yaşandığını iddia eden Mike Davis’ın “Gecekondu Gezegeni” eserine sıkça başvuru yapan Robinson, “İlk kez yeryüzünün kent nüfusu kırsal nüfusu geride bırakacak; 2030’da 41 kentin 10 milyondan fazla sakini olacak ve dünya nüfusunun yüzde 66’sı 2050’de kentsel alanlarda yaşayacak” gerçeğini hatırlatıyor.

Tam da burada belirtmemiz gereken şey, Stephen Graham’ın da ‘Kuşatılan Şehirler’de bolca gösterdiği üzere, ‘Dünyanın yeni mega kentleri, dışlanmış ve ezilmişlerin küresel polis devletiyle yüz yüze geldiği savaş alanlarıdır.’ Ve böylesi bir savaş alanında ötekilere, göçmenlere, evsizlere yer yok. Mesela Kaliforniya’da, evsiz insanların kamusal alanlar­ da durmasını, oturmasını, dinlenmesini, uyumasını, kamp yapmasını, dilenmesini veya gıda paylaşmasını kısıtlayan 592 kadar yasa vardır ve kamusal olmayan alanlarda kısıtlamalar getiren de 781 ayrı yasa bulunması nasıl tarif edilebilir? Açık bir savaş örneğidir.

“Askerileşmiş Birikim ve Baskı Yoluyla Birikim”

Bu bölüm dikkate değer bir içeriğe sahip. İleride de literatürde sıkça karşımıza çıkacak olan askerileşmiş birikim, adında yer alan askeri diskurdan ibaret değil. Yazar şöyle bir açıklama getiriyor: “Tüm savaşlar en geniş anlamıyla artığa el konmak için verilir. Düpedüz talanların ötesinde savaşlar, artığın bazı gruplar tarafından üretilip diğer grup tarafından el konmasını mümkün kılan koşulların yaratılması, korunması ve yeniden üretilmesi içindir. Analiz edilmesi gereken şey, savaş ve şiddet yoluyla gerçekleşen bu el koyma tarzı ile genel politik ekonomi içinde oynadığı roldür…” Yani küresel ekonominin ‘sürekli devletin örgütlediği savaşlara, sosyal denetime ve baskılara dayandığının’ altı çiziliyor.

Savaş ve baskının özelleştiği bir çağdayız. Weber’in devleti verili bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet tekeli uygulayan bir kurum olarak görmesi, Hegel’in devleti yeryüzündeki tanrı ilan etmesi veya politikayı savaşın başka araçlarla devam etmesi olarak gören anlayışın hala geçerli olduğunu ve kapitalist modernite içinde canlı olduğunu belirtmeye gerek yok. Bu tezler üzerinden süregiden savaş ve şiddet uygulamaları ulus-ötesi sermaye birikimine dahil olarak sürüyor.

Yine bu bölümde incelenen “hapishane endüstri kompleksine” ilişkin verilen detaylar kan dondurucu ve ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor.

“Gelecek İçin Savaş”

Bu son ana bölüm, Eric Hobsbawm’dan alıntıyla tarihsel bir kriz noktasına geldiğimizi gösteren işaretler var diyerek başlıyor. Bu bölümün ayırt edici özelliği, 20 ve 21. yüzyıl faşizmlerini karşılaştırması ve sonuç olarak bunun kapitalizm ile mutlak bağını ortaya koyma denilebilir. Buna göre 21. yüzyıl faşizmi, aynı 20. yüzyıldaki selefi gibi, ‘gerici milliyetçilik ve ırkçılığın feci derecede zehirli bir karışımı olup, hakikat ve yalan arasında ayrım yapmayan ve bu ayrıma ihtiyaç duymayan bir proje’ tespitine yer veriliyor. Bu bağlamda hegemonyanın tesisi ve bu tesisi sağlayan ‘rüşvetler’ (hâkim grupların, tabi gruplar içinde belli kesimlere, bu kesimlerin toplumsal yeniden üretimini ve istikrarını yani esenliğini sağlayacak belli türden maddi koşulları sağlaması) vurgusu kayda değer olduğunu düşünüyorum.

Bölüm alt başlığında yer alan tartışmalardan biri de liberal yaklaşımları yansıtan yeşil kapitalizm ve aydınlanmış seçkinlerin ona bağladığı umuttur. Yeşil kapitalizm, insanlığın krizlerini küresel toplumdaki güçlerle karşı karşıya gelmeden çözülebileceğini ve çıkarları birbirinden taban tabana zıt gruplarla sınıfların ahlaki bir ikna veya akla dönük çağrılar temelinde birleşik bir projede bir araya getirilebileceğini farz ediyor. Önümüzdeki yıllarda güncel ve trend bir tartışma da bu olacak gibi görünüyor.

***

Yazar sonuç mahiyetinde bir ekososyalizm fikrine demir atıyor. Solu canlandırmayı da buradan tartışıyor. Bu öneriyi takip eden final bölümü ise çözüm önerileri ve sorulardan oluşuyor. Robinson, yenilenmiş bir sosyalist solun varlığına vurgu yapıyor. “Devrimci bir ekolojist sosyalist hareket küresel isyanda nasıl kritik bir rol oynayabilir?” sorusunu soran kitap, son olarak “Sermaye taktiksel bir hücum içinde olabilir fakat bugün çözemeyeceği bir krize yanıt ver­ meye çalıştığı müddetçe stratejik bir savunma çizgisindedir. Onun stratejik savunmasını bizim stratejik hücumumuza dönüştürebilir miyiz?” tespiti ve sorusu ile noktalıyor.

Ez cümle, hiçbir insani ihtiyacımızın konuşulamadığı ve en kötü şartlarımızın bile yeniden bir ‘birikim’ rejimine girdiği süreçte Robinson, mücadele edecek toplumsal hareketlerin önemine inanıyor. Bu inancı bizim de paylaştığımızı ekleyerekten…

The post Küresel polis devleti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Tüketimi örgütleyelim kooperatifleşelim https://gazetekarinca.com/tuketimi-orgutleyelim-kooperatifleselim/ Fri, 06 Jan 2023 21:01:44 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=237251 Türkiye tarımında yaşanan değişimlerin incelendiği çok değerli bir çalışmada (Çağdaş Tarım Sorunu– Zülküf Aydın) yapılan saha araştırmaları sonucunda ulaşılan en temel tespit, Türkiye tarımının kapitalist modernite sistemine entegre edildiği, bu entegrasyon sürecinde çok büyük bir ekolojik ve insani yıkımın açığa çıktığıdır. Türkiye’de tarım, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların güdümünde uygulanan neoliberal tarım politikaları ve kapitalist […]

The post Tüketimi örgütleyelim kooperatifleşelim first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Türkiye tarımında yaşanan değişimlerin incelendiği çok değerli bir çalışmada (Çağdaş Tarım Sorunu– Zülküf Aydın) yapılan saha araştırmaları sonucunda ulaşılan en temel tespit, Türkiye tarımının kapitalist modernite sistemine entegre edildiği, bu entegrasyon sürecinde çok büyük bir ekolojik ve insani yıkımın açığa çıktığıdır. Türkiye’de tarım, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların güdümünde uygulanan neoliberal tarım politikaları ve kapitalist sistemin yarattığı “tüketim biçimi” aracılığıyla kapitalist sisteme entegre edilmiştir. Tarımdaki bu kapitalistleşme sonucunda Türkiye, kendi halkını besleyemeyen, dışa bağımlı, işsizlik üreten, sağlıklı gıdaya ulaşımın zorlaştığı ve gıda egemenliğini kaybetmekle karşı karşıya kalan bir ülke konumuna gelmiştir.

Gıdanın, üretildiği yerel bölgede tüketilmesi ilkesini reddeden kapitalizm, mega marketler ve zincir restoranlar için taşınmasını, depolanmasını, bazı hastalıklara dayanıklı olması için genetiği değiştirilmiş bitkisel ve hayvansal türlerin adil olmayan tüketimini ve dolayısıyla üretimini dayatmaktadır. Bu durum, tarımda hem mono kültüre hem de taşıma, depolama, ilaçlama faaliyetleri ile büyük bir ekolojik yıkıma neden olmaktadır. Arjantin’de üretilen bir ürün Türkiye’de paketlenmekte, Suudi Arabistan’da tüketicilere pazarlanmaktadır. Kapitalizmin yarattığı bu tüketim rejiminde tat, aroma yahut besin değeri, gıdalar açısından değerli özellikler değildir. Önemli olan görünüş, raf ömrü ve kârlılıktır. Üretilen gıdalarda eksik olan tat, aroma gibi özellikler dışardan kimyasal katkılar yoluyla eklenmektedir. Bu tüketim biçiminde, üretilen gıdaların bolca kimyasal ilaç ve gübreye ihtiyaç duyması nedeniyle, üretimde kullanılan tarımsal ilaçlar, kimyasal gübreler, bitki gelişim düzenleyiciler insana, toprağa ve diğer canlıların üzerine boca edilmektedir. Kapitalizmin “hızlı tüket çok çalış” dayatmasının sonucu olarak fastfood endüstrisi büyütülürken, yüksek protein ve yüksek yağ içerikli hızlı tüketilen gıdalarla toplum başta obezite ve kalp hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın pençesine düşürülmüştür. Bunun yanında 2019 yılında 700 milyon kişinin yetersiz beslendiği belirtilmiştir (WHO-FAO).  Sorun giderek, sağlıklı gıdaya erişim değil, gıdaya erişim meselesi haline gelmeye başlamıştır. Sağlıklı beslenmenin hatta beslenmenin maliyeti uluslararası yoksulluk sınırını aşmıştır. Kapitalizmin, 2008 krizi başlayıp 2020 yılında COVID-19 küresel salgınıyla daha da görünür biçimde sorgulanır olması, sistemde ağır bir meşruiyet krizi yaratırken, sorunlara çözüm bulma noktasında inandırıcılığını da yitirmesine neden olmuştur. Kapitalist modernitenin topluma savaş, işsizlik, yoksulluk ve ekolojik krizlerden başka vaat edeceği bir şey kalmadığından, bütün bir tarihi kendisinden ibaret saydığı “Tarihin Sonu” tezleri de iflas etmiştir.

Kapitalist sistemin doğa ve canlılar üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı sonuçlar -sermaye yeryüzüne düşmandır- ve krizler gün geçtikçe derinleşirken, yarattığı rekabet, yabancılaşma ve parçalanma beraberinde bir tüketim kültürü ortaya çıkarmıştır. Özellikle kapitalizmle geç tanışan ülkelerde -Türkiye özelinde olduğu gibi- neoliberal politikalar sonucunda kamusal alanlara şirketlerin doldurulması ile yaşamın tüm alanlarında çoklu bir krizle karşı karşıyayız. Kamu hizmetlerinin piyasalaştığı, devletin vatandaşı ile tüccar-müşteri ilişkisine girdiği, kamu yararının (sosyal devlet) terkedildiği bir dönemde kooperatiflere, mevcut ekonomik modelin ötesinde toplumsal bir sorumluluk da düşmektedir.

Emekçiler, özel mülkiyetin sınırlandırılması ve piyasa ilişkilerine son verilmesi için rekabetin karşısına dayanışmayı, parçalanmanın ve yabancılaşmanın karşısına katılımcılığı ve eşitlikçi ilişkileri ortaya koyan bir yönetim anlayışıyla kendi sorunlarını bizzat kendi öznellikleri temelinde çözecek yeni ve alternatif bir kamusallığın inşasına ihtiyaç duymaktadır. Emekçiler, neoliberalizmin ve onun kurumları olan şirket tipi örgütlemelerin, anti demokratik yapıların ürettiği toplumsal hastalıklar, krizler karşısında üretimin-tüketimin demokratikleştirilmesini planlamalıdır.

Kapitalizm, emeği güvencesizleştirerek, ekonomik, ekolojik, siyasal krizlerle toplum üzerindeki tahakkümünü günden güne artırmaktadır. Kapitalizmin yarattığı krizler karşısında dayanışmacı örgütler ve alternatif modeller bugün toplumsal alanda daha fazla yer almakta ve gelecek için siyaset üretmeyi tartışmaktadırlar. Sorunlar kolektiftir, dolayısıyla çözümler de kolektif olmak zorundadır.  Alternatif ekonomiler içerisinde yer alan dayanışma ekonomileri, komünler, kooperatifler, patronsuz çalışma alanları vb. devlet ve sermaye dışı örgütlenmelere örnek verilebilir. Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerine güçlü bir alternatif olan kooperatifçilik, devletten ve sermayeden bağımsız gelişme potansiyeli taşıyan bir örgütlenme modeli olarak emekçi sınıflar içinde giderek önem kazanmaktadır.

Emekçiler arasında işbirliğinin geliştirilmesi, ortak duyguların inşası, kapitalizmin yarattığı müşteri-tüccar ilişkisiyle ortaya çıkan topluma yabancılaşmanın ters yüz edilmesi açısından da kooperatifler/dayanışma ekonomileri daha fazla tartışılmayı hak ediyor. Kooperatifler demokratik, komünal ilişkilerden oluşmuş bir toplumu inşa etme paradigmasıyla, ayakta kalma stratejileri arayışında da önemli bir alternatif olarak öne çıkıyor.

Kapitalist modernitenin dayatmalarını eleştiren slow-food hareketi de geleneksel sofra kültürünü, sofrada iletişimi ve geleneksel gıdaların tüketilmesini savunarak bu dayatmaya tepki göstermiştir. Gerçekten kapitalizmin yaratmaya çalıştığı bu tüketim biçimi değiştirilmeden Türkiye tarımını ve gıda üretimini sağlıklı koşullarda gerçekleştirmek söz konusu değildir. Mevcut koşullarda, hakim olan “tüketim biçimi” kapitalizmin istediği bir biçimken tarımsal üretim yapan çiftçi ve köylülerin bunun dışına çıkma olanakları yoktur.

Kapitalizmle at başı ilerleyen endüstriyalizm öncesi tarımsal üretimde, tüketici ve üretici arasındaki bağlar daha sıkı ve etik değerlerle yoğrulmuş halde idi. Tarımsal üretim aileye, akrabaya, köylülere, yakın çevreye göre yapılmakta, bu yakın çevreye içkin etik değerlere bağlığın sonucu olarak sağlıklı ve kaliteli gıda üretme çabası gösterilmekteydi. Tüketici ve üretici arasındaki bağın koparılması; kapitalizmin bu mesafeyi sayısız kâr durakları ile doldurması hem üreticilerin hem de tüketicilerin zararına olmuştur.

Tüketici ve üretici kavramlarının hem pratikte hem de anlamsal açıdan birbirinden bu kadar kopmasına bir eleştiri olarak slow-food hareketi tarafından ortaya atılan “türetici” kavramı, tüketici ve üretici arasında kopan bağları tekrar kurmayı ve kapitalizmin dayattığı “tükettikçe mutlu olursun” / “hızlı tüket” yaklaşımına itirazı içerir. Bu hareket, doğaya zarar vermeden ihtiyaç temelinde tüketmenin ve tüketimden gelen güçle ekolojik bir üretimin olanaklarını arar. Bu anlamıyla türetici sadece tüketmez aynı zamanda kurduğu örgütlenme ağı ile üretime katılır, üretim sürecinin ekolojik ve demokratik şekilde gerçekleşmesine çaba gösterir. Toplumun tüketim kültürü üzerindeki kapitalist saldırı dalgasını, toplumun beslenmesi üzerindeki olası tehlikeleri teşhir eder. Şüphesiz türetici örgütü eski adı ile “tüketici kooperatifleri”dir. Türkiye emekçilerinin, “tüketim kooperatifleri” aracılığıyla tüketimden gelen gücünü kullanma zamanı gelmiştir. Yeterli derecede örgütlenmiş tüketici kooperatifleri olmadan ülkede üretici kooperatiflerinin gelişmesini beklemek büyük bir hayaldir. Farklı bölgelerde alternatif olma iddiası ile kurulan birçok üretim kooperatifinin başarısızlığa uğramasında temel etken budur.

Bu amaçlar temelinde tüketici-türetici kooperatifleri, bir topluluk oluşturma felsefesiyle topluluk-destekli tarım yaklaşımlarında önem kazanmıştır. Kitlesel üretim/kitlesel tüketim kültürüne karşı durmak, üretici ve tüketicinin doğrudan ve sürekli biçimde iletişimde olması, tarımsal üretimde oluşan fayda ve zararları paylaşması, alternatif gıda sistemleri yaratarak hem üreticiyi hem de tüketiciyi koruyan bir sistem açığa çıkarmak pekâlâ mümkündür. Aynı zamanda gıdanın yerellik ve kalitesine odaklanıp üretici ve tüketiciyi birbirine yakınlaştırarak doğrudan diyalog ortamının kurulmasıyla güven ilişkisinin gelişmesi ve toplumsal bağların güçlenmesi sağlanabilir.

Yine emek mücadelesinde 2022 Şubatında doruğa çıkan Migros Esenyurt Depo emekçilerinin direnişinin zaferle sonuçlanmasında temel etken, emekçilerin direnişi ve toplumun uyguladığı kısmi tüketim boykotudur. Migros Depo direnişiyle emekçiler açısından açığa çıkan temel derslerden biri de emekçilerin tüketim süreçlerini örgütlemeleri gerektiğidir. Sendikalar ve kooperatifler, emekçilerin dayanışma temelinde bir araya geldiği özgür örgütsel yapılar olmasından ötürü sendikamız KESK de tüketici-türetici kooperatiflerini tartışmayı ve pratik olarak güçlü olduğu bir iki ilde yaşama geçirmeyi gündemine almalıdır. Yerellerde KESK tarafından yaşamsallaştırılan tüketici-türetici kooperatifleri o bölgelerde ekolojik ve sağlıklı gıda üretiminin motoru olabilir. Köylü ve çiftçilerle kurulacak doğrudan ilişkiyle daha sağlıklı ve ekonomik gıda pazarlama ağlarını oluşturarak gıdaların türeticiye (üyesine) doğrudan ulaşmasını sağlayabilir. Barışçıl, demokratik ve sosyal anlamda adil bir topluluk daha yerel daha az merkezîleşmiş olacaktır. Yaşamın daha basit, daha renkli, daha yerele bağlı ve daha özgür bir dünyada olması umuduyla.

 

The post Tüketimi örgütleyelim kooperatifleşelim first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Şiddetin kökeni olarak ‘Beyaz Bant’, umut ışığı olarak kadın mücadelesi https://gazetekarinca.com/siddetin-kokeni-olarak-beyaz-bant-umut-isigi-olarak-kadin-mucadelesi/ Thu, 05 Jan 2023 08:00:20 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=236865 Özellikle son birkaç yıldır kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve istismarın toplumun tüm hücrelerine nüfuz ederek ahlakı, vicdanı kör ettiği bir yerden kadın/çocuk kavramının yeniden yerle yeksan olduğu, zifiri bir karanlığın içinde emilip havada nasıl asılı kaldığını tartışıyoruz. Bir kez daha anlıyoruz ki erkek iktidar denen örgütlü kötülüğün koridorlarında ışık yok. İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur […]

The post Şiddetin kökeni olarak ‘Beyaz Bant’, umut ışığı olarak kadın mücadelesi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özellikle son birkaç yıldır kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve istismarın toplumun tüm hücrelerine nüfuz ederek ahlakı, vicdanı kör ettiği bir yerden kadın/çocuk kavramının yeniden yerle yeksan olduğu, zifiri bir karanlığın içinde emilip havada nasıl asılı kaldığını tartışıyoruz.

Bir kez daha anlıyoruz ki erkek iktidar denen örgütlü kötülüğün koridorlarında ışık yok.

İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in 6 yaşındaki kızı H.K.G’yi kendisinden yaşça çok büyük Kadir İstekli ile ‘evlendirdiğini’, H.K.G’nin yıllarca her türlü sistematik istismara maruz kaldığını öğrendik.

Dahası Aile Bakanı’nın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı açıklamayla H.K.G’nin 30 Kasım 2020’de İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak yaşadıklarını anlattığı ve elindeki ses kayıtlarını adli makamlara verdiği ama iki yıl süren davada kimseye önleyici bir ceza dahi verilmediği ortaya çıktı. Olayın basına yansıması ve toplumsal itirazların gelişmesi ile baba ve ‘koca’ tutuklandı. Durum, hem iktidarın hukuk ve erkek aklı ile kurduğu ilişkinin anatomisi hem de toplumsal çürüme ve tahayyül açısından son derece öğretici.

Bu öğretici durumun tam olarak neye tekabül ettiğini, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin/istismarın insanlığın geleceğine nasıl bir faşizm faturası eklediğini ise Michael Haneke’nin yazıp yönettiği Beyaz Bant (Das weiße Band-2009) filmi üzerinden okumak istiyorum.

‘Her türden şiddetin kökeni; Beyaz Bant’

Beyaz Bant, Almanya’daki bir kasabanın I. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki durumunu konu alıyor. Küçük bir kasaba üzerinden sosyolojik bir panorama çıkaran Haneke’ye göre yapım, “her türden şiddetin kökenlerini” ortaya koymakta.

Hikâyenin bir öğretmenin ağzından aktarıldığı filmde, kasabada yaşanan esrarengiz olayların, daha doğrusu suçların birbiriyle bağlantılarını sezinliyoruz. Sezinliyoruz diyorum, çünkü suçların faillerinin kim olduğunu değil, suçların ortaya çıkma zeminlerini ve yaşananlar karşısında kasaba halkının kolektif sessizliğinin yarattığı toplumsal hali görmemiz istenmekte. Herkes işlenen suçları biliyor, görüyor, duyuyor ama ortada bir suçlu yok, kimse suçluyu bulmak istemiyor, kimse suçluyu işaret etmiyor/edemiyor. Kimse bu işlenen suçlardan kendini sorumlu tutmuyor. Sessizlik suça dönüşüyor.

Tüm kasabanın sessiz ortaklığı; herkesin suçlu ve herkesin suçsuz olduğu bir kısır döngüye baş döndürücü bir davet sunuyor. Simgesel ve fiziksel şiddet pratiklerinin, kurumsallıkların (din otoritesi gibi) erkeklik nosyonunu yeniden üreterek, toplumsal dokuyu bozduğunu görüyoruz.

Filmin karakteri 20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın yaşadığı gerilimler üzerinden iki taraflı olarak konumlandırılmış. Kasabanın papazı ile öğretmen karakterleri sembolik olarak Protestan ahlakı-muhafazakarlığının egemenliğine karşı modernlik çatışmasını tarif ediyor. Kasabanın sosyo-ekonomik alt yapısının çelişkileri, aristokrat-çiftçi-din adamı üçgeninde tabakalanmış durumda. Sınıfsal çelişkilerin birleştiği tek ortaklık ise ataerkil sistemin egemenliği ve oradan kendini büyüten, geliştiren ve sürdüren şiddetin kendisi olmaktadır.

Aile içi istismarın yol açtığı döngü ve ‘sevgi’ kılığına bürünmüş şiddet

Çocukları masum yerine nötr olarak gördüğünü ifade eden Haneke’nin filmde odaklandığı esas noktanın da ‘sonrası’ olduğunu görüyoruz. Çünkü I. Dünya Savaşı’nın başlarında bu küçük kasabada yaşanan olaylarla yetişen nesil, II. Dünya Savaşı’nı ortaya çıkaran iklimi şekillendirdi. Nazi Almanyası’nın tarihsel, sosyolojik ilişkiler üzerinden kendini yarattığını anlatan film, çocukların “kutsal aile” safsatası altında nasıl mengenenin dişleri arasına girdiğini açıkça söylüyor bize.

Filmdeki kasabada geçtiği üzere; kadınların ve çocukların şiddet üzerinden denetimi, ana temadır. Kasabadaki her ev içinde kadınlar ve çocuklar şiddet görüyor, erkekler kız çocuklarına tecavüz ediyor, genç kadınlar babalarının mülkü ve üzerlerinde her türlü eylem haklı görülmekte, itaat edilmediği taktirde işkence yöntemleri ile şiddet görmektedir. Erkeklerin kendileri için yarattıkları “kutsal aile” içinde sistematik şiddet sarmalını “sevgi” kılıfı ile örmektedir. Babaların kız çocuklarını taciz etmeleri sevgidendir, çocuklarına uyguladıkları şiddet ise iyi bir insan olmaları için itaat etmelerini amaçlar, şiddet sevginin göstergesidir. Toplumun sevgisi ve ahlakı, şiddetle kurulan bağın içindedir. Şiddetle kurulan bağın normalleştiği toplumların yozlaşması da kaçınılmazdır. Dinin ‘kutsal aile’si temellerini kadınların ve çocukların beden ve ruhlarını babalara/kocalara/din adamlarına yani otoriteye peşkeş çekmesi ile kuruyor.

Peki, yozlaşmış toplumlarda yetişen çocuklara ne mi oluyor?

Filmde buna dair oldukça ince ve derinlikli tartışmalar yürüyor. Aile içinde herkesin bildiği ama sır olarak kimseyle paylaşılmayan bu şiddet ve tacizler, çocukların ve gençlerin şiddeti kendi aralarında da uygulamasına yok açmaktadır. Birbirini takip eden bu ilişki döngüsü çıkmazlar yaratarak yenileniyor. Filmin kırılamayan bu döngüsünde kasabanın yetişkinlerinin, I. Dünya Savaşı’nı yaratan toplumun kolektif suçluluğunu işaret ederken, bu yetişkinler tarafından büyütülen gençler ve çocukların ise II. Dünya Savaşı’nı, Nazi Almanya’sını yaratmadaki kolektif suçunu işaret etmektedir. Öğretmen karakteri ile bilimin, eğitimin ve modernliğin bu döngüyü kırabileceğine dair umut gösterilmiş. Fakat ne kadar umut edilebileceğini tarihin kendisi bize gösteriyor ve durum içinden geçilen pozitivist aklın serencamında pek de parlak değil.

“Kolektif Sessizliğin Türkiye’si”

Başa dönersek; Michael Haneke’nin Beyaz Bant’ı bugün Türkiye’nin herhangi bir kasabasında, köyünde, mahallesinde yaşananlardan ne kadar farklı olabilir? Sanırım koca bir “hiç” demekten başka bir şey denemez. Sadece kısa bir dönem içinde yaşanan suçların toplum tarafından nasıl üretildiğine bakmak bile yeterli olabilir. Özellikle kadınların ve çocuklarının beyanlarını esas almayan erkek egemen yargının mahkemelerinde, savunmalarında çokça duymaya başladığımız “çocuğun rızası” sözleri bir dil sürçmesi, yanlış kullanılan ifadeler veya gelişi güzel kullanılan ifadeler değil. Topluma 6 yaşında ya da 12 yaşında bir çocuğun rızasının olduğu fikrinin yerleştirilmesi, failleri suça teşvik edecek zemini yaratıyor.

Her gün bir kadının katledildiği, çocuklara yönelik her türlü cinsel/fiziksel şiddetin kapalı kapılar ardında yaşandığı, yoksulluk/yoksunluğun bin bir veçhesiyle hayatta kalmaya çalışan insanların dertleri yetmezmiş gibi bir de yoksullukla sınananların savaşa endeksli bir çığırtkanlığın yüksek sesleri arasında paranteze alındığını da görmekteyiz…

Bizler için buradaki umut ışığı, H.K.G’nin 2020 yılı içinde tesadüfen dinlediği bir radyo programında kendisine yapılanların suç olduğunu öğrenmesidir. 2020 yıllarında -ve hala öyle- kadınların gündeminde İstanbul Sözleşmesi vardı. Her yerde, mücadeleyle kazanılmış İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılara karşı kadınların eylemleri vardı. İstanbul Sözleşmesi bizim derken, İstanbul Sözleşmesi hayat kurtarır diye sokaklarda eylemlerdeyken, H.K.G’nin hayatını kurtardı. Bizlerin umut ışığı, erkek egemenliğine karşı, onun şiddetine ve savaşlarına karşı kadınların özgürlük mücadelesidir. Toplumsal yaşamın özgürlüğü ve eşitliği ise mücadelemizin gücüyle kendini dönüştürerek yaratacaktır.

The post Şiddetin kökeni olarak ‘Beyaz Bant’, umut ışığı olarak kadın mücadelesi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
YNK-KDP krizi gölgesinde Bafıl Talabani’nin Rojava ziyareti https://gazetekarinca.com/ynk-kdp-krizi-golgesinde-bafil-talabaninin-rojava-ziyareti/ Fri, 23 Dec 2022 10:59:52 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=234513 İç çatışmalar, çelişkiler, bölgesel ve küresel çapta yaşanan politik denklemler bağlamında, Federe Kürdistan bölgesi ciddi bir yol ayrımına geldi. Ya ulusal demokratik politikalara yönelir, ya da iç çatışma ve çelişkiler ile dış baskılar sonucu statü diye bir şey kalmaz. Türk devleti geçmişten beri ekonomik ve kültürel yayılma ile son 3 yıldır ise askeri operasyonlar ile […]

The post YNK-KDP krizi gölgesinde Bafıl Talabani’nin Rojava ziyareti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İç çatışmalar, çelişkiler, bölgesel ve küresel çapta yaşanan politik denklemler bağlamında, Federe Kürdistan bölgesi ciddi bir yol ayrımına geldi. Ya ulusal demokratik politikalara yönelir, ya da iç çatışma ve çelişkiler ile dış baskılar sonucu statü diye bir şey kalmaz.

Türk devleti geçmişten beri ekonomik ve kültürel yayılma ile son 3 yıldır ise askeri operasyonlar ile Federe Kürdistan Bölgesi’nde kontrolünü artırmak istiyor. Devlet, askeri operasyonlar ile istediği sonucu alamayınca yönünü Rojava’ya çevirmiş durumda.

Öte yandan İran devleti, Hewler yönetiminin ABD ve İsrail’le olan ilişkilerini bahane ederek, son bir yılda Hewler’e tam 12 defa füze saldırılarında bulundu. Bu saldırıları da açıkça sahiplendi. Ayrıca son dönemde İran’daki gösterilerden dolayı yaşadığı sıkışmışlıktan dolayı, Federe Kürdistan Bölgesi’ndeki Kürt partilerinin varlığını da bahane ederek Federe Kürdistan yönetimini açık bir şekilde tehdit etti. Hatta perde arkasındaki görüşmelerle Hewler’i vurma ve işgal tehdidinde bulundu. Mevcut Irak hükümetinin İran’a yakınlığını da hesaba katarsak KDP yönetimi bu durum karşısında oldukça sıkışmış durumda. Tavizlerin ve eğilip bükülmelerin sonu yok. Düşmanına taviz verip işbirliğine girince sonu teslimiyete kadar varır.

Ayrıca KDP ve YNK içindeki çatışma ve çelişkiler sürdürülemez durma gelmişken her iki parti arasındaki kriz ise son 20 yılın en derin krizine dönüşmüş durumda. Irak seçimleri sonrası ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başlayan kriz katmerleşerek devam ediyor. Suikastlar, adam kaçırmalar, tehditler, şantajlar havada uçuşuyor. Her iki tarafın basını birbirlerine her türlü hakaret ve küfrü ediyorlar. En son YNK tarafı Bakanlar Kurulu toplantılarına katılmama kararı aldı. Uzun süredir tartışılan Hewler yönetiminden kopup Soran bölge yönetimini ilan etme tartışmaları oldukça ilerlemiş durumda. Bu durumu gören ABD ve uluslararası koalisyon güçleri her iki partiyi de açık şekilde uyardı. Kısa süre içinde peşmerge güçlerinin birleşmesini istedi. Aksi takdirde yardımların ve desteğin kesileceğini duyurdu. Mevcut ayrışma ABD’nin Federal Irak politikasına ters düşüyor. Bu ayrışma devam ederse ABD’nin Irak politikası iflas bayrağını çekecek. Ayrı ayrı Behdinan ve Soran yönetimlerinin olması ise başta İran ve Türkiye’nin işine geliyor.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken YNK Genel Başkanı Bafıl Talabani, Rojava yönetimini ziyaret etti. Daha öncede bu tür görüşmeler yapılıyordu şüphesiz. Ancak basın ve kamuoyu ile pek paylaşılmıyordu. Ancak bu sefer hem YNK’nin basın sitesi, hem de Bafıl Talabani’nin basın bürosu bu ziyareti açık bir şekilde paylaştı. Bu ziyaret hem güney Kürdistan’da hem de tüm Kürtler arasında geniş bir yankı uyandırdı. Aslında olması gereken bir ziyaretti. Ancak olması gereken bir ziyaretin bu kadar yankı uyandırması Kürt gerçekliği ile alakalı bir durum. YNK ve Bafıl Talabani iç çelişkiler ve KDP kuşatması nedeniyle oldukça zor günler yaşıyor. Bu sıkışmışlığı aşmak YNK için önemli. Bunun için de ulusal birlik politikalarına yönelmek doğru bir adım. Umarım Bafıl Talabani ve YNK yönetimi attığı bu adıma taktiksel ve sembolik olarak yaklaşmaz. Eğer sembolik ve taktiksel ise günü kurtarır. Ama attığı bu adımın arkasında durur, Süleymaniye’den çıkıp ulusal politikalara yönelirse hem YNK hem de tüm Kürtler kazanır. Bu durum sadece YNK için geçerli değil. Aynı durum KDP ve tüm Federe Kürdistan için de geçerlidir.

The post YNK-KDP krizi gölgesinde Bafıl Talabani’nin Rojava ziyareti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Jina isyanı: Çelişkiler, imkanlar ve sağ muhalefet üzerine https://gazetekarinca.com/jina-isyani-celiskiler-imkanlar-ve-sag-muhalefet-uzerine/ Mon, 12 Dec 2022 08:16:39 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=232979 17 Eylül’den bu yana devam eden Jina isyanı birçok noktada yeni deneyimlere yol açarak kendini sürdürebilmiştir. Ezilen ulusal azınlıklar arasında dayanışma yaratan bu isyan, kadınların öncüllüğünde birçok toplumsal kesimi bir araya getirebildi. İşçiler, emekçiler, esnaf, yoksullaşmış orta sınıflılar ve kimi meslek grupları ciddi bir şekilde protestolara katıldı ve genel grevlerde bulundular. Lise ve üniversite öğrencileri […]

The post Jina isyanı: Çelişkiler, imkanlar ve sağ muhalefet üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
17 Eylül’den bu yana devam eden Jina isyanı birçok noktada yeni deneyimlere yol açarak kendini sürdürebilmiştir. Ezilen ulusal azınlıklar arasında dayanışma yaratan bu isyan, kadınların öncüllüğünde birçok toplumsal kesimi bir araya getirebildi. İşçiler, emekçiler, esnaf, yoksullaşmış orta sınıflılar ve kimi meslek grupları ciddi bir şekilde protestolara katıldı ve genel grevlerde bulundular. Lise ve üniversite öğrencileri de bu mücadelede yer alarak süreci daha da radikalleştirdiler. Halk isyanı ve direnişi şu an bütün geri çekilişler ve baskılara rağmen üçüncü ayını doldurmak üzeredir ve bu üç ay boyunca farklı potansiyel ve çelişkilerini belli bir ölçüde göstermiştir.

Görünen o ki bütün dayanışmacı ve ilham verici yanlarına rağmen isyanın en büyük sorunu genel olarak örgütsüzlük ile ilişkilidir. Bu sorun gittikçe daha da yıpratıcı bir süreci Jina isyanına dayatabilir. İşçiler, esnaf ve lise-üniversite öğrencileri, protestoların başındaki grev dalgalarında yer alarak isyanın devamını sağladılar. Sokaklarda ve mahallelerde protesto edenler ise bütün bu günler boyunca, farklı biçimlerde, devletin çeşitli emniyet güçlerine karşı direndiler.

Kadınlar başörtülerini çıkararak, her toplandıkları yerde dans ederek başörtüleri ateşe verdiler ve kız öğrenciler okullarda saçlarını açarak bu hareketi benimsediler. Bütün bu cesur eylemlere rağmen, birçok noktada grev ve genel grev çağrıları bir sonuca varamadı. Bu tam da isyanın örgütsüzlük sorunu ile ilişkili olmuştur. Bu isyanda farklı sınıflar ve toplumsal gruplar bir araya gelmeye çalıştığı için, belli bir sınıfın ideolojisi ya da örgütsel tahayyülü egemen olmamıştır. Herkes herkesin protestolara ve grevlere katılmasını beklediği için karmaşık eylem planları gerçekleşmiştir.

İsyanın kendiliğinden oluşu daha örgütlü bir aşamaya geçmesini halen sağlayamamıştır. Buna ilaveten, protestoların gelişimi, ülkenin her tarafında eşit bir şekilde olmamıştır. Örneğin Kürdistan ve Belucistan’daki gösteriler ve yapılan katliamlar, nicel ve nitel boyutları açısından Tahran’dan ve başka merkezi şehirlerden farklı olmuştur. Her halükârda bu direnişlerin sonucunda 400’den fazla protestocu öldürüldü ve kimi kaynaklara göre 20-60 bin kişi tutuklandı. Belucistan, Mazandaran ve Kürdistan illerinde büyük katliamlar yapıldı ve protestocular ülkenin başka şehirlerinde, bu katliamları kınayıp “Jin, Jiyan, Azadi” diyerek dayanıştılar ve bunu neredeyse üç aydır durmaksızın yapmaya çalışıyorlar.

Diğer taraftan İslam Cumhuriyeti, bu protestolara karşı ilk günden itibaren, her zamanki gibi inkâr ve baskı politikasını sürdürmüştür. İlk baştan, devlet söyleminde protestocular; ‘gerçek protestocu’ ve ‘egteşaşgar’ (karışıklık çıkaranlar, provokatör) olarak ikiye ayrıldılar. Devlet nezdinde ‘gerçek protestocular’ sert slogan atmayan, vandal olmayan ve sokağı hemen terk edenlerdi. Fakat sokakta kalmayı ve karşı karşıya gelmeyi göze alan protestocular, artık rejim tarafından yalnızca egteşaşgar olarak tasvir edilir hale geldi. Bir sonraki adım ise protestocuları ‘diş mihrak’, ‘casus’, ‘münafık’ ve ‘terörist’ olarak lanse etmek oldu.

İran rejimi bu protestolar ve protestocuları yurtdışındaki muhaliflere ve yabancı güçlere bağlayarak muhalif medya organlarını, örneğin İran International, BBC Farsça ve benzeri kuruluşları, bu olayların arkasındaki aktörler olarak ilan etti ve onlarla hibrit bir ‘bilişsel savaş’ın içinde olduklarını dile getirdi. Bu doğrultuda İran ulusal kanallarındaki haber bültenleri ve yandaş gazeteler de sürekli bu propagandayı yaparak, rejimin tabanına yönelen olayları, düşmanlaştırarak gösterse de  sonuç beklendiği gibi olmadı. Çünkü katliamlar, ateş açmalar, sıkılan gerçek mermiler, öldürülen çocuklar, hukuksuz tutuklamalar ve adli süreçler, işkenceler, kamera önünde zorla alınan itiraflar, tutuklama sürecinde ve hapislerde fiziksel şiddet, taciz ve tecavüz uygulamaları ve verilen idam cezaları, İran halkı nezdinde İran yönetimini yenilmesi gereken başlıca düşman haline getirmiştir.

Son günlerde ise isyanın idam cezası verilen ilk protestocusu Mohsen Şakeri’nin, ‘Allah’a savaş açmak’la suçlanarak mahkûm edilmesi ve akabinde infazı, İran’da ve dünyada büyük ses getirdi. Ne yazık ki muhaliflere idam cezası geleneği, İslam Cumhuriyeti döneminde daha da sistematikleşerek, farklı bahanelerle çeşitli ‘suçlara’ karşı kullanıldı. Sadece 1988 yılında, Kara Yaz olarak bilinen olaylarda, en az 5 bin solcu siyasi tutuklu, hapishanelerde beş ay boyunca Humeyni’nin fetvasıyla idam edilebildi. 1980’lerin hatırası İran toplumunda hala canlıdır. Burjuva molla rejimi de bunun farkındadır.

İran Dini Lideri Ali Hamenei bu isyandan önce 28 Haziran 2022’de, yargı sisteminin yöneticileriyle yapılan bir toplantıda, İslam Cumhuriyeti’nin 1980’lerden geçerek ayakta kalabildiğine işaret etti ve şu cümleleri söyledi: “Bu ilahi gelenek her dönemde tekrarlanabilir ve bilmemiz gerekir ki, 2022’nin tanrısı, aynı 1980’nin tanrısıdır.” Bu sözler her ne kadar isyandan önce söylenmiş olsa da, son üç ay içerisindeki gelişmeleri yeterince anlatabilir. İslam Cumhuriyeti yeniden sert bir şekilde, ‘1980’nin tanrısı’nı çağırmakla meşgul olmuştur.

Ancak ara ara devrimci adımlar atmaya çalışan halk isyanı, bir şekilde tarihin köstebeği gibi başını topraktan çıkarmaya devam edecektir. Dolayısıyla, bu isyan eğer şu anda sona erse bile, herhangi anda yeniden alevlenebilir. Devletin açık şiddeti toplumda büyük tepkilere yol açmıştır ve bu tepkiler sürekli bir araya gelerek isyanı canlı kılmıştır. Havaya uçan molla sarıkları, İslam Cumhuriyeti’nin temelinin ne derecede sarsıldığının sadece bir göstergesidir. Bu isyan gerçekten büyük bir toplumsal uyanışa neden olduğu için her gün yeni kesimleri tetikleyerek, protestocuların safını genişletebilir. Ancak devrimci bir güce bürünmek üzere hala yeterli örgütlenmeye sahip olmadığı için sürekli isyan aşamasında kalmıştır. Bu çelişkiyi çözebilmek için belki de daha çok zamana ihtiyaç vardır. Örneğin, mahalle bazında, bu isyanla beraber ortaya çıkan yeni komiteler, her ne kadar küçük çaplı olsa da, isyan döneminde insanları bir araya getirebilme potansiyeline sahiptir. Sonraki aşamalar için de insanları örgütleyerek kolektif bir mücadelenin parçası olabilir. Kaldı ki mahalle komiteleri iletişim sorununa da bir çare sunar ve internetin kesildiği zamanlarda yüz yüze ilişkiler, duvar yazmalar ve broşür dağıtmalar ile birlikte protestocuları birbirine bağlar.

Son husus ise Jina isyanının İran rejiminin sağ muhalefeti tarafından nasıl kullanıldığı ile ilgili. Son Şah’ın oğlu Reza Pehlevi ana akım sağ muhalefetin lideridir. Saltanatçılar 1979’den itibaren sürgünde, yani daha çok Amerika’da, İslam Cumhuriyeti’ne karşı muhalefet etmişlerdir. Bütün ana akım medya organları bir şekilde 43 yıldır onların propagandasını yapmıştır. Diğer taraftan sol kökenli fakat tutucu bir İslamcı örgüt olan Halkın Mücahitleri Örgütü ise silahlı bir güç olarak, muhaliflerin diğer kanadını temsil etmiştir. Bu iki cereyan, isyanla birlikte batılı ülkeler ile yeniden lobicilik aşamasına gelerek, farklı ‘sürgünde hükümet’ ve olası bir iktidar değişikliği ardından ‘geçici hükümet’ planlarını ortaya koydular. Ancak bu muhalefetin kendini lider gösterme çabası, İran halkından bir karşılık bulamamıştır. Örnek verecek olursak, ne Saltanatçıların ne de HMÖ’nün hiçbir çağrısı, İran’da bir protesto gösterisine dönüşmemiştir. Buna ilaveten, sağ muhalefette  yeni isimlerin gündeme gelmesi, Reza Pehlevi ve Maryam Recevi gibi yıllardır lanse edilen, sözde ana muhalefet liderleri için de alanı daraltmıştır.

Sağ muhalefette, uluslararası düzeyde başka İranlı figürler de ün kazandı ve özellikle son aylarda, kendilerini İran’daki isyanın ‘sözcüleri’, ‘örgütleyicileri’ veya ‘liderleri’ olarak batılı devletlere sunan isimler de ortaya çıktı. Mesih Alinejad, Hamed Esmaeilion ve Nazanin Boniadi, bu bağlamda İran rejimine karşı sağ muhalefetin yeni yüzleridir. Mesela son yıllarda zorunlu örtünmeye yönelik başlattığı kampanyalar dolayısıyla Mesih Alinejad, kendisini İranlı kadınların ‘sözcüsü’ ve halen devam eden isyanın ‘lideri’ olarak tanıtma cesaretini bulmuştur. Bu doğrultuda Alinejad, Kasım ayında Emmanuel Macron ile görüşmesini, twiter hesabından şöyle açıkladı: “Fransa Cumhurbaşkanı ile yaptığım ikili görüşmede, İran’da yaşananların bir devrim olduğunu söyledim. Fransa onu tanıyan ilk ülke olabilir. İslam Cumhuriyeti yetkilileri yerine muhalefet figürleriyle bir araya gelin ve AB’yi laik bir İran’ı kabul etmeye hazırlayın”.

Öte yandan, Hamed Esmaeilion, 2020’de Devrim Muhafızlarının füzesiyle vurulan 752 numaralı Ukrayna yolcu uçağının düşürülmesinden sonra, öldürülen 176 kişi için adalet arayışındaki ailelerin derneğini kuran kişi olarak etkili bir siyasi figür haline geldi.  752 Kurbanlarının Aileleri Derneği’nin Başkanı ve Sözcüsü Esmaeilion, Jina isyanı süresinde yurtdışındaki muhalifler ve İranlılara hitaben eylem çağrılarında bulundu ve rejim muhaliflerinin 43 yılda yapamadığı en kalabalık ve geniş küresel eylemleri gerçekleştirebildi. Bu eylemler dünya çapında 150’den fazla şehirde, İslam Cumhuriyeti’ne karşı gerçekleşti. En büyük protestolar Sidney, Melbourne, Londra, Edinburgh, Stockholm, Brüksel, Berlin, Roma, Los Angeles, Toronto gibi şehirlerde yaşandı. Richmond Hill, Ontario’daki eyleme 50 binden fazla protestocunun katıldığı tahmin ediliyor.

Esmaeilion, 22 Ekim 2022’de Berlin’de bir gösteri düzenledi ve Avrupa’daki İranlıları İran’daki protestocuların sesi olmaya davet etti. Protestolara 80.000 ila 100.000 kişinin katıldığı tahmin ediliyor. Dolayısıyla İranlıların bir kısmında ve bazı batılı devletler nezdinde Esmaeilion, İran rejimine karşı muhalefetin en uygun figürüdür, denilebilir.  Esmaeilion’nun yazar ve doktor kimliğinin yanı sıra, Saltanatçılara kıyasla daha modern değerleri temsil etmesi bu süreçte etkili olmuştur. Aynı durum Nazanin Boniadi için de geçerli. İranlı-Britanyalı oyuncu ve aktivist Nazanin Boniadi, Hollywood’da meşhur olmasının yanı sıra 2009-2015 arasında Uluslararası Af Örgütü’nün sözcüsü ve 2015-2021 yıllarında İran İnsan Hakları Merkezi’nde yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı. Jina İsyanıyla birlikte Boniadi, Eylül 2022’de yabancı devletleri protestoculara yardım etmeye çağırdı. 14 Ekim 2022’de İran’daki protestoların ardından Kamala Harris ile bir araya geldi. Kasım 2022’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gayri resmi bir oturumuna İran temsilcisi olarak katıldı. Bunun ardından İran muhalefetindeki bazı aktivistler, onu İran’ın gelecekteki başbakanı olarak görmeye başladılar.

Diasporadaki sağ muhalefet, Jina isyanına yardım kisvesi altında sürekli bir sahipleniş çabasında olmuştur ve bu da yeni bir gelişme değildir. Ancak bu sefer protestoların uluslararası düzeye taşınması, sağ muhalefet açısından da yeni ilişkiler, lobicilik deneyimleri ve olaylardan pay çıkarma teşebbüslerine imkan sağlamıştır.

Yurtdışındaki sol muhalefetin kayda değer bir tepkisi olmadığı için emperyalist devletler de kolaylıkla sağ muhalefetinin farklı kanatlarıyla şimdiden müzakere masasına oturmuşlardır. Bu da Jina isyanının karşı karşıya kaldığı başka bir tehlikedir ve aslında ne kadar yalnız olduğunu gösterir. İran rejimine karşı harekete geçen halk kitleleri ve ilerici aktörler, bu mücadelede sadece İslam Cumhuriyeti’ne değil bütün sağ muhalefete de karşı koymak zorundadırlar. Çünkü eğer bunu yapamazlarsa canları pahasına sürdürdükleri bu isyan ve oluşmakta olan devrim, yurtdışında kendilerine liderlik payesi biçen sağcı siyasi güçlerin elinde kurban edilebilir.

The post Jina isyanı: Çelişkiler, imkanlar ve sağ muhalefet üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Mahabad’da kadın olmak; Jin, Jiyan, Azadi https://gazetekarinca.com/jin-jiyan-azadi/ Sun, 11 Dec 2022 07:30:04 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=231890 İran… Mahabad… Taşlarla döşeli ıslak bir cadde… Pencereleri caddeye bakan 11 no’lu apartmanın 4. kattaki 16 numaralı dairesi… Fatıma gözlerini yatağında açıp tavana dikti. Yorgun hissettiğini düşündü, oysa yeterince dinlenmişti, dinlenmeye ihtiyacı olanın bedeni değil, zihni olduğunu geçirdi aklından. Sağ elini sırtının arkasından yatağın öbür yanına uzattı, yokladı; boştu… Demek ki erken çıkmış olmalı diye […]

The post Mahabad’da kadın olmak; Jin, Jiyan, Azadi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İran… Mahabad… Taşlarla döşeli ıslak bir cadde… Pencereleri caddeye bakan 11 no’lu apartmanın 4. kattaki 16 numaralı dairesi…

Fatıma gözlerini yatağında açıp tavana dikti. Yorgun hissettiğini düşündü, oysa yeterince dinlenmişti, dinlenmeye ihtiyacı olanın bedeni değil, zihni olduğunu geçirdi aklından. Sağ elini sırtının arkasından yatağın öbür yanına uzattı, yokladı; boştu…

Demek ki erken çıkmış olmalı diye geçirdi içinden, saat epey ilerlemişti öyleyse, elini başucundaki cep telefonuna atarak saate baktı, kocası evden çıkalı henüz yarım saat olmuştu, çokta geç sayılmazdı. Yatakta öylece birkaç dakika oyalandı, sonra yerinden doğruldu, yatağın üzerini örttü ve yüzünü yıkamak üzere banyoya doğru geçti.

Musluğu açarken gözü aynadaki yansımasına ilişti, yüzüne belki de ilk kez böyle bakıyordu, kapkara upuzun saçları vardı, kocaman da gözleri, günlerdir tüm dünyanın bir arada aradığı İranlı bir kadının beline kadar uzun saçları diye geçirdi aklından… Sahi saçları neden bu denli karaydı? ‘Mezopotamyalıların ilginç genleri var, doğrusu’ diye düşündü. Kimi tamamen sarışın, kimi ise bir o kadar esmer ama bütün dünya bizi esmer resmediyor, ne gülünç… Tüm bunları düşünürken alaycılıkla bükülen dudaklarına dokundu bir an… Yüzünü kurulayıp bunları aklından çıkarmaya gayret edercesine başını iki yana salladı, ne zaman bir şeyi aklından çıkarmak istese bunu yapardı.

Mutfağa geçti, biraz ekmek kızartıp, çay demleyip kahvaltı yapmak istedi, ne de olsa kahvaltı önemliydi, günün en çok kahvaltı saatini severdi hatta… Bir de eski kahvaltılar vardı zihninde, çocukluğunda büyükannesinin evinde toplanılan kalabalık aile kahvaltıları, neler olmazdı ki o kahvaltılar da, büyük annesinin ellerinden çıkan ‘halim’, etrafa binbir çeşit kahvaltılıktan yayılan kokular… Özellikle tarçının leziz, keskin kokusunu anımsardı zaman zaman.

Ama o en çok da kahvaltılarda konuşulanları özlüyordu, annesinin teyzelerinin o kahvaltılar da giydiği şıkır şıkır elbiseler de aklındaydı, oysa o asla bu gibi elbiselerle dolaşamamıştı Mahabad ya da Tahran sokaklarında. Bazen giymişti tabi ama ev içindeki davetlerden fazlası değildi bunlar… Ne mi konuşulurdu o sofralarda, sahi ondan bahsedecektik.

Şiirler okunur, şarkılar söylenir, tüm aile edebiyatla haşır neşir olurdu. Bir de şimdiler de pek kalmayan cuma piknikleri vardı. Aileler, tanıdık eş dostlar, cumaları mesire alanlarında bir araya gelirdi…

‘O eski günler geride kaldı’ diye düşündü, dolaptan reçel ve buzluğa attığı ‘Naan’ı çıkarırken… Sonra ekmekleri ısıtmaya başladı, bu aralar hiç kimse de bir şeyler yiyecek hal kalmamışken, biraz reçel ve tereyağı ile sıcak ekmek yeterliydi doymak için… Isıttığı ekmekleri ve diğer yiyecekleri tepsiye koyup salona geçti, belki yerken bir şeyler izlerdi.

Salona geçerken kapının altından atılmış olan gazeteyi gördü, eğilip aldı ve içeri geçti, ilk sayfaları karıştırdı; pes doğrusu! Günlerdir kapısının önünde kıyametler koparan kendi memleketlileri değildi sanki. Gazete de başka bir dünyayı anlatan bir gazete sanki,  gündelik birkaç haber ama içlerinde ne Mahabad, ne de Tahran’da günlerdir yaşananlar yok.

Bunlar çıldırmış olmalı… Ekmeğini ve tereyağını yedi, usulca bulaşıkları toparladı, yeniden içeri geçti. Ne yapmalı acaba? Evden çıkamıyordu ne de olsa, uğraşacak bir şeyler bulmak lazımdı. Salonda, masanın üzerinde duran ajandasının kapağı ilişti gözüne; Delacroix’nın ‘Halka Yol Gösteren Özgürlük’ tablosu…

‘Ne anlamlı’ diye geçirdi içinden, tablodaki göğsü açılmış, elinde bayrak tutan, ölülere basarak yükselmiş kadın figürüne uzun uzun baktı. Tabloda resmedildiği gibi, Temmuz Devrimi’ne de kadınlar öncülük etmişti, tablo hariç, hiç anılmıyor olsalar da…

Kadınlardan bu kadar korkmalarının sebebi buydu belki de… Tüm bu düşünceleri zihninden çıkarmak üzere, başını yine iki yana salladı. Ne de olsa Shahram öyle tembih etmişti; evden çıkmayacağına, kapıda birileri ölse dahi hiçbir şeye karışmayacağına dair söz vermişti kocasına.

Koltuğun kenarına ilişip cep telefonunu eline aldı, ‘internete bağlanılıyor mu’ diye yeniden kontrol etti. Şanslıydı, birkaç dakikalığına da olsa, bağlantı vardı demek… Hızla, bağlantı ayarları ile oynayıp, Avrupa’daki haber sitelerinin birine girdi. Tahmin ettiği gibi, manşetteki haberlerin biri İran’a dairdi.

Haberde, protestolarda gözaltına alınanların idamı için İran parlamentosunda yapılan oylamanın, ezici çoğunlukla evet ile sonuçlandığı yazıyordu. Aklına, geçtiğimiz günlerde gözaltına alındığını öğrendiği kuzeni geldi. Teyzesinin kızıyla geçen çocukluğu gözünün önünden geçti bir an… Bu korkunçtu, bu kadar insana bunu yapamazlar diye düşündü, ama bugünlerde neler olabileceğini kestirmek …

Bir kez daha unutmaya çalışırcasına başını iki yana hareket ettirdi, telefonu da kapattı sinirleri adeta alt üst olmuştu. Shahram’ı ve tüm bu olanlara rağmen ona verdiği sözleri düşündü. Tüm arkadaşları sokakta, direnişte, kocası ise onları bir şey değiştiremeyecek bir grup aptal olarak görüyordu. Ona göre hepsi canına susamıştı, bugüne kadar ölen ilk kadın değildi, bu son da olmayacaktı, peki bu neyin kavgasıydı öyleyse?

Shahram’ın bu fikirlerini yeniden hatırlamak dahi midesini bulandırdı… Dün geceye gitti birden, zihni gece yatağında arkasını dönmüşken, kocasının beline sarıldığı anı anımsadı, kendini hem rahatsız, hem de ‘bana dokunmanı istemiyorum’ diyemeyecek kadar çaresiz hissetmişti o an. Sahi bunları, tüm bu gündemin sıcaklığıyla, kapısına kadar gelen protestolara karşı yaklaşımından dolayı mı hissetmişti, yoksa bu adamı, zamanın birinde sevmiş miydi? Kendine itiraf edemediği gerçeklerle zihnin de yüzleşiyordu tam da bu an da kahverengi koltuğun köşesinde çakıldığı bu yerde…

Evliliğinin başından bu yana olan biteni, gözünün önünden geçirdi. Bundan 11 yıl önce evlendiklerinde, Shahram iyi bir üniversitede, henüz yeni akademisyen olarak çalışmaya başlamış, genç bir adamdı, bundan daha iyisi olamazdı. Böyle düşündüğünü, etrafındakilerin de buna benzer şeyleri öğütlediğini hatırladı. Zaten fazla da düşünmemişti evlenirken doğrusu…

Evliliğinin ilk günlerinden itibaren geçirdikleri birkaç geceyi de düşündü. Hiç bir gecelerinde, izlediği romantik filmlerdeki sevgi ve haz dolu anların benzeri yoktu. Hatta, öyle uzun zaman da ayırmazlardı buna. Shahram asla konuşmazdı mesela, o anlarda onunla, görevine odaklı bir işçiden farksızdı. Böyle düşününce, geçtiğimiz günlerde eline geçen ve okuduğu tiyatral bir metin hatırına geldi.

Suzy Storck… Kocası Hans Vassily, çocuklar yapmak için çalışması gereken bir fabrika gibi yaklaşıyordu Suzy’e… Hatta bir bölümde Suzy, pencerenin kenarında Hans Vassily’in gelişini bekliyordu, tıpkı onun şu an yaptığı gibi… Böyle düşününce, Shahram’ın ona dokunduğu her bir an için kendinden tiksindi. Bir kez daha, tüm bu kötü düşünceleri kovalamak istercesine başını iki yana salladı. Dışarıdan iki ses üst üste geldi. Gümmm, gümmm… Pencereye doğru koştu perdeyi araladı, bir şey görünmüyordu. Tüm bunlardan yılgın vaziyette perdeyi bırakıp salonun ortasına doğru geri geldi ve bir önceki günü düşündü.

Kaldırımlardaki taşların direnişçilere bir gün evvel nasıl siper olduğunu, onlarla korundukları o anı, gözünün önüne getirdi, elinde kendini koruyacak hiçbir şeyi olmayan bu insanlara, neler reva görülmüştü kapısının önünde…

Baştan başa bir kez yürüdü odayı ve saate baktı sonra. Epeyi geç olmuştu, ne yemek yapacağını bulmak üzere, mutfağa geçti. Bu aralar gözüne oldukça çirkin görünen kendi hayatının Hans’ı birazdan gelirdi ve artık tartışacak gücü de yoktu. Karnını doyurup söylediklerine kulak asmazsa, daha az yorulacağını düşündü. Mahabad’da hava kararmak üzereydi ve dışarıda bitmek bilmeyen bu gürültü sürerken hayat, 16 numaralı dairede Fatıma için akmaya devam ediyordu.

Fatıma kim? İran’da, Jina Mahsa Amini’nin kız kardeşlerinden biri mi? Yoksa DAEŞ’in esir ettiği Ezidi bir kadının öyküsü mü size anımsattığı?  Ya da İran’daki direniş hepimize, çok değil birkaç yıl evvel, Selefi-Vahabi iktidarın dayattığı çarşafı söküp atan, rengarenk elbiseleriyle zılgıtlarıyla özgürlüğü haykıran kadınları mı hatırlatıyor?

Ya da Ortadoğu’dan Amerlka’ya, yedi kıtada kaç kadın evinde bir Hans Vassily ile yaşıyor? Ya da belki şöyle sormalı: Kaç kadın, ne düşündüğü, ne hissettiğiyle ilgili bir ‘adam’ tarafından aşağılanmıyor?

Hala politika üretmeye çalışan kadınların yargılandığı, tecavüz faillerinin cezalandırılmadığı, aksine tecavüzün, gerici rejimlerce kadınları dize getirme silahı, tehdidi olarak halen kullanıldığı zamanlarda yaşamıyor muyuz? Kadınlar dünyanın dört bir yanından genç bir Kürt kadın için ‘Jin Jiyan Azadi’ diye haykırırken kulakları sağır gözleri kör değil mi egemenlerin? Patriyarkal düzen hala aynı düzen değil mi?  Mirabel Kardeşler’den bugüne, yeryüzünün herhangi bir yerinde, pek bir şey değişmese de, biz dünyanın her bir yanından avazımız çıktığınca haykırmaya devam edeceğiz:

JİN, JİYAN, AZADİ! KADIN YAŞAM ÖZGÜRLÜK! WOMEN, LİFE, FREEDOM!..

The post Mahabad’da kadın olmak; Jin, Jiyan, Azadi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Feminizmden çocuk/luk çalışmalarına kalabilecekler konusunda sorular https://gazetekarinca.com/feminizmden-cocuk-luk-calismalarina-kalabilecekler-konusunda-sorular/ Sun, 04 Dec 2022 07:00:32 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=231320 Çocuklar ve kadınlar için önemli bir haftayı geride bıraktık. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele için kadınlar sokaklarda eylemlerdeydi. Eylemleri sırasında şiddete uğradılar veya uğramayanlar da şiddet diliyle eleştirildiler. Çocuk Hakları Haftası kapsamında ise çocuk alanında çalışanların çeşitli etkinliklerdeki konuşmalarını dinledik veya bazı yerel yönetimlerin çocuklar için aktiviteler düzenlemelerini izledik. Bu düzenlemelerin herhangi birinde de çocukların planlamaya […]

The post Feminizmden çocuk/luk çalışmalarına kalabilecekler konusunda sorular first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Çocuklar ve kadınlar için önemli bir haftayı geride bıraktık. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele için kadınlar sokaklarda eylemlerdeydi. Eylemleri sırasında şiddete uğradılar veya uğramayanlar da şiddet diliyle eleştirildiler.

Çocuk Hakları Haftası kapsamında ise çocuk alanında çalışanların çeşitli etkinliklerdeki konuşmalarını dinledik veya bazı yerel yönetimlerin çocuklar için aktiviteler düzenlemelerini izledik. Bu düzenlemelerin herhangi birinde de çocukların planlamaya dahil olduğunu göremedik. Her iki grup için de hak mücadelesi içeren bir hafta idi, kadınlar kendi mücadelesinin aktif eylemcisi çocuklar ise pasif katılımcısı idi. Çocuk haklarına dair harekette, çocuklar aktifleşmeyi kadınların eylemliliğinden öğrenebilir mi? Veya feminizmden çocuk hakları hareketine neler kalır?

Çocukluğa dair çalışmalar oldukça çeşitli: bakım, refah, katılım, hak kullanımı, sınıfsal eşitsizlik… Bu yazı için çocukluğu kuşak temsilcisi bir süreç olarak ele alan çalışmalara değinmek istiyorum. Kuşaklar arası adalete odaklanan çalışmalarda çocukların diğerleri ile ilişkilenme biçimlerine bakılıyor. Çocukların marjinal olup olmaması, sömürülüp sömürülmemesi, sosyal adalete sahip olup olmaması gibi sorgulamalarla çocukluk tartışmaya açılıyor. Bu tartışmalara biraz değinelim:

Çocuğun özne olma hali çocukluk çalışmalarının gündemindeki konulardan biri. Hatta özne olmanın yanında, kendi kuşağının takipçisi ve önderi/bal kahramanı olmasına da değiniliyor. Gel gör ki bu çalışmalar, kadın çalışmalarının aksine ezici çoğunlukla öznesinin dışında gerçekleşiyor, yani çocukluk çalışmalarını çocuklar değil yetişkinler yapıyor. Oysa çocuklar kendilerine ait çalışmalarda öncü olabilirlerse yönteme ve teoriye başka bakış açıları katabilecekleri söyleniyor. Ayrıca çocukların yaptığı veya yapacağı çalışmalar için de güç ilişkilerini tartışmanın önemine değiniliyor. Sosyal hiyerarşiyi yapılandırılmış görülüp yetişkinler ve çocuklar için yeniden sosyalleşmenin mümkün olduğunu iddia ediliyor. Yol tam da burada protagonizme çıkıyor.

Protagonizm daha çok sinemada kullanılan ama Antik Yunan’dan geldiği iddia edilen bir kavram ve hikayelerdeki baş karakteri işaret ediyor. Hikayeyi yanındaki ve karşısındakilerle birlikte bir akışa doğru sokan karaktere bir baş kahramanlık atfediliyor ve karakter protagonist oluyor. Yani kendi hayatının, hikayesinin, akışının birincil öznesi.

Şimdi çocukların da protagonist olabilmelerine geri dönelim. Zihnimizde çocukları kendi hayatlarının merkezinde bir yere koyduğumuz bir görsel oluşturalım. Çocuğun önder olması, onu ilgilendiren konuda savunuculuk yapması, yaşam koşullarını değiştirmek üzere politik müdahalelerde bulunmasını bize gösteren bir görsel. Çocuğu özerkleştiren bir sınır zorlama görseli. Tıpkı feminizmin erkek egemenliği reddi çalışmalarında olduğu gibi, çocuk protagonistlerin de kabul edilen yetişkinlik ve paternalizm normlarına meydan okuduklarını görelim. Bu alanda çalışanların iddia ettiği gibi bu oyundan yetişkinleri geri çekelim ve çocukları fikirlerini belirttiklerinde bir yetişkin onayına ihtiyaç duymaktan sıyıralım. Eğer, tüm iyi niyetimizle, çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışan yetişkinler isek bu görsel giderek bizi zorlayabilir çünkü biz yetişkinlerin bir şey yapmasına izin vermiyor. O halde buraya bir soru bırakıyorum: Çocukların feminist harekette olduğu gibi kendi hak arayışlarında veya hayatlarına dair herhangi bir konuda kendi hayatlarının/kuşaklarının önderleri olması mümkün mü?

Çocukluğa dair çalışmalar çocuğu içinde bulunduğu sistemlere göre de değerlendiriyor:

Mesela aile/hane. Aile ve hane odaklı çalışmaları kuşak araştırması bağlamında ele alalım. Ailelerde kuşaklar arası ilişkiler onları şekillendiren sosyal yapılar bağlamında ele alınıyor. Çocuklar, iş ve duygusal ilişkilerle uğraşan bir dizi aile bağlamında temsilci. Şöyle: Birincisi çocuklar ev işlerinden aile üyelerinin bakımına kadar bir dizi işle meşguller ve sağlıklı ve üretken birer organizma olarak ailenin devam etmesini sağlayan girişimlere katılıyorlar. Çocukların ev içi işlerdeki görünürlüklerinde aslında kadının evdeki çalışmalarını iş olarak gösteren feminizmin katkısı büyük. İkincisi, çocuklar, ailenin tüm üyeleri tarafından açıkça iktisadi projeler olarak görülüyor. Ekonomik gelir getiren işlerde çalıştırmak birinci gösterge. Bir de çağın gelişimlerini takip edebilme konusunda sıkıntı yaşayabilecek (çoğu zaman büyük anne-büyük baba gibi) diğer aile üyelerine yardımcı olmak bu konuya bir örnek verilebilir. Araya hemen farklı bir bakışı da yerleştirme ihtiyacındayım. Toplumdaki yaşlıların özellikle teknolojiye hakim olamamalarından ötürü çocuklara göre dezavantajlı oldukları aktif bir tartışma ama en eski nesil olarak yaşlı nüfusunun arttığına ve daha fazla siyasi güç kazandıklarına da dikkat çekmekte fayda var.

Kuşak temalı çalışmalarda toplumsal cinsiyet kavramının mantıksal olarak kuşak çalışmalarını da yönlendirebileceğini iddialarıyla karşılaşıyoruz. Tıpkı cinsiyet – toplumsal cinsiyet kavramlarının detaylandırılmasındaki muazzam teorik verimlilikte olduğu gibi toplumsal ve ilişkisel bir fenomen olarak kuşakların da paralel terimlerle uygun bir şekilde teorize edilebileceği söyleniyor. Bu konuda üretilmiş somut bir kavram önerisi yok ama konunun bu şekilde tartışmaya açılması da önemli. Hem toplumsal cinsiyet hem de kuşak, ilişkisel kavramlardır. Toplumsal cinsiyetin ilişkisel mantığı üzerinde durularak, daha net bir ilişkisel nesil anlayışı da geliştirilebilir.

Buraya da şu soruları bırakıyorum: Aile/hane içinde çocukların sosyal statüleri, özne olarak temsiliyetleri, karşılaştıkları kısıtlamalar ve fırsatlar konusunda bilgi sahibi olup olmamaları yeterince açık bir şekilde tartışılabilir durumda mı? Toplumsal eşitsizlikle mücadelede ilişkisellikten hareket etmek mücadeleye ne katar?

Çocuklarla ilgili çalışmalardaki sistemlerden bir diğeri eğitim sistemi/okul. Buradaki araştırmaları ise yazının odağına biraz daha yaklaşıp toplumsal cinsiyetle ilişkilendirelim. Çalışmalar eğitim ortamında toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yerleşik hale gelmesine vurgu yapıyor. Hatta bu eşitsizliğin kamusal tartışma ve diyaloglara da yansıdığı ileri sürülüyor. Ayrıca yüksek öğrenimin toplumsal cinsiyete dayalı normlar ve uygulamalardan arındığı takdirde insanlara büyük fırsatlar sunacağı da altı çizilen tartışmalardan biri. Buranın sorusu ise toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı eğitim sistemini kurmak veya eşitsiz ortamdan çocukları/gençleri uzak tutmak ne kadar mümkün?

Başka bir sistem sosyal bilimin toplumsal eşitlik adına geliştirdiği endeksler. Burada iki araştırmacı grubunun iki farklı endekse değinimlerine bakalım. Bir grup, kurumlar içinde yüceltilen norm, değer ve tutumların eşitsizliği derinleştiren halinden kurtulmak için Sosyal Kurumlar ve Cinsiyet Endeksi başta olmak üzere çeşitli endekslere dayanarak yaptıkları araştırmalarında toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadelenin sihirli bir değneğe değil karmaşık yapıların bir araya gelerek bu konuya eğilmelerine ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Tartışmalar içinde erken evlilik, çok eşlilik, ebeveyn otoritesi ve miras gibi konular var ki bu eklemeler endeksi çocukluk çalışmalarına da uyarlanabilir hale getiriyor. Henüz bir uyarlama olmasa da bu katkıyı göz ardı etmemek lazım. Kadın Yapabilirlik Endeksinin kadınların yaşam kalitesinin değerlendirilmesinde sağlam bir araç olduğunu savunanlar ise çocukların, etraflarındaki herhangi bir yetişkinin yamacından çıkarılarak yapabilirliklerine odaklanan bir endeksin onların da yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi konusunda sağlam bir araç olabileceğini iddia ediyor. Kadınlarda olduğu gibi, çocukların yapabilirliklerinin ölçülmesinin maruz kaldıkları diğer tüm eşitsizlikler gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gün yüzüne çıkarıp onunla mücadelenin gündeme gelmesini sağlayabilecektir. Buraya çocukların ebeveynle kurdukları ilişkileri düzenleyen sosyal kurumlara dair endekslerdeki ölçüm sonuçlarının ne gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine değineceğine dair bir soru bırakıyorum.

Yapabilirliği de biraz açmakta fayda var. Yapabilirlik Yaklaşımı 1990’lı yıllarla başta iktisat olmak üzere çeşitli sosyal bilimlerin eksenine girmiş bir yaklaşım. Amartya Sen’in kavramsallaştırması ve çokça bilim insanı bu yaklaşıma çeşitli çalışmalarla katkı sunmaya devam ediyor. Yaklaşım özünde, bireylerin ve/ya toplumların kalkınmalarının sadece gelire dayalı hesaplamalarla yapılmasının işlevsizliğine vurgu yapıyor. Hem bireyi hem toplumu bizzat ilgilendiren birçok etkeni eş zamanlı olarak değerlendirmek ve herkesi yapmaya muktedir olduğu işlerle eşleştirmek gerektiğini iddia ediyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarsızlaşmış eşitsizliklerin sadece kadınların değil çocukların da meselesi olmasına odaklanmanın başka yolları da var. Bu bağlamda hegemonya önemli bir kavram. Nasıl kadınlar refaha erişimde cinsiyetlendirilmiş normlara karşı çıkıyorsa, nasıl kadınlar sanki gönüllülermiş gibi ev işlerinin ve bakımın biricik sorumlusu ilan edilmeyi reddediyorsa aynı şekilde çocuklar da bir mücadele alanındalar. Çünkü bütün o roller çocuklukta inşa ediliyor. Eğer bu durum öğretilen ve dayatılan bir şey olmasa, kadınlar ve çocuklar hangi rasyonel gerekçeyle bedenlerini ve kişiliklerini ev içi iş ve bakım odaklı bir toplumsal yeniden üretim süreci içine soksun ki? Başka bir soru da haklara sahip olmak ve hakları kullanabilmenin örtüşmemesiyle ilgili: eğer hak kullanımında yetişkin erkeklerle aynı erişime sahip değillerse çocuklar ve kadınların sadece (çoğu zaman kullanamadıkları) haklara sahip olmaları hangi yapabilirlikleri nasıl etkiler?

Bu yazıyı bir kadın olarak kağıda döktüm. Bu esnada doktora tezimde yaptığım araştırmadan ve metnimden sıkça yararlandım. Yararlandığım kaynakları aşağıda sıraladım. Bir kadın olarak bu tartışmanın neresinde olduğuma da değinmek isterim. Öncelikle belirtmek isterim ki bir toplumsal eşitlikten bahsetmek hiç mümkün değil, ayrışmaların ve uçurumların giderek arttığı, düzensiz gibi görünen ama yönetilebilir bir düzene dönüşmüş eşitsizlik toplumu içindeyiz. Toplumsal eşitlik için kültürel farklılıklar ve çeşitlilikler ne kadar olmalı ise sınıfsal farklılıklar o kadar olmamalı. Ya da kendini, kimliğini ifade etme biçimleri ne kadar çok olmalı ise onurlu yaşam mücadelesi verenlerle bu yaşam mücadelesinin sürekli önünde durmaya çalışanlar o kadar olmamalı. Eşitlik herkesin ve her şeyin aynı veya eş olması demek değil, bir arada yaşarken birbirimiz üzerinde tahakküm kurmamak aslında. Zaten bir toplumsal eşitlik olmadığından bahsettim ama kadınlar ve çocuklar için detaylı da konuşmayı önemsiyorum. Kadınlar yıllardır süren ve sosyolojik, politik, ekonomik, kültürel, coğrafik, psikolojik ve diğer dinamiklerle kurgulanan ve pekiştirilen eşitsizlikle mücadele halindeler. Sadece kadınlar değil esasında. Cinsel kimliklerinden bağımsız eşitlik mücadelesi veren herkes bu sürecin önemli bir parçası. Bu yazıdaki rolüm sadece toplumsal eşitliğe inanmak değil.  Ayrıca bir kadın araştırmacı olarak, kız ve oğlan çocukların aile, okul veya sosyal çevrelerindeki koşulların da toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir yerden bakmaya çabalıyorum. Buradaki hassasiyetimim kadın olmaktan mı feminist olmaktan mı kaynakladığını kestirme konusunda zorlandığımı itiraf etme ihtiyacı içindeyim. Zira kadın olmadan bu toplumun bir parçası olmayı sadece dışarıdan gözlemleyebiliyorum. Feminist bir erkek, feminist bir kadın veya feminist bir LGBTİ+ olmanın aynı şey olup olmadığını bilmiyorum. Sınıfsal eşitsizliğin bütün eşitsizlikler üzerindeki etkisini farkındayım fakat toplumsal cinsiyete duyarlılığın sınıfsız toplumla aynı anda gelişebileceğinden de emin olamıyorum. Örneğin geçtiğimiz haftaya dair gözlemlerim sırasında dikkatimi çekenlerin kadın olmakla ilgili olup olmayacağına dair bir şüphe ile bu yazıdaki kadın kimliğim de altını çizmek istiyorum. Peki çocukluğa bakışımını ne şekillendiriyor? Bu sorunun çok net bir cevabı var: toplumsal eşitlik içinde yaşamayı uman bir dünya görüşünü benimsemiş olmak. Toplumun kimi zaman demografik, kimi zaman sınıfsal, kimi zaman toplumsal kimlikler aracılığıyla görünmez kılınmış bireylerinin kendilerini ifade etmelerinin, sadece onların refahını artırmayacağını aynı zamanda onlar dışındakilerin de toplumsal eşit koşullarda devam etmelerini sağlayacağını düşünüyorum. Çocukların öncelikle yaşa bağlı ayrımcılıklarından sıyrılmalarını, aile-okul veya diğer kurumlardaki bastırılmış bireyselliklerini açığa çıkarabilmelerini çocuklara faydalı olabilmenin çok ötesinde toplumsal eşitlik inancımdan ötürü önemsiyorum. Aynı koşullardaki örneğin kadınların, yaşlıların veya engellilerin de varlıklarını farkındayım. Ama toplumsal hayata katılımları için kendi adlarına mücadele edebilecek şartlara çocuklardan daha kolay erişebileceklerini düşünüyorum. Burada amacım kıyas yapmak değil, mücadelenin her türlüsü elbette zor. Ama çocuklar dışındakilerin politikaya katılmalarının önünde en azından yasal bir engel olmadığının da altını çizmek isterim. “Kadın ne bilsin!” söylemiyle mücadele edildiği gibi “çocuk ne anlar!” söylemiyle de uğraşılması gerektiğine inanan bir toplumsal eşitlikçi rolüm mevcut. Hatta yukarıda aktardığım alan yazının da söylediği gibi çocukların insan hakları mücadelesinin kadınların insan hakları mücadelesinden öğrenecek çok şeyi olduğunu düşünüyorum.

Bir sonsöz olarak her türlü eşitsizlikte olduğu gibi toplumsal cinsiyete dayalı olanda da çocuklar sürecin etkileneni. Çocukların bugün ve gelecek tahayyülleri, karar almaları, davranışları, ses çıkarmaları veya susmalarını etkileyen bu eşitsizlikleri tartışmak önemli. Çocuk hakları hareketinin de feminizmde olduğu gibi kendi eylemlerinin öznesiyle şekillendiği günlerin yakın olduğunu umuyorum.

Daha Fazlasını Merak Edenler Şu Kaynaklara Bakabilir:

Addabbo, T. Lanzi, D. Picchio, A. 2010. “Gender Budgets: A Capability Approach” Journal of Human   Development   and   Capabilities, https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/194528 29.2010.520900, 29 Aralık 2021.
Alanen, L. “Generational Order” The Palgrave Handbook of Childhood Studies, 2009, Editörler: Jens Qvortrup, William A. Corsaro and Michael-Sebastian Honig. Palgrave Macmillan. ss. 159- 174.
DeJaeghere, Joan: “Public Debate and Dialogue from a Capabilities Approach: Can it Foster Gender Justice in Education?” Journal of Human Development and Capabilities, C.13/3, 2012, ss.353-371
Ghosh, J. 2019. “The  Uses  and  Abuses  of  Inequality”  Journal  of Human Development and Capabilities, C.20/2, ss.181-196, Doi: 10.1080/19452829.2019.1574282
Greco, G. Skordis-Worrall, J. Mills, A. 2018. “Development, Validity, and Reliability of the Women’s Capabilities Index” Journal of Human Development and Capabilities, C.19/3, ss.271- 288, Doi: 10.1080/19452829.2017.1422704.
Günlük-Şenesen, G. Ergüneş, N.Yakar-Önal, A. 2015. “Dirlik            Temelli Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme Yaklaşımıyla Yerel Yönetim Bütçelerine Bakmak: Kars Belediyesi”       (Çevrimiçi) http://www.maliyesempozyumu.org/wp-content/uploads/2017/10/Maliye_Sempozyumu_30_60 5_633.pdf., 8 Aralık 2020
Jütting, J. P. Morrisson, C. Dayton‐Johnson, J. Drechsler, D. 2008. “Measuring Gender (In)Equality: The OECD Gender, Institutions and Development Data Base” Journal of Human Development, C.9/1, ss.65-86, Doi: 10.1080/14649880701811401
Loots, Sonja, Walker, Melanie: “A Capabilities-based Gender Equality Policy for Higher Education: Conceptual and Methodological Considerations” Journal of Human Development and Capabilities, C.17/2, 2016, ss.260-277, Doi: 10.1080/19452829.2015.1076777
Mayall, B. 2009. “Generational Relations at Family Level” The Palgrave Handbook of Childhood Studies, 2009, Editörler: Jens Qvortrup, William A. Corsaro and Michael-Sebastian Honig. ss.175-187, Palgrave Macmillan
Nuggehalli, R. K. 2014. “Children and young people as protagonist and adults as partners” Participation, Citizenship and Intergenerational Relations in Children and Young People’s Lives Children and Adults in Conversation, Editörler: Joanne Westwood, Cath Larkins, Dan Moxon, Yasmin Perry, Nigel Thomas, ss. 10-22, Palgrave Macmillan.
Nussbaum, M. C. 2000. “Women’s Capabilities and Social Justice” Journal of Human Development, C.1/2, ss.219-247, Doi: 10.1080/713678045
Sayer, A. 2012. “Capabilities, Contributive Injustice and Unequal Divisions of Labour” Journal of Human Development and Capabilities, C.13/4, 2012, ss.580- 596, Doi: 10.1080/19452829.2012.693069
Qvortup, Jen: “Childhood as a structural form” The Palgrave Handbook of Childhood Studies, 2009, Editörler: Jens Qvortrup, William A. Corsaro and Michael- Sebastian Honig. ss.21-33, Palgrave Macmillan.
Walker, J. Berekashvili, N. Lomidze, N. 2014. “Valuing Time: Time Use Survey, the Capability Approach, and Gender Analysis” Journal of Human Development and Capabilities, C.15/1, 2014, ss.47- 59, Doi: 10.1080/19452829.2013.837033

The post Feminizmden çocuk/luk çalışmalarına kalabilecekler konusunda sorular first appeared on Gazete Karınca.

]]>
HDP’ye sallamak neden bu kadar rahat? https://gazetekarinca.com/hdpye-sallamak-neden-bu-kadar-rahat/ Mon, 28 Nov 2022 21:01:41 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=230910 Muş Alparslan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kıran geçtiğimiz hafta Serbestiyet sitesine “HDP Kürtlere neden ve nasıl kaybettiriyor?” başlıklı bir yazı yazdı. Bir önemi yok ama Kürdoloji alanında söz kuran, Kürt bir prof olduğunu, özellikle belirtiyorum. Aslında yazının içeriğini okumaya gerek yoktu, başlık zaten derdini net anlatıyordu; HDP’yi Kürtler cephesinde “zarar” olarak imleyen bir […]

The post HDP’ye sallamak neden bu kadar rahat? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Muş Alparslan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kıran geçtiğimiz hafta Serbestiyet sitesine “HDP Kürtlere neden ve nasıl kaybettiriyor?” başlıklı bir yazı yazdı. Bir önemi yok ama Kürdoloji alanında söz kuran, Kürt bir prof olduğunu, özellikle belirtiyorum.

Aslında yazının içeriğini okumaya gerek yoktu, başlık zaten derdini net anlatıyordu; HDP’yi Kürtler cephesinde “zarar” olarak imleyen bir durum var. Bunu AKP, ulusalcılar vs. sürekli kullanıyor. Kimya dersinde geçen tabirle normal şartlar altında, yani sıfır derece ve bir atmosferde başlığa bakan herkes yazının AKP cilası olduğunu görür…

Yazının bundan sonraki kısmı içeriğe dair olacak, merak etmeyenler için kısa özet geçeceğim.

Prof. Kıran yazısını twitter adresinde paylaşırken “HDP, İYİ Partiye yaptığı ‘şirinliğin’ 1/10’nunu AK Parti’ye yapmış olsaydı, Kürtlerin dil ve kimlik hakları konusunda iyi bir yol alırdı ve Türkiye demokrasisine büyük bir katkı sunardı” diyerek paylaşmış. Bu akıl tutulması daha nasıl ilerleyebilir derken bir insanın düşebileceği en trajik hallerin sularında her türlü kulaç atılmış. Öyle ki MHP en başarılı parti, BBP zaten daha başarılı parti imiş. Perinçek’i zaten söylemeye gerek yok. “Kürtler tüm haklarından yoksun, bunun sebebi de AKP ile işbirliğine gitmeyen HDP” diyor. Kıran’a göre kıran kırana bir mücadele etmeye hiç gerek yok! NASA’dan tutalım Muş’a kadar yapılacak ne varsa AKP ile anlaşılırsa her şey rayında gider, hiçbir sorun kalmazmış. Yazarın çıkarımlarından da anlaşılacağı üzere evren AKP ile başladı, onunla genişledi ve onunla son bulacak. Ya AKP’ye destek verirsin ya da vermezsin! İşte tüm mesele bu!

Ha, şimdi sorsan kendisi de son derece bilimsel, objektif yazdığını, sosyolojik dinamikler üzerinden okuma yaptığını, gerçeklerin de bu olduğunu söyleyecektir. Söylemekle de kalmaz, TV denince Kürt tarihinin en Kürdewar, en faydalı, en mantıklı ve etkili yayınlarını yapan, kendisinin de sürekli çıktığı TRT 6’da da bunun psiko-sosyal gerçekliğini ifade eder uzun uzun…

Yazıyı biraz açmak iyi olacaktır. Çünkü bu yazıdaki argümanlar, satır arası söylemler HDP’ye alakalı alakasız sürekli sallamanın, yüklenmenin ve özce onu günah keçisi yapmanın da donelerini içeriyor.

En sonda söylenecek şeyi de baştan belirteyim:

HDP tüm hatalarından, çelişkilerinden, doğru ve yanlışlarından büyük bir oluşumdur. Haliyle ona bolca akıl dağıtırken tarihsel girizgahını ve öncelikle utanma duygusunu kaybetmemek gerekiyor. Gerçeklerin karşısında değil yanında yer almak gerekiyor. “Başkasının adına konuşma haysiyetsizliği” denen bir şeye de hele hiç ama hiç düşmemek gerekiyor.

Kendine aydın diyen biri, birinin adına konuşan kişi değil; konuşma şartları olmayan, elinden zorla alınan kişilerin/yapıların söz kurabilecekleri alan açmakla görevli kişidir. Görevi budur…

***

Yöntem olarak yazıda vurgulanan temel bağlamlar üzerinden, kısaca şerhler düşerek gideceğim.

Abdullah Kıran demiş ki;

1- Türkiye’de hiçbir zaman tek başına iktidar olamayacak, ancak izlediği başarılı politikalar nedeniyle hemen her iktidara ortak olan parti MHP’dir. Bu anlamıyla, kanımca MHP Türkiye’nin en başarılı partisidir. Türkiye’de yüzde 1 bile seçmen desteği olmayan Büyük Birlik Partisi, Türkiye siyasetinde HDP’den daha başarılıdır. Çünkü iktidar ile anlaşarak kadrolarını kamuda her tarafa yerleştirebildiği gibi, seçmen kitlesini iktidarın nimetlerinden faydalandırarak bir arada tutabilmektedir. Doğu Perinçek’in Vatan Partisi bile bu yönüyle çok başarılıdır.

İktidar ile ilişki içinde olmanın asgari bir ahlaki-politik sorumluluğu yok mudur? Yazara göre yok. Uzlaşma ve teslimiyet arasındaki ince çizgiyi de zaten görmüyor. Önemli olan, iktidar kimse neyse onunla ilişki içinde olmak. Oysa kötünün iyisini seçmek bile kötülükten yana karar vermek oluyorken, bu ehven-i şer dayatması nedir?

Sırf HDP siyasetini eleştirmek için karşısına başarı abidesi olarak MHP-BBP-Vatan partisini koymak, sadece bir siyasal hipermetropluk değil, art niyetli bir durumdur da. Nedir mesela BBP’nin başarısı? İlkesizlik, anti toplumcu tutum başarı ise tamam, başarılıdır. MHP’nin tarihi nedir, 70’lerden günümüze nasıl bir hat izledi, MHP bu toplum için neyi tasarlıyor? Neyi savunduğu ve bunun Kürt sorunu denkleminde oturduğu boyutlar da gayet açık iken, kendinden neden bu kadar ödün vermeye ihtiyaç duyar insan? Prof’umuz açıklamasa da burada tek bir şey akla gelir: O da kişisel çıkar…

Bu anlamda iktidarı kutsuyor, onunla olmanın, yanında yer almanın iyi bir şey olduğunu sanıyor. Aslında iktidarın yanında yer almaktan anladığı ve tam adını söylemediği şey, ki yazıda esas talep ettiği durum: İtaat etmedir.

Bu anlamda politikleşme yerine benzeşme, derinleşme yerine belleksizleşme, hatırlama yerine unutmayı talep ediyor Abdullah Kıran.

Fakat yetmiyor bu! Halklar, yapılar, kurumları iktidarsız düşünemiyor. Bunu istemeyen herhangi birilerini yok sayıyor. Geriye kendinden ödün veren bir uzlaşı kalıyor. Bir halk kendinden ödün vererek neden uzlaşsın? Bam teli bu sorunun cevabındadır. Çünkü örtük şekilde koşulsuz, anlamsız bir teslimiyet isteniyor…

Zaten yazar başarı ölçüsü olarak en başta bunu koyduğuna göre HDP’nin onun lenslerinde başarılı olma şansı var mı? Yok, olamaz…

Pedagog Paulo Freire “Baskı altında olanlar, baskı yapanın imgesini içselleştirdiklerinden ve onun çizgisini onayladıklarından ötürü özgürlükten korkarlar” diyor. Burada sadece özgürlükten korkma değil, onun sorumluluğundan kaçma da vardır.

2- HDP, temsil ettiği kitlelerin siyasi taleplerini hayata geçirme anlamında Türkiye’nin en başarısız muhalefet partisidir. Zira HDP, izlediği yanlış politikalar nedeniyle, yöneticileri ve seçmen kitlesini de mağdur etmektedir. Türkiye siyasi tarihinde, iktidara ortak olma şansını elde etmiş olup, bu fırsatı elinin tersiyle itmiş yegâne parti HDP’dir. Bugün eğer hem Cumhur İttifakı hem de Millet İttifakı, bir cüzzamlıdan kaçarcasına HDP’den kaçıyorsa, bunun sebebi ağırlıklı olarak HDP’nin yanlış politikalarıdır. HDP’deki Kürtlerin, parti politikasının belirlenmesindeki payı yüzde 10 bile değildir.

Merakımdan soruyorum! Söz konusu HDP olunca sallamak bedava ve bilimsel mi oluyor? Mesela HDP’deki Kütlerin politika belirlemedeki rolü %10 imiş. Bu veri hangi analizin sonucu, nereden çıktı, kaynağı nedir? Bu veriyi başka bir parti için de yazabilir mi? HDP’lilerin de bu yüzde ondan haberdar olduğunu sanmıyorum.

HDP’nin muhalefette ne kadar başarılı olduğu soru işaretidir. Şüphesiz eksiklikleri var. Kendileri de ifade ediyor çeşitli şekillerde. Mevcut muhalefet içinde ise tek muhalefetin HDP olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu es geçilerek, kitlesini de mağdur ettiği ifade edilmektedir. Spectrum House’un en son yaptığı bir Kürt seçmen eğilimi anketi vardı. Orada % 96 dolayında “partimin arkasındayım her koşulda” diyor. HDP’nin kitlesini mağdur ettiği tezi de temelsizdir, iktidarın algı dilidir. Çünkü kendi partisini en sert şekilde eleştiren, eleştirileri bir şekilde karşılık bulan, sonuçlarından bağımsız, tek parti de yine HDP’dir.

3- Zaten HDP yöneticileri de her fırsatta Kürt partisi değil, Türkiye partisi olduklarını söyler.  Sanki Kürtlerin Türkiye’de bir partisinin olması bir kabahatmiş gibi. HDP’nin gövdesini teşkil eden Kürtlerin talepleri bellidir. Ancak HDP yönetiminin öncelikleri farklıdır. HDP’deki Kürtlerin temel talebi, Kürt meselesinin demokratik zeminde siyasi bir çözüme kavuşturulmasıdır. (…) HDP yönetimin en çok vurgu yaptığı konu, Türkiye’nin demokratikleştirilmesidir.  Ancak HDP’nin seçmen kitlesi olan Kürtlerin ne Türkiye’yi ne de Ortadoğu’yu demokratikleştirme gücü yoktur. Üstelik Kürtlerin derdi iktidarları değiştirmek değil, kendi sorunlarına çözüm üretecek iktidarla uzlaşmaktır. Kürtler, ancak kendi sorunlarına çözüm bulmakla Türkiye demokrasisine katkı sunabilirler.

Türkiye’de, sadece Amed merkezli onlarca “Kürt” partisi var. İddiası ile tüzük ve programı ile resmi olan yerleri ile aktif durumdalar. Peki bu partilerin neden bir karşılığı yok? Elbette bunun tartışma yeri burası değil. Fakat soru ortada dursun, öyle devam edelim.

İkincisi, bazı kavramları, “Türkiyelileşme” gibi, konuşabilmek adına öncelikle bazı ölçüleri netleştirmek gerekiyor sanki.

Mesela HDP, “ben Kürt partisiyim” demiyor. Doğrudan bir Kürt partisi değil. HDP’yi sadece Kürt alanına sıkıştırmak, oradan söz kurmasını istemek de devlet aklının işine yarayan bir şey. Bu durumun öncesi var, tarihsel bir okuması var. Politika, yönetim ve demokrasi kavramlarının çözümlenmesi, kırk yıllık bir mücadele sonrası gelişen bir sürecin adıdır HDP.

HDP, Kürt sorunu başta olmak üzere ülkedeki temel sorunların çözüm yöntemi, farklı kimlikteki ve inançtaki halkların ve toplulukların bir arada yaşamalarını sağlayacak siyasal amaç/yönetim biçimi olarak mevcut araçları/modelleri eksik gördüğü için radikal demokrasiyi benimseyen bir çıkıştır. Halkın gerçek manada yönetime ortak olmasını talep etmektedir. HDP demokratik siyaseti inşa etmek, politikayı demokratikleştirmenin yollarını açmak için kuruldu.

Bunun yanında “Türkiyelileşme”, hakkı verilerek yapılan bir tartışma değil. Bunun altını çizmekte fayda var.

Bir özne tayini işlemi midir, bir adlandırma faaliyeti midir? Nedir? En rijit çıkarımı Kürt’ün Türk olması gibi bir propaganda var. HDP lugatında da pek kullanılan veya parti politikalarında işlevsel bir tabir değil, hiç olmadı da.

Oysa bu kavramın çerçevesi Türkiye’deki siyasetin demokratikleştirilmesi ve dönüşümüdür. Ya da bu yönlü adım atılması ve ele alınmasıdır. Kürt ve Türklerin buluşma kavşakları iyi analiz edilmelidir. Çünkü Kürt-Türk ilişkilerini çözümlemek sosyolojinin belki de en zor konusudur. Türk-Kürt ilişkilerindeki tarihsel gerçeklik, günümüzde Kürt sorununun çözümü açısından tüm derinliğiyle anlaşılmak durumundadır. Türkiye’deki siyasi dengeleri yüz yıldır belirleyen en başat konu Kürt sorunudur.

Şüphesiz tüm bunların yanında HDP’nin Kürt sorununu gerçekte bir Türkiye sorunu olduğunu göstermesi, ortaya koyması ve tüm Türkiyeli halkları bu konuda aydınlatma gibi derdi de var. Bir misyonu da budur. Bugün kadına-gençliğe-emekçi kesime ve tüm ötekilere yönelik yaşanan bu travmatik sorunların altında yatan gerçeği gün yüzüne çıkarması gerekiyor. Aynı zamanda bu durumdan faydalanan iktidar mekanizması içinde, devletin ve toplumun çeşitli kademelerinde nemalanan her türlü derin yapıyı da teşhir etmesi gerekiyor. Bunun siyasi mücadelesi ve pratik karşılığında HDP gerçek manada Kürt sorunun çözümünde, Türkiye’nin demokratikleşmesinde gerçek rolünü oynayabilir. HDP’nin görevi sadece iktidar partisinin hatalarını, yalanlarını ve anti demokratik uygulamalarını dillendirerek ve mahşeri bir hesap isteminde bulunarak bunu sonuçlandırmaya çalışmak değil. Yani HDP faaliyetlerini tek bir kanaldan yürütemez, bileşenler de bunun için var. Kolektif aklı, onun etkisi ve ayırt edici özelliğidir.

Yaşanan tüm eksiklik ve yetmezliklere rağmen HDP fikriyatının toplumda tuttuğunu devlet çok iyi bildiği için tüm gücüyle saldırıyor. Türkiye’deki tüm halklara, inançlara ve ezilenlere hitap eden bir partiyi bir bölgeye sıkıştırıp, sadece bir Kürt partisi olarak göstermeye de çalışıyor. HDP’nin başına yıllardır neler geldi anlatmaya gerek yok.

HDP, Kürt karşıtlığı ve kendi değerlerine yabancılaşma üzerine kurulmadı. HDP, Türkiye ve Kürdistan halklarının mücadele birikimleri üzerine inşa edildi. Herhangi birinin inkârı HDP fikriyatının inkârı anlamına gelecektir.

Burada bir parantez açarak, HDP’ye neden bu kadar saldırı oluyor sorusunun da cevabı verilebilir belki… Toplum ve toplumsallığı yok etmek isteyenlere karşı dur dediği için, merkezi devlet anlayışı yerine yerel yönetimlere ve onun gücünü esas aldığı için, inkar ve asimilasyona hayır dediği için, toplumsal barış dediği için, demokrasi olmadan barış olmaz dediği için, daha az devlet dediği için, farklı toplumsal, inançsal ve kültürel kesimlerin özgür iradeleri ile ortak örgütlenme zemininde buluştuğu ve geleceğin eşit özgür yaşamını kurma mücadelesini verdiği için olabilir mi? Yazar için tüm bunların hiç anlamı yok.

Böylesi bir tablo içinde “HDP yönetiminin öncelikleri farklı’” diyen Kıran, tam olarak neyi kastediyor? Onun bildiği ama tek bir HDP’linin bilmediği ne acaba?

Diğer bir önemli durum, evet Kürtlerin bir derdi de iktidarları değiştirmektir. Kürtler iktidar değiştiriyor, değiştirdiler. Bunun büyük bedelleri oluyor. Mücadeleleri ile nice iktidar göçtü. Kürtlere doğru yaklaşmayan, çözümlemeyen herkes çözülür, çözüldü. Kürtlerin derdi iktidar ile uzlaşmak değildir, onları dönüştürmektir, dönüşmüyorsa da düşürmektir. Nihai kertede de bir siyasal parti olarak yönetime talip olmaktır. Bu neden bir eksiklik olarak ele alınıyor?

4- Türkiye’nin bir demokrasi sorunu yok, Türkiye’de demokrasiyi imkânsız kılan bir Kürt sorunu vardır. Türkiye’de iktidar ve yönetimle alâkalı tüm sorunların ana kaynağı Kürt meselesidir. Kürt sorunu çözüldüğünde Türkiye’nin demokrasi sorunu da kökten çözüme kavuşacaktır. Kürtler adına siyaset yapanların Türkiye demokrasisine en büyük hizmeti, Kürt meselesinin çözümü yoluyla mümkündür.

Bu maddeyi mola olarak aldım. Yazıda, yazının geneli ile çelişen birçok yer var. Bunlar da doğru tespitler olarak karşımıza çıkıyor. Bu satırlar gibi… Yazının bir yerinde de “O halde HDP, seçmen kitlesinin meşru ve makul taleplerini çok iyi formüle ederek, şimdiden herhangi bir tarafa angaje olmadan, bu meşru ve makul talepleri hayata geçirmeye yakın iktidar adayı blok veya ittifak ile işbirliğine hazır olmalıdır” diyor Kıran. Burada da HDP’nin temel stratejisi olan 3. yolu tarif ediyor aslında. O halde hem “şimdiden herhangi bir tarafa angaje olmadan” hem de her konuda AKP’ye angaje olarak, iktidar ile uzlaşarak nasıl bir yol izlenecek, nasıl başarılı olacak HDP?

5- HDP, “Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehrini içmekse, biz o baldıran zehrini içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin” diyen bir muhatabın elini güçlendirmek ve iktidarını daha da pekiştirmek için var gücüyle çalışmalıydı. 

Bu muhatap şu an tüm topluma baldıran zehri içiriyor. Kendi konforlu alanından söz kurulunca mı toplumsal krizler, intiharlar, kaçışlar ve kıyamet tablosu görülmüyor?

O sürecin gerçeklerinin ne olduğuna dair de şu yazıyı buraya bırakıyorum.

6- Şayet HDP, Kürt meselesinin çözümünü odak noktası olarak alıp bu eksende makul politikalar sürdürseydi, o zaman diğer partiler de bir cüzzamlıdan kaçarcasına HDP’den uzaklaşmazdı.

Gerçekten ilginç. Herkes fili tarif eder gibi HDP’nin bir yerinden tutuyor. HDP’ye getirilen eleştirilerden biri de Kürt sorununa dair harcadığı zaman! Hatta diğer partiler de bundan ötürü kaçıyor çoğu zaman. Yazara göre tersi bir durum var. Fakat buradan da çıkacak sonuç şudur: HDP’yi takip etmiyor. Ana akımdan çıkan HDP haberlerine göre HDP yorumu yapıyor.

Bunu nereden anlıyoruz? HDP’nin Kürtçe seçmeli derse destek vermediğini, anadilde eğitimin önünde engel olduğunu, Kürt dili için herhangi bir Kürdün kapısını çalmadığını iddia ediyor. Buna cevap vermek anlamsız. Bunu söylemek gerçeklerle bağdaşmıyor.

7- “Seni başkan yaptırmayacağız” gibi bir sözü, ana muhalefet partisi CHP’ye de değil de HDP’ye söyletenler, Kürt seçmenin evini yıktırdı, Türkiye demokrasisini de enkaz altında bıraktı. Oysa zavallı Kürtlerin en önemli talebi, dillerini ve kimliklerini koruyabilecek herhangi bir hükümet sistemiydi. Başkanlık veya parlamenter sistem bir yana; eğer padişahlık sistemi Kürtlere ana dilde eğitim hakkı sunuyorsa, o zaman Kürtlerin padişahlık sistemini istemeleri gerekirdi. Hem Kürtler, ana dilde eğitim hakkına sahip oldukları Osmanlı padişahlık sisteminde daha mutlu ve kişilikli bir yaşama sahip değiller miydi?

Seni başkan seçtirmeyeceğiz ve sonrasındaki gelişmeler halen tartışılıyor. Bu konunun zaman ve bağlamına dair çeşitli eleştiriler mevcut. Fakat mevzubahis durum bu alana sıkıştırılarak, her şey bu sözün sırtına atılarak anlaşılamaz, çözülemez.

Şöyle ki, Kürt sorunu dediğimiz meseleyi müesses nizam katında sadece bir dil sorununa, temel haklar sürecine indirgeyemeyiz. Çünkü Kürt sorunu “Kürtlerin anavatanlarının parçalanması ve inkârı, toplumsal gerçekliklerinin derinden bölünerek kendileri olmaktan çıkarılmaları, siyasi iradelerine ket vurulması, devletlerin inkârcı ve imhacı yöntemleri karşısında boyun eğmeye zorlanmaları, ekonomik ihtiyaçlarını gidermenin öz kimliklerinden vazgeçme aracına dönüştürülmesi, kültürel ve ideolojik varlık haline gelmelerine fırsat ve yasal statü tanınmaması, çağdaş eğitim araçları ve uygulamalarından mahrum bırakılmaları, tüm bu alanların bütünleşik uygulamalarıyla öz varlıkları ve kimliklerinin yok sayılması Kürt sorununun temelini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle Kürt sorunu bir ulusal sorun değil, ulus olmaktan çıkarılma sorunudur.”

HDP ve onu doğuran toplumsal ihtiyaçlar bagajına hakikatle yaklaşmadan mesele anlaşılamaz. Elbette politikada esnek, ilkede katılık esas alınarak pek çok ittifak, anlaşma vs. kurulabilir. Siyaset yürütülebilir. Fakat taktiksel olanı, stratejik olan ile karıştırmamak gerekiyor. Yazarın içine düştüğü bir hata da bu!

Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlamak üzere Cumhuriyet, Kürtlere verilen yerel özerklik ve 1921 Anayasası süreci, inkara dayalı yeni sürecin devamı olarak Şark Islahat Planı ve Kürt isyanlarına güvenlikçi çözüm, sessizlik süreci ve devamında gelen 60, 70, 80 darbeleri, 1982 Anayasası ve Kürt sorununun hepten çözümsüzlüğe itilmesi, 90’larla şiddet sarmalının dönüşü ve bir çıkış olarak 1993’ten 2013’e çözüm arayışları… Bu serencam içinde egemenin yaklaşımı, durumları nasıl ele aldığı ve yorumladığı çözümlenmedikçe “Kürtler kişilikli bir yaşama” sahip olamazlar. Bu kendini kandırmadır.

***

Yazıda daha alıntılanacak birçok yer var, tekrar olmaması açısından almıyorum.

Bu ve benzeri yazılar; özellikle belli bir sorumluluk ve mevkide olanların iştahla yazdığı yazılar Nazi dönemindeki “Gleichschaltung” tartışmalarını hatırlatıyor. Hani iktidardan yanılgılı bir pay alma uğruna “koordine olanların” durumu! Fakat daha hazini, bununla yetinmeyip o iktidara gerçekten inanmış olanların durumuydu.

Hannah Arendt “Gleichschaltung” üzerinden, “kişinin kendini güvenceye almak ya da iş bulmak için değişen iktidar politikalarına ve ortama teslim olmasını” eleştiriyordu. Ayrıca, bu terim ve içerdikleri sadece kendileri ile ilgili bir eksende kalmıyor, “Nazilerin tüm sivil, siyasi kurum ve örgütleri Nazi örgütlerine dönüştürme politikasını” da anlatıyordu. Bugün AKP’nin tüm düşünce iklimini kurumsallıklara akıtmak ve bunun için çalışmak da benzeri bir süreçtir. Çünkü hegemonik güç odur.

Yazar ve ifade ettikleri, siyasal süreç açısından “anlaşılır”dır ama kişisel süreç açısından değil. HDP’ye bu kadar rahat ithamlarda bulunmanın az da olsa etik bir çerçevesi olmalı diye düşünüyorum.

Yazının başlığındaki soruya da gelirsem, cevabı basit: Yüklediği bir sorumluluk yok, tüm aşınmanın sebebi bu…

The post HDP’ye sallamak neden bu kadar rahat? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
5 soruda İran’daki Jina isyanı https://gazetekarinca.com/5-soruda-irandaki-jina-isyani/ Wed, 16 Nov 2022 21:03:45 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=228757 1- Kim bu protestocular? Jina İsyanı dokuzuncu haftasını dolduruyor. Artık herkes İran’da neler olduğunu biliyordur. Jina (Mahsa) Amini’nin ahlak polisi devriyelerinin elindeyken darp edilerek öldürülmesi birikmiş bir kolektif öfkenin patlamasına neden oldu. Fakat, bu öfke kadınlara yönelik gerici erkek egemen molla rejiminin uygulamalarını hedef aldığı için aslında teokratik rejimin en temel taşlarını sökmeye çalışıyordur. İran’da […]

The post 5 soruda İran’daki Jina isyanı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
1- Kim bu protestocular?

Jina İsyanı dokuzuncu haftasını dolduruyor. Artık herkes İran’da neler olduğunu biliyordur. Jina (Mahsa) Amini’nin ahlak polisi devriyelerinin elindeyken darp edilerek öldürülmesi birikmiş bir kolektif öfkenin patlamasına neden oldu. Fakat, bu öfke kadınlara yönelik gerici erkek egemen molla rejiminin uygulamalarını hedef aldığı için aslında teokratik rejimin en temel taşlarını sökmeye çalışıyordur. İran’da siyasal İslamcıların 1979 Devrimi ile iktidara gelişi şeriatçı bir devlet erkinin doğuşunu beraberinde getirdi. “Kadın meselesi” devrimin ilk aylarından itibaren siyasal İslamcılar için hemen bastırılması gereken en elzem sorunlardan biri haline gelmişti. Dolayısıyla, yeni İslamcı rejim bir taraftan İslamcı olmayan bütün muhalif ideolojileri yok ederken, diğer taraftan özellikle kadınlara savaş açtı. Humeyni iktidara gelir gelmez ‘zorunlu örtünme’yi bir yasa olarak topluma dayattı. İranlı kadınlar ise 8 Mart 1979’da o tarihten itibaren ilk ve tek kitlesel 8 Mart eylemlerini zorunlu örtünmeye ve kadınlar üzerinde uygulanan şeriatçı dayatmalara karşı gerçekleştirmişti. Bugünlerde cereyan eden Jina İsyanı hem eski aktivist nesillerini canlandırdı hem de yeni kuşakları eskiden devam eden kolektif mücadeleler ile tanıştırdı. Bu anlamda kadınların öncüllüğünde devam eden 2022 İran halkının isyanı sadece zorunlu örtünmeye değil bir bütün olarak İran rejiminin gerici şeriatçı ve eşitsiz temellerine karşıdır. Kadınlar bunu ilk kez dile getirmiyor, yıllar boyu verdikleri mücadele ile aynı şeyleri görünür kılmışlardır. Örtünmeden aile, evlilik, miras, istihdam ve eğitim kanunlarına kadar uzanan hak ihlalleri ve kadın bedenini farklı yöntemlerle şeriat üzerinden kontrol eden kapitalist erkek egemen İran rejimi modern barbarlığın en kapsamlı örneklerinden biri olmuştur. Dolayısıyla, İran’da cereyan eden veya edecek olan ne kadar isyan varsa kaçınılmaz olarak İslam Cumhuriyeti karşıtı olmalıdır. Kadınlar bunu sokaklarda haykırarak, başörtülerini yakarak ve özgürlük adına canlarını feda ederek gösteriyorlar. Ve kuşkusuz bu düzen içinde ezilen birçok kesim kadınların peşinden isyana katılıyorlardır.

‘Jin, Jiyan, Azadi’ adeta İran toplumunun bütün kötülük, baskı, zulüm ve eşitsizliklere karşı verilen geniş çaplı mücadelelerinin özeti gibidir. Dolayısıyla, İran Kürdistan’ından bütün ülkeye hızlıca yayılan bu slogan 43 yıl boyunca hiç görülmediği kadar dayanışmacı, mücadeleci, demokratik, radikal ve kolektif bir hayaleti görünmezlikten çıkararak somutlaştırdı. Bu somutlaşan hayalet artık farklı halk kitlelerinin bedeninde boy gösteriyor ve kadınlar bu bedenlerin kurtuluşu için ön saflarda herkese cesaret vererek duruyorlar. Erkek egemenliğin her çeşidine karşı olduklarını söyleyen protestocu kadınlar bundan sonra geri dönülmez bir isyanı alevlendirmişlerdir. Bundan sonra sadece rejimin ahlak polisine değil, ailenin içindeki ahlak polisliği yapanlara da savaş açtıklarını sloganlarla anlatıyorlar. Bu açıdan, Jina İsyanı her ne kadar önceki isyanlara benziyorsa da onlardan daha dönüştürücü bir çizgide ilerliyor, zira kadınları artık halk isyanlarının bir ‘katılımcısı’ olarak değil, bizzat isyanın ta kendisi haline getirmiştir.

Sokak protestolarıyla birlikte günlerdir kadınlar yapabildikçe kamusal alanlarda başörtüsüz ve hijabsiz çıkıyorlar. Ortaokul ve liseli kızlar, az da olsa, bu harekete katılıyorlar ve artık bütün kamusal alanları zorunlu şeriat kuralları yokmuş gibi kullanıyorlar. Bu mücadeleci ve dayanışmacı ruh son günlerde İran toplumunda çocuklardan yaşlılara o kadar hızlı bir biçimde yayıldığı için rejimin en sert baskılarını bile etkisiz hale getirmiştir. İşçiler, öğretmenler, üniversite ve lise öğrencileri, kuryeler, esnaf ve başka birçok meslek grubu İran’ın farklı şehirlerinde grev çağrısıyla protestolara katılmışlar ancak genel grev şekline daha bürünememiştir. Halk kitleleri artık eskisi gibi korkmuyor ve kendi gücünü gördükçe daha da çok cesaretleniyor. Sokak protestolarında sürekli yeni taktikleri bulmaya çalışan halk bir o kadar da baskıya maruz kaldığı zaman yılmadan yıpranmadan direnişi başka şehirlere sıçratıyor. Bütün bunlar radikal demokratik değerlerin ve taleplerin vasıtasıyla görünür bir hale geldiği için İran halkı açısından tarihi anlar yaşanıyor. Tam da bu yüzden dünyanın her yerinden geçtiğimiz günlerde İranlı kadınlara ve İran halkına destek eylemleri feministler, sosyalistler ve başka radikal gruplar tarafından dayanışma mesajları ile gelmiştir ve onlarca radikal düşünür İran’daki ‘kadın devrimi’ne desteklerini açıklamışlardır.[1]

2- İslam Cumhuriyeti devrilecek mi?

Halk isyanları hemen iktidar değişikliği durumuna yol açmayabilir, ancak devrimci potansiyeli çok güçlüdür. İsyanlar sırasında halk kitleleri kolektif mücadeleye yönelik engelleri birkaç gün içerisinde aşıp gidiyorlar ve elbette ki yeni çelişkilerle karşılaşıyorlar. Ancak İran gibi bir ülkede İslamcı ideolojiden bağımsız örgütlenme arayışlarının yok edildiği bir toprakta, örgütlülük ve örgütlenme deneyimleri kendiliğinden çıkan hareketler-isyanlar sırasında her zamandan çok güçlenebilir. Siyasi partilerin olmayışında sıradan insanlar örgütlerin, kolektif oluşumlarının rolünü sırtlayarak her biri birkaç kişinin görevini yerine getirir. Bu açıdan, halk isyanları isyancı-devrimci öznelerin oluşum sürecini ivmelendirir, insanlara cesareti aşılar ve gelecekteki mücadele biçimlerini etkiler. Dolayısıyla, Marksist bir perspektiften yola çıkarsak, devrimi sadece bir siyasi iktidar değişikliği amacıyla değil, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin altüst edileceği bir moment olarak algılamamız lazım. Bu bakımdan, İran rejimi şu an devrilmeyebilir ama bu isyanla birlikte İran rejiminin sonunun başlangıcını görmemek en azından İran halkı açısından mümkün değil. Bu rejimin sonuna merhaba diyen kadınlar ve ezilen halk kitleleri de bu mücadeleyi büyüterek sürdürüyorlar. Son beş yıl içerisinde dört genel halk isyanı yaşanan bir ülkede siyasi iktidar ancak zora dayanarak bekasını yeniden üretebilir, bu da bütün toplumsal ve siyasal alanlarının militarize oluşuna işaret eder. Neden? Çünkü İslam Cumhuriyeti hiçbir zaman kendi vatandaşları için bir kolonyal yönetimden fazlası olamadı ve 1979 Devrimi’nin bütün eşitlikçi ve özgürlükçü ruhunu mollaların gerici sosyo-politik tahayyülüne teslim etti.

İslam cumhuriyeti her ne kadar bir devrimin neticesi olarak iktidara geldiyse de ilk anlarından itibaren karşı devrimci bir güç olarak var olmuştur. Kürtlere, Araplara, Türklere, Beluçlara ve başka ulusal azınlıklara yönelik dışlayıcı, ötekileştirici ve sömürücü baskılar İran rejimini kendi vatandaşları açısından yabancı kolonyal bir güç gibi kılmıştır. Bunu Mahsa Amini’nin isminde bile görebiliriz. Asıl adı Kürtçede Jina olan bu genç kadının kimlikteki ismi Mahsa’dır. Kürtlerin ve başka ulusal azınlıkların isim seçmelerine bile karışan İran molla rejimi aslında Pehlevi Hanedanı döneminde ulus-devletleşme sürecinde güçlenen erkek egemenliği, Fars milliyetçiliği ve Şiiliği İran modernleşmesinin olmazsa olmazı olarak pekiştirmiş ve bu olguyu topluma dayatmıştır.

Ulusal ve etnik azınlıklar ile birlikte dini azınlıkları baskılayan Şii İslamcı yöneticiler Vilayet-i-Fakih ideolojisi doğrultusunda her geçen gün paranoyak bir biçimde farklı halk katmanlarını ‘münafık, dış mihrak, düşman’ ilan ederek aslında kendini toplumdan daha da çok soyutlaştırır. Sendikacılar, üniversite öğrencileri, öğretmenler, gazeteciler, çevreciler, kadın ve farklı etnik aktivistleri İran’da sürekli absürt hükümlere çarptırılıyor ve zaman zaman idam ediliyorlar. İslamcı yöneticilerinin halktan kopuş sürecini son yıllarda kullanılan söylemlerinde de açıkça görebiliriz. Örneğin, 2019’daki yoksul isyanından sonra Hamenei bir konuşma yaparak Humeyni’nin kullandığı ‘ezilenlerin devrimi’ teriminin yanlışlıkla ‘yoksul-işçi’ olarak yorumlandığını dile getirdi ve kendi tefsirini öne sürdü: “Kuran’a göre ezilen aslında yoksul halk kitleleri değil, insanoğluna yol gösteren Şii imamlardır” diyen Hamanei aslında ‘ezilen’in Vali-e-Fakih’in ta kendisi olduğunu dile getirdi. İran’da siyasi İslamcılar bir zamanda sosyalizmin etkisiyle kullanmak zorunda kaldıkları ‘devrimci’ söylemlerini bir kenara bırakarak aslında ne kadar devrim-karşıtı olduklarını gösteriyorlar. İran’da siyasal İslamcıların başını çektiği İslami yönetim toplumu her geçen gün daha da fazla sömürü, yolsuzluk, cinayet, eşitsizlik ve toplumsal tahribat bataklığına sürüklemiştir. Böyle bir yönetimin akıbeti kuşkusuz İran halkı tarafından devrilmek olacaktır. Nesnel koşullar her zamankinden çok bu gidişatı ortaya çıkarıyor. Ancak, rejimin muhaliflerinin başını eski Şah’ın oğlu Reza Pehlevi ve Halkın Mücahitleri Örgütü gibi Amerikancı, gerici ve emperyalist yanlısı güçler çektiği için iktidar değişikliğinin bu güçlere yol açacağını düşünenler vardır. Ancak, 2022’de Jina isyanı bütün bu pusuda bekleyen gerici siyasi güçleri de şaşırtmıştır, öyle ki “Jin, Jiyan, Azadi” sloganı artık padişahlık sistemini savunan grupların ağızından da duyuluyor ancak bütün bu gerici güçler kendi yorumlarını ona katarak süreci manipüle etmeye çalışıyorlar. İran halkı eğer İslam Cumhuriyetini devirecekse bunu ancak İran’ın sınırları içinde yeni örgütler, komiteler, konseyler kurarak yapabilecektir. Siyasi partilerin yokluğunu devrimci halk komiteleri doldurabilir.

3- Bu isyan ‘Emperyalizmin işi’ mi?

Halk mücadelesi açısından herhangi bir gelişmeye yönelik hemen ilk bu soruyu soran insanların iyi niyetinden kuşku duymalıyız. Niye? Çünkü bir ülkede sınıf mücadelesi, özgürlük mücadelesi, kadın ve farklı azınlıkların mücadelesini görmezden gelen, içsel mekanizmalara bakmayan, insanların ödediği ağır bedelleri hafife alan ve o ülkenin burjuva devletinin bekasına yönelik kullanılan ve her türlü muhalefeti ‘dış mihrak’ söylemiyle damgalayan insanlar aslında ezilenlerin safında değil ezenlerin yanında yer alıyorlar. Hele idam cezasının uygulandığı İran bağlamında halk isyanlarına yönelik ‘emperyalizmin işi’ demek oradaki protestocuların hapse atılmaları ve gerekirse idam edilmelerini de meşrulaştırır.

Peki, bunu demek emperyalizmi hafife almak mı demek? Hayır. Emperyalist ülkeler her zaman kendi menfaatleri için dünyanın her yerinde savaş çıkararak diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeye çalışmışlardır. İran ise 1953 CIA darbesinden bu yana hep emperyalistlerin odağında olmuştur. Fakat emperyalistler, yarı-emperyalistler ve yayılmacı ülkeler arasındaki paylaşım savaşları dolayısıyla ortaya çıkan zıtlıkları bir halk mücadelesi çerçevesinde değerlendiremeyiz. Basit bir ifadeyle, İran gibi bir ülkede ne olursa olsun emperyalist güçler o isyan ve mücadeleyi ‘sözde’ savunmaya çalışır. Ya da tam tersi, ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde ne kadar isyan çıkarsa İran rejimi o isyanlardan yana bir tavır alır. Bu isyanları İran ve ABD rejimlerinin onlara yönelik olumlu veya olumsuz tavırlarına göre değerlendiremeyiz. Her iki örnekte de bu ülkelerin egemen sınıfları diğer ülkelerde çıkan halk isyanlarını var olan iktidarları zayıflatmak amacıyla savunur ve o isyanların demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi içerikleriyle ilgilenmezler. Başka bir deyişle, işleri geldikçe bu ‘insan hakları savunuculuğu’ jestini sergiliyorlar. Örneğin, şu an emperyalist ülkeler dahil olmak üzere dünyanın her yerinden İran halkının mücadelesine destek açıklamaları geliyor, ABD gibi ülkeler bu durumdan faydalanarak kendilerini ‘insan hakları savunucuları’ olarak pazarlıyorlar ve her türlü yardıma hazır olduklarını dile getiriyorlar. Ancak İran halkı 43 yıl boyunca her zaman yaptığı gibi kendi mücadelesini bağımsız ve kendi gücüne dayanarak sürdürüyor. Dolayısıyla, emperyalistler bir halk isyanını ‘sözde’ savunduğu için kimse o halkın mücadelesini emperyalistler savundu diye itibarsızlaştıramaz. Hele o isyan ilerici, radikal ve devrimci bir hareket olduğu zaman bunu demek gericilerin saflarında yer almak demek oluyor.

Sokaklarda mücadele eden insanların herhangi bir yabancı devletten beklentileri yoktur; bu insanlar kendi güçlerine dayanarak İran rejimine karşı çıkmaktadırlar. Protestocular yabancı devletlere değil, dünyanın her yerinde kadınlar başta olmak üzere bütün ezilenlerin desteğini bekliyorlar. Kendi inisiyatifleri, taktikleri ve mücadele biçimlerini sürdürerek bu insanlar sırtlarını halkın gücüne, ezilenlerin direnişine ve enternasyonal dayanışmaya vererek mücadele ediyorlar. Emperyalistlerden dayanışma ve yardım umulmaz duruşunu bilen bu protestocular tam da bu yüzden kolları sıvayarak sokaklarda mücadele veriyorlar.

Bunun başka bir yanı da var. İslam Cumhuriyeti döneminde İran rejimi emperyalistlere sözde karşı çıkarak (ve arka planda aslında sürekli anlaşma yollarını arayarak) onlara yöneltemediği bütün hınç ve düşmanlığı kendi halkına karşı kullanmıştır. Bu da halk kitlelerinde aidiyetsiz ve aşırı nefret duyguları beraberinde getirmiştir. Dış siyasette hamaset yapan gerici İran rejimi kendi iç meselelerinde emperyalistlerin ekonomik ve baskı modellerini uygulayarak kendi halkını kapitalist sömürüye maruz bırakmış, temel haklarını ellerinden almış, toplumu örgütsüz bir şekle büründürmüş ve dolayısıyla her türlü radikal, eşitlikçi ve demokratik fikirlerin ve eylemlerin önünü kesmeye çalışmıştır. Kapitalizmin özündeki aşırı yoksulluk, gelişmemişlik, sömürü, gelir eşitsizliği ve doğa yağmalanmasını pekiştiren politikalarla birlikte İslam Cumhuriyeti burjuva bir gerici devlet biçimini canlandırmıştır. Bunları kendi halkına reva gören bir anlayış aslında emperyalistlerin yönetim biçimini içselleştirmiş ve kendisi emperyalist olamadığı için ve yayılmacı bir konumla kısıtlı kaldığı için bütün hıncını kendi halkından çıkarır.

4- Genel Halk İsyanı mı ‘Ulusal Devrim’ mi?

1979 Devrimi’nden bu yana İran’da çokça halk isyanı yaşanmıştır. 1990’larda kent yoksullarıyla birlikte öğrenci hareketi toplumda isyan yaratmıştı. 2009’da Yeşil Hareketi olarak bilinen seçim hırsızlığına yönelik protestolar devrimden sonraki süreçte orta sınıflılar öncüllüğünde en geniş halk isyanına sebep olmuştu. 2000’lere kadar isyanlar arasında on yıllık zaman dilimi söz konusuydu. Ancak 2017’den itibaren halk isyanları açısından önemli gelişmeler yaşandı. Birincisi, 2017’den bu yana neredeyse her yılda bir öncekine göre daha radikal, daha kapsayıcı ve daha geniş isyanlar yaşanmakta. 1979’den 2009’e dek yalnızca üç genel protesto dalgası yaşanmışken, 2017’den 2022’ye dek dört genel halk isyanına tanıklık etmişiz. Demek ki artık İran toplumu farklı baskı biçimlerine ve eşitsizliklere karşı tereddüt etmeden ayaklanır. 2017’den bu yana başlayan halk isyanları, özellikle 2019 ayaklanması, başka önemli bir hususu da ön plana çıkardı. İşçi sınıfının farklı bileşenleri örneğin fabrika işçileri, hizmet sektöründe çalışanlar, güvencesiz işçiler, kuryeler, otobüs şoförleri ile birlikte kent ve kır yoksulları bu yeni isyanların baş aktörü olmuştur. Jina İsyanı ile birlikte kadınların devrimci bilinç ve eylemleri de bu bağlama oturarak daha fazla bir sinerji yarattı. Bu yeni isyanlar ‘taşra’ şehirlerden başlayıp metropollere doğru ilerliyor. Ekonomik taleplerinin yanı sıra her çeşit baskı ve ayrımcılığa karşı haykıran İran ezilen halkı özgürlük mücadelesini her geçen gün daha farklı radikal taleplerle bir araya getiremeye çalışmakta. Bu da gittikçe radikal, demokratik ve özgürlükçü talepleri ülkenin dört tarafında birleştirecek ve böylece ister istemez bölgesel ve sektörel ayaklanmaları şu anda olduğu gibi ‘ulusal’ bir mesele haline getirerek devrimci bir duruma yol açabilir. Ancak ‘ulusal devrim’ tabiri İran’daki gelişmeler açısından olumlu bir tabir olmayabilir. Ulusal devrim denildiğinde daha çok ulus-devletlerin oluşum süreçleri çağrıldığı için tek bir ulusun başka ulusal azınlıklara yönelik baskıcı, dışlayıcı, merkeziyetçi ve sömürücü ilişkilerini görmezden gelebilir. Dolayısıyla, ‘ulusal devrim’ tabiri daha çok İran milliyetçilerini tatmin eder.

5- Sosyalistler ne yapmalı?

İran’daki halk isyanı başta komşu ülkeler olmak üzere bütün dünyada ilerici, radikal, feminist ve sosyalist örgütlerin desteğini alıyor. Sosyalistlerin görevi bu destekleri enternasyonal bir mücadelenin parçası haline getirmektir. Sosyalistler bunu yapmazsa, her zaman olduğu gibi, bu boşlukları dolduracak liberal, sağcı ve milliyetçi cereyanlar vardır. Tarihte bu gibi kritik anlarla her zaman karşılaşmayabiliriz.

İran sol partilerinin tarihsel çöküşünü göz önünde bulundurarak sosyalistler bütün imkanlarıyla bu mücadeleye katılmalılar. Enternasyonal dayanışma ağlarını canlandırmak bugünlerde en gerekli araçlardan biridir. Sosyalistler ile Kürt aktivistleri sınıf mücadelesini, kadınların mücadelesini ve ulusal azınlıkların mücadelesini bir araya getirmeli ve bu doğrultuda kendi ülkelerindeki mücadeleleri İran halkının mücadelesiyle olabildikçe birleştirmeli. Unutmayalım ki hem İran’da hem de dünyanın birçok yerinde ‘solcu’ların bir kısmı zaman zaman İran İslam Cumhuriyeti’ni ‘anti-emperyalist’ bir güç göstererek aslında İran halkının özgürlük mücadelesini paydos ettiler ve baskıcı İran rejiminin ‘beka’ söylemini pekiştirdiler ve bu şekilde kendilerini gerici İslam Cumhuriyeti’nin muhafızları konumunda yerleştirdiler. Bu gibi solcular bunu yaparak hem 1980’lerde başka solcuların ve nihayetinde kendi örgütlerinin İran rejimi tarafından yok edilmesini hem de bugünlerde sokaklara dökülen ve toplumun en ezilen kesimlerinden gelen insanların öldürülmesinin söylemsel arka planını hazırladılar. Aynı yanlışı tekrar etmekte ısrarcı olan bu tarz solculuk refleksleri ifşa edilmelidir. Başka ülkelerin sosyalist ve feministleri sosyal medya üzerinden İran medyasının sağcı ‘ana akım’ organlarını veya ünlü kişileri değil daha alternatif kaynakları bulmalı ve kendi ülkesinin insanlarına alternatif haber kanalları, kollektifleri ve analizleri aktarmalılar. Bu gibi destekler kolayca yapılabilen desteklerdir ve ‘İran halkı arasında sadece eski Şah yanlıları güçlüdür’ gibi mitlerin ne kadar yanlış olduğunu başka ülkelerin radikal aktivistlerine gösterebilir. Son olarak, Jina İsyanı sadece İran halkının bir mücadelesi değildir. Şu ana kadar Kabil’den Beyrut’a, İstanbul’dan Kahire’ye ve dünyanın her tarafında kadınlar bu mücadeleyi benimsemiş ve yaşadıkları ülkelerde ataerkil ve sömürücü yapılara karşı mücadelelerini sürdürüyorlar. Böyle bir tarihi anda halk kitlelerinin eşitlikçi ruhunu elimizdeki bütün imkanlarla geliştirmeliyiz. Neden? Sokaklarda çokça atılan bir sloganla yanıtlayayım, çünkü ‘ya hep birlikteyiz ya da hep yalnız’.

 

[1] Judith Butler, Jacques Ranciere, Angela Davis, Sara Ahmed, Seyla Benhabib, Alenka Zupancic, David McNally, Nancy Holmstrom, Michael Hart ve başka birçok radikal akademisyen ‘İran’da feminist devrimin seslerini dinleyin’ başlıklı bir açık mektup yayınladılar. Bu isimlere ilaveten Noam Chomsky ve Slavoj Zizek de kendi sosyal medya hesaplarında İran halkının mücadelesine destek verdiler.

The post 5 soruda İran’daki Jina isyanı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İslam devriminden sosyal laikliğe https://gazetekarinca.com/islam-devriminden-sosyal-laiklige/ Sun, 06 Nov 2022 21:01:05 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=226915 Sakızlı 22 yaşındaki Kürt kadın Jina Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından İran’da protestoların başlamasının üzerinden elli gün geçti. Yaklaşık 300 kişi öldü, 10 binden fazla kişi tutuklandı ve binlerce kişi yaralandı. İran’ın farklı bölgelerindeki protestoculara hükümetin şiddetli tepkisinin herkes için öngörülebilir olduğu söylenebilir. Anlamak için ise düne bakmak gerekir. İslam Cumhuriyeti hükümetleri kolaylıkla üç döneme ayrılabilir. […]

The post İslam devriminden sosyal laikliğe first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sakızlı 22 yaşındaki Kürt kadın Jina Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından İran’da protestoların başlamasının üzerinden elli gün geçti. Yaklaşık 300 kişi öldü, 10 binden fazla kişi tutuklandı ve binlerce kişi yaralandı. İran’ın farklı bölgelerindeki protestoculara hükümetin şiddetli tepkisinin herkes için öngörülebilir olduğu söylenebilir. Anlamak için ise düne bakmak gerekir.

İslam Cumhuriyeti hükümetleri kolaylıkla üç döneme ayrılabilir. Devrimin zaferi ve İslamcıların iktidara geldiği Şubat 1979’dan, Haşimi Rafsancani’nin göreve geldiği 1989’a kadar devam eden ilk dönem, devrimin pekiştirildiği dönemdir. Irak savaşının gölgesindeki bu dönemde Humeyni yönetimi, tüm hükümet organlarını muhaliflerden arındırıp, Türkmen, Arap ve Kürdistan halk hareketlerini sert bir şekilde bastırmış, İslam Cumhuriyeti’nin politikalarını eleştiren tüm partiler ortadan kaldırmıştır.

1987 yazında Evin ve Rajaei Shahr cezaevlerinde yaklaşık 5 bin siyasi mahkum idam edilmiştir. Bu süreçte Irak savaşını bir fırsat olarak gören Ayetullah Humeyni’nin “savaş bir nimettir” sözü bir itiraf gibidir. Daha sonra Devrim Muhafızları’nın ilk komutanı Javad Mansouri, bir TV röportajında çok daha açık bir ifade kullanarak “Savaş olmasaydı İslam Devrimi giderdi, İslam Devrimi’ni kurtaran savaştı” der.

Komutan Mansouri’nin sözleri, İslam Cumhuriyeti hükümetlerinin sadece muhalefet partileri değil, toplumun tüm katmanlarına uzanan büyük tasfiyenin zeminine işaret eder. Savaşı takip eden dönemde ülke içinde ve dışında yüzlerce İranlı aydın ve yazar öldürülür. Zincirleme cinayetlerde Muzaffar Baqaei, Kazem Sami, Abdul Rahman Qasemlou, Ghafar Hosseini, Ahmad Tafzali, Pirouz Devani, Dariush Forohar, Lala Eskandari, Ali Ambar Saeedi Sirjani, Mohammad Jafar Puinda ve Mohammad Mokhtar gibi pek çok isim öldürülür.

Bu döneme ideoloji ve ideoloji çağı denilebilir.

1989’da Ekber Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığına gelişiyle başlayan ikinci dönem, Irak ile savaşın bittiği, muhaliflerin savaşın gölgesinde bastırılarak boğulduğu dönemdir. Ve bu dönemin sonunda İran İslam Cumhuriyeti’nin liderleri, iç anlaşmazlıklar sebebiyle iktidarı elinde tutan İslami Cumhuriyet Partisi’ni fesheder, ancak pratikte feshedilen partinin eski liderleri ve kadroları iktidara el koymuştur.

Bu dönemde, sınırsız yetkilere sahip Haşimi Rafsancani hükümeti, hükümeti küçültme, devlet ve kamu mallarını özel sektöre devretme programını başlatmış, ancak bu özelleştirme pratikte devletin ve kamu mallarının iktidar ve yakın çevresine kiralanması şeklinde uygulanmıştır. Kamu mülkiyetinin büyük bölümüyle, ihracat ve ithalat tekeli sayesinde devletin rantı iktidarı elinde tutanlara devredilir.

1997’de cumhurbaşkanlığı seçimlerini, ‘İkinci Hordad Dalgası’yla reformistlerin kazanması sonucu Muhammed Hatemi’nin iktidara gelişi, İran’ın siyasi atmosferinde bazı açılımlar yaratır. Hükümetin sağ kanadını veya kökten dincileri eleştiren gazete ve yayınlar piyasaya çıkarken, Haşimi Rafsancani hükümetinin serbest piyasa politikaları bir dereceye kadar düzeltilir, ancak özel sektör geliştirme politikası devam eder. Muhammed Hatemi’nin ikinci hükümetinin sona erdiği 2005 yılına kadar olan bu dönem rant ve ideoloji çağı olarak adlandırılabilir.

2005’te cumhurbaşkanlığı seçimlerini Mahmud Ahmedinejad kazanırken hükümet yeniden köktencilerin eline geçer. Ahmedinejad’ın bu seçimdeki ana rakibi, Ekber Haşimi Rafsancani’dir ve seçimi açık farkla kaybeder. Haziran 1997’de reformistlerin iktidara gelişi, İran toplumunun siyasi baskı ve engellemelere tepkisiyse, Mahmud Ahmedinejad’ın iktidara yükselişi de, sınıf farkı derinleşen İran toplumunun rüşvet ve ranta tepkisidir.

Mahmud Ahmedinejad’ın iktidara gelişiyle siyaset alanı yeniden daralır, muhalefetin sesi kısılır. Özelleştirme politikalarını yoğunlaştıran Ahmedinejad, enerji taşıyıcılarına verilen sübvansiyonun bir kısmını kaldırırken, halka nakit sübvansiyonlar dağıtır. Bu piyasadaki likidite miktarını katlarken şişmeye neden olur. Ahmedinejad’ın sekiz yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde, Devrim Muhafızları’nın ekonomideki etkisi geçmişe göre çok daha fazladır. Devlete ait şirketlerin özelleştirilmesi yoluyla Devrim Muhafızları İran ekonomisinin nabzını tutmaya başlar.

2009’da Mahmud Ahmedinejad’ın birinci döneminin sona ermesiyle birlikte reformistler yeniden dönmüş, bu seçim döneminin başlıca temsilcileri Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi olmuştur. Reformistlerin seçimlerde yeniden ortaya çıkmasıyla oluşan ve İran toplumunun siyasi açıklık arzusunu gösteren toplumsal dalga, Yeşil Hareket olarak bilinir hale gelir.

Reformistlerin toplumsal tabanı geleneksel kentli orta sınıftır ve Mirhossein Mousavi ve Mehdi Kerrubi’nin destekçileri de onlardır ancak Dini Lider Ali Hamaney’in kamuoyu desteği ile seçim Mahmud Ahmedinejad lehine sonuçlanır. Reformist adaylar hile yapıldığını ileri sürerek seçim sonucunu kabul etmez ve ertesi gün başkent Tahran ve bazı şehirlerde seçim sonuçlarına karşı gösteriler başlar. 3 milyondan fazla insan sokaklarda seçim sonuçlarını protesto eder.

İçişleri Bakanlığı’nın resmi istatistiklerine göre, 7 kişinin öldüğü Tahran’daki 15 Haziran gösterilerinde, 29 kişi yaralanır ve yüzlerce kişi tutuklanır. Reformist partilerin liderleri de seçimlerin ertesi günü güvenlik güçleri tarafından tutuklanmıştır.

2009 olayları, 1979 devriminden sonra İran’daki temel toplumsal bölünmenin başlangıcına işaret eden 2009’daki protestolar devam eder. 2009’un son günlerinde düzenlenen Tasua ve Aşure töreni, protestoların başlamasından itibaren halk ile güvenlik güçleri arasında gerçekleşen en kanlı çatışmalara sahne olur. Belki de 2009’daki Aşure olayları, İslam Cumhuriyeti’nin hegemonyası için sonunun başlangıcı olarak görülebilir.

Mahmud Ahmedinejad’ın sekiz yıllık cumhurbaşkanlığı, İslam Cumhuriyeti’nin üçüncü dönemi olarak bilinir ve rant dönemi olarak adlandırılır. Hükümetin ideolojik aygıtlarının etkisiz kaldığı ve İslam Cumhuriyeti’nin bekasını garanti edenin aslında rant ve baskı olduğu bir dönemdir bu.

2009 olaylarından sonra İran’da reform umutları her geçen gün azalmıştır. 2017 ve 2019 gibi sonraki yıllarda meydana gelen protestoları da toplumun reformlara duyduğu hayal kırıklığı bağlamında incelemek gerekir. Hükümet karşıtı bu protestolar karşısında İslam Cumhuriyeti’nin şiddetli baskı düzeyini çok daha yüksek bir seviyeye çıkardığı söylenebilir.  Öyle ki 2019 yılında protestoları bastırdıktan sonra Kolordu Başkomutanı Sardar Salami, protestoların bir iç savaş düzeyinde olduğunu açıklar.

Bu açıklama ile İran’daki güncel olayları anlamak çok daha mümkün, İran toplumu dini inançlara sahip homojen bir toplum değildir Ve aslında toplum, ülkedeki yerleşik iktidar yapısının aksine, genel olarak laikliği ve modern siyaseti savunmaktadır. İran toplumunun özgürlüğe kavuşmak için gösterdiği çaba ve mücadele süreci son iki yüzyıl boyunca durmaksızın devam etmiş ve 1905 ve 1979 yıllarında iki devrime yol açmıştır.

Ancak geçmişte İran’da meydana gelen tüm ayaklanmalar arasında farklar olduğu açıktır. Mesela Jina Amini’nin öldürülmesinin ardından yaşanan protestoların kadın, yaşam, özgürlük devrimi olarak bilinir hale gelmiştir. Şimdi, İran’da elli günden fazla süren protestoların ardından, pek çok kişi İran toplumunun protesto aşamasını geçtiğine ve İran’da bir devrimin fiilen gerçekleştiğine inanıyor. Gerçek anlamda İran’daki ataerkil ve dini iktidar yapılarını hedef alan ve çok geniş kapsamlı toplumsal sonuçları olan bir devrim.

Son elli gün boyunca, İran’ın ataerkil yapısı sanki askıya alınmış gibi, neredeyse her gün yaşanan namus cinayetlerinden eser yoktur. Birçok şehirde İranlı kadınlar başörtüsünü terk ederken hükümetin bununla başa çıkmakta zorlandığı görülmektedir. İran’da yıllar önce özel alanlarda başlayan sosyal laiklik, son elli gündür İran sokaklarında açıkça dolaşıyor. Ve belki de bu devrimin en derin katmanı, birkaç bin yıllık din ve ataerkil yapının baskısından nispeten kurtulmuş, özgürleşmiş kadın bedenleridir.

İran’da yıllardır çeşitli biçimlerde bir tür laiklik mücadelesi veren partilerin siyasi söylemleri bile toplumsal gelişmelerin gerisinde kalmış ve halk ayaklanmasına destek çağrıları dışında pratikte bir katkı oluşturmamıştır. Ortadoğu toplumlarında moderniteden etkilenen milliyetçi bölünmeler üzerine, en azından geçtiğimiz elli günde İran toplumunun farklı milletleri arasında köprüler kurulurken, kolektif kurtuluş olasılığı imkansız bir fikirden, gerçek bir ihtimale dönüşmüştür.

Şimdiye kadarki zaferler etkileyiciydi ve eğer Ortadoğu’daki Siyasal İslam, İran’daki 1979 devrimi ile zirveye ulaştıysa, son devrim bu bölgede Siyasal İslam’ın sonu ve laikliğin başlangıcı olacaktır.


*İranlı gazeteci

The post İslam devriminden sosyal laikliğe first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kolonyalizmin kıskacında bir dil: Kirmanckî (Zazakî) https://gazetekarinca.com/kolonyalizmin-kiskacinda-bir-dil-kirmancki-zazaki/ Mon, 31 Oct 2022 15:52:16 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=226104 İnsanlık tarihi “zadegan-bendegan” denklemi üzerine kuruludur. Bir mülkiyetin, bir başka mülkiyete boyun eğdirmesi ilkesi geçerliliğini hep korumuştur. Mülk sahibi sınıf her daim kendi dilini, kültürünü ve tarih yazımını “zerk “etmiştir. Üst kimlik yaratmıştır. Alt kimlikleri ve etnisiteleri kendi “kremasyon fırınından” geçirmiştir. Sermayedar hem emeği kemirmekte hem de o emeğin sahibinin kimliğini kemirmektedir. Karl Marx’ın deyimiyle […]

The post Kolonyalizmin kıskacında bir dil: Kirmanckî (Zazakî) first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İnsanlık tarihi “zadegan-bendegan” denklemi üzerine kuruludur. Bir mülkiyetin, bir başka mülkiyete boyun eğdirmesi ilkesi geçerliliğini hep korumuştur. Mülk sahibi sınıf her daim kendi dilini, kültürünü ve tarih yazımını “zerk “etmiştir. Üst kimlik yaratmıştır. Alt kimlikleri ve etnisiteleri kendi “kremasyon fırınından” geçirmiştir. Sermayedar hem emeği kemirmekte hem de o emeğin sahibinin kimliğini kemirmektedir. Karl Marx’ın deyimiyle bir “vampirdir.”

Adı Türkiye olan bu kara parçasında da vampir pervasızca kol gezmektedir. Farklı dillere karşı avlanmaya devam etmektedir. Tek amacı bu toprakları “homojenleştirmektir.” Heterojenlik onu tahrik eden bir “kırmızı bez” gibidir. Kirmanckî de Kürdî bir dil olarak onun “kurbanlarından” biridir.

Homojenleştirmenin arkeolojisi bizi 1277 tarihine kadar götürmektedir. Yani Karamanoğlu Mehmet Bey’in “dillere destan” fermanına. Ne diyordu Mehmet Bey “Bundan böyle divanda, dergâhta, bargâhta, çarşıda ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.” Özellikle cumhuriyetin mimarları onun fermanını bir “dekalog” gibi benimsediler. Türkleştirmeyi adeta melankoliye çevirdiler. Mehmet Bey’in fermanını bir adım daha öteye taşıyıp “1925 Şark Islahat Planı” adı altında tezyin ettiler. Kürt kimliğini ve Kürdî dilleri imha etmenin en somut vesikalarından biridir o plan. Kirmanckî açısından planın 14. maddesi çok “manidar.” Maddenin şu ibaresi daha da manidar: “Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.”

O “leyli iptidailer” Dersim’in kimliğini zehirleyen birer mantar oldu. Bir tırpan gibi Kirmanckî dilinin bağrından geçtiler. Ne diyordu Yahya Kemal Beyatlı kendi “anadili” Türkçe için: “Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” Dersimli çocukların ağzındaki anne sütü alıkoyuldu. Kirmanckî şovenizm değirmeninde sözcük sözcük öğütüldü.

İşte TRT Kurdî’ye “çıkarılan” Dersimli Erivan Barut, 100 yıllık homojenleştirme politikasının akıbetidir. Muktedir önce bireyin dilini imha eder, sonra kendi medya organizasyonunda o dili konuşmasını ister. Nevrotik bir devletin paradokslarla süslü sefil bir refleksiydi o “skeç.” Her şeye rağmen Batur o mizansene “alet” olmamalıydı. Türkiye adına üniversitelerarası dünya boks şampiyonasına katılmak, sonra TRT Kurdî’ye çıkıp kendini anlatmak bile başlı başına bir “otoasimilasyon” örneğidir. 100 yıldır dayatılan “mankurtlaşmaya” boyun eğmektir. Özgürlük tam da bu boyun eğdirmeyi elinin tersiyle itmektir. Hem Barut hem de ailesi bu konuda daha “bilinçli” olabilirdi.

Dili kullanmak Kirmancların Türkifikasyona karşı en önemli “kalkanıdır.” Evet şu an dilin gelişmesine köstek atmaya devam eden bir paradigma var. Ancak Kirmanckî konuşan Dêrsim, Amed, Çewlig, Xarpêt vb. kentlerin buna karşı vereceği en başarılı mukavemet dillerini kullanmaktır. Bir at sineği misali muktedirin başına konmaktan vaz geçmemelidirler. Özellikle akademisyen, milletvekili, belediye başkanı vb. kanaat önderlerinin boyun borcudur. Kirmanckî için mücadele etmiyorlarsa kolonyalistin “tükürük hokkası” olmaktan öte bir rol oynayamazlar. Salt Türk dilinde yaptıkları siyaset ve bilim homojenleştirmeye dolaylı bir katkıdır. “Müstahdem” olmayı gönüllü olarak kabul etmeleri demektir. Mesela Dersim’de şu ana kadar “domanistan” adıyla bir kreş açılabilirdi. Diline hakim, direniş kültürüne sahip bir Erivan Barut tipolojisi yaratılabilirdi. Cemevi yapmak için seferber olan iş insanları, dilleri için bir iğne ucu kadar da olsa uğraş verebilirlerdi. Bir domanistan için bağış toplayabilirlerdi. Hâlâ da geç kalmış değiller. İtikatı özüne uygun olarak kuşaktan kuşağa aktarmanın anahtarı dildir. Yani cemevlerinin asıl yapı taşı dildir. Gerisi israf-ı kelamdır. Kirmancların Engels’in şu sözünü bir kez daha guşuna menguş etmesi gerek: “Özgürce gelişmenin temel koşulu ulusal kölelikten kurtulmaktır.”

The post Kolonyalizmin kıskacında bir dil: Kirmanckî (Zazakî) first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken devletleştirilmek istenen Alevilik https://gazetekarinca.com/cumhuriyetin-ikinci-yuzyilina-girerken-devletlestirilmek-istenen-alevilik/ Fri, 28 Oct 2022 21:02:13 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=225791 Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmek üzere kapı aralayan tarihsel bir sürecin kavşağındayız. İlk yüzyılın inkar, asimilasyon ve sömürüden beslenen resmi ideolojinin çeşitli varyantlarına sahip statükocu güçleri, kurdukları ittifaklar ve uygulamaya koydukları hazırlıklar ile ikinci yüzyılı da hegemonik iktidarları ile zapt etmenin heves ve rekabetine çoktan girmiş durumdalar. Bu statükocu hegemonik iktidar yapılanmaları cumhuriyeti demokratikleştirmek şurada dursun, […]

The post Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken devletleştirilmek istenen Alevilik first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmek üzere kapı aralayan tarihsel bir sürecin kavşağındayız. İlk yüzyılın inkar, asimilasyon ve sömürüden beslenen resmi ideolojinin çeşitli varyantlarına sahip statükocu güçleri, kurdukları ittifaklar ve uygulamaya koydukları hazırlıklar ile ikinci yüzyılı da hegemonik iktidarları ile zapt etmenin heves ve rekabetine çoktan girmiş durumdalar.

Bu statükocu hegemonik iktidar yapılanmaları cumhuriyeti demokratikleştirmek şurada dursun, ideolojik karakterleri gereği ‘demokratik cumhuriyetin’ yaşamsallaşması önündeki en büyük engel konumundadırlar. Cumhur ve Millet ittifakları olarak gelişen kamplaşmalarda temsilini bulan bu yapılanmalar, demokrasi mücadelesinin odak noktaları olmanın aksine, ideolojik aidiyetleri itibari ile demokrasi mücadelesi veren çevreler tarafından aşılması gereken bir konumda durmaktadırlar.

Kuruluşundan bu yana kapitalist modernite sistemine eklemlenen ve katı ulus-devletçi koşullanması ile bir asrı devirmek üzere olan bir cumhuriyet rejimidir söz konusu olan. Bu eklektik hal ve koşullanmanın akabinde yüzyıla yayılarak uygulamaya konulan politikaları özetleyecek olursak eğer; halklar ve inançlara karşı inkar ve asimilasyon, kadınlara karşı cinsiyetçi politikalar, emek ve doğaya karşı ise sömürü ve talan olduğu söylenebilir.

İkinci yüzyılı karşılamaya hazırlanırken tüm bu inkar ve sömürü politikalarına karşı toplum ve doğa artık deyim yerindeyse nefes almak istemekte ve yaşanan krizli yüzyıldan her alanda demokratikleşmeyle çıkmak istemektedir. Tabi ki bu istem talepkar bir yerde durmuyor boylu boyunca. Gerek her sorunun tekilliğinde muhatap özne durumunda olan kesimlerin gayreti ve mücadelesi, gerekse de genel sorunsallığın kaynağı olan iktidar ve sermaye yapılanmalarına dönük çoklu öznelerin oluşturduğu birlikte mücadele edebilmenin çaba ve deneyimleri de demokrasi mücadelesinin görünen yüzü olmakta.

Böylesi bir kaos aralığında iktidar ve sermaye tekelleşmeleri temelinde kurdukları hegemonyayı devam ettirmek isteyen statükocu ittifak ve kamplaşmalar, mücadele eden güçlerin demokrasi ve özgürlükler konusundaki ısrarı karşısında “maskeli demokrasi” oyunları ile bu ısrarı kırmak, kitleselliklerini zayıflatmak ve günün sonunda sistemlerini revize ederek güçlü ve devamlı kılmayı amaçlamaktadırlar.

***

Özelde Aleviler için ise bilindiği gibi koca bir yüzyıl inkar, katliam ve asimilasyon politikalarına maruz kalarak geçmiş ve “laiklik” oyalamaları ile toplumsal talepleri her daim kriminalize edilmek istenmiştir. İkinci yüzyılın arifesinde de Aleviler aynı kıskaç altında tutulmak ve özünde varoluşsal tüm haklarının inkar ve asimilasyon düzleminde devamı sağlanmak istenmektedir.

Son birkaç aylık süreç bu anlamda Aleviler için çok hızlı geçti denilebilir. İktidarın geliştirdiği “yumuşak asimilasyon” politikaları Alevi toplumunun haklı olarak gündeminde baş sıradaydı. Gençler ve Pirlere yönelik “makul Alevi” yaratma eksenli “gezi ve kamp”  girişimlerinden, emrivaki cemevleri ziyaretlerine ve oradan da birçok merkezde yeni cemevleri yapma projelerine kadar bir dizi gelişme birbirini izledi. Ankara’da cemevlerine yönelik gelişen saldırılar da bu dönemin önemli olaylarındandı. Öte yandan bir cemevinin bahçesinde bulunan dilek ağacına yönelik gelişen saldırının arkasından DAİŞ ile ilişkili kişilerin çıkması durumu gelişti.

Son olarak ise iktidarın ortaya attığı ve Aleviler tarafından “cemevlerine kayyum atama hamlesi” olarak değerlendirilen “Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevleri Başkanlığı” adlı asimilasyon projesi gündeme geldi.

Diğer gelişmelerle birlikte birleşik bir asimilasyon konsepti dahilinde gelişen bu proje, aynı zamanda tüm yönelim basamaklarının en üst aşaması olduğu da söylenebilir. Çünkü fazlasıyla ciddiye alınması gereken kapsamlı bir müdahale hamlesi olduğu gibi, tarihsel bir kırılmaya doğru girildiğinin de en tehlikeli göstergelerinden biri olmaktadır.

Balım Sultan’ın II.Beyazıd tarafından Bektaşi tekkesinin postnişini olarak atanması (1501), Bektaşi tekkesinin Nakşibendi şeyhlerinin inisiyatifine verilmesi (1826) ve daha genel olarak tarih boyunca “sahte şecereler” verilen şahısların “dede” misyonuyla toplum içine sızdırılması gibi birçok örnek, egemen aklın Alevi inancına yönelik geçmişten bu yana dayattığı “kayyum” zihniyetinin bilinen tarihsel örneklerindendi. Bu politikaların her biri tarihsel süreç içerisinde Alevilik ve Bektaşilik bünyesinde ciddi tahribatlar yaratmıştır.

Güncelde ise tümden Aleviliği kuşatmaya yönelik bir hamle geliştirilmek istendiği ve çok daha sistematik bir müdahalenin planlandığı görülmektedir. Öyle ki, Alevi ibadethanelerine devlet tarafından “el konulması” ve “dedelerin eğitim ve tayininin” yine devlet tarafından yapılacağı bir ortam hazırlanmak isteniyor. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda Alevilik adına hiçbir şeyin yerli yerinde kalmayacağı çok nettir. İnanç asimilasyonu ve kültür kırım politikaları ürettiği için uzunca bir süredir Alevilerin eleştirel hak mücadelesinin hedef odağı olan Diyanet kurumunun işleyiş mantığının, artık bizzat Alevi inancının merkezine taşınması durumu ortaya çıkmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak kurulması hedeflenen “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevleri Başkanlığının”, Alevilerin Diyanetiymişcesine işleyeceği gerçeği ile yüz yüzeyiz. Bu demek oluyor ki, cemlerden semah ve çeşitli ritüellere, gulbanglardan cenaze erkanlarına kadar, A’dan Z’ye Alevilik adına her şey bu başkanlık tarafından belirlenecek ve onun atadığı “memur dedeler” tarafından icra edilecektir.

Kendi doğal mecrasının diyalektik esaslarıyla var olmuş ve sosyo-politik açıdan devletler dışı kalarak komünal bir özle kendisini inşa etmiş olan Alevilik, bugün her şeyiyle devletleştirilmek isteniyor. Semavi dinleri ve her türlü milliyetçiliği iktidarlarının aracı yaparak, halkların özgür geleceklerine egemen olmak isteyen imparatorluklar ve ulus-devletlere karşı, rıza toplumsallığı felsefesinden ödün vermeyerek asırlarca direnmiş olan Alevilik, tüm bu tarihine ters takla attırılırcasına iktidar İslam’ının yedeği olarak devlet “dini” haline getirilmeye çalışılıyor. Devlet ve dinlerin birleşiminden doğan egemenlik dayatmalarına karşı, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak kabaca tanımlanan laikliği önemsemiş olan Aleviler; söz konusu laikliğin bir türlü özgürlükçü özellikler ile bütünleşememesi ile geçen onca yıldan sonra, artık kendi inançları ile devlet işlerinin birleştirilmesi tehlikesiyle yüz yüzedir.

Ocak sistemi etrafında kurulan itikadi ve sosyal ilişkiler toplamı ile kendisini var edegelmiş olan, aynı zamanda ahlaki-politik yapısı doğrultusunda tarihsel olarak öz yeterliliğini cem-civat kültürü ile mümkün kılabilmiş olan Aleviliğin, tüm bu örgütlü sosyal ve inançsal yapısının “ölümü” anlamına gelebilecek büyük bir tehlikedir karşı karşıya kalınan. Asırlardır Alevilere yönelik geliştirilen fiziki ve kültürel saldırılar; “Şiileştirme, Sunnileştirme, tebaalaştırma ve milliyetçileştirme” gibi başlıklar altında değerlendirilirdi. Bugün ise tüm bunları çeşitli oranlarda içermekle birlikte, kapsam olarak hepsini aşan “devletleştirmenin” söz konusu olduğunu vurgulamak gerekir.

Din ve inançların, iktidar ve devlet ile buluştuğu her yerde araçsallaşarak kaybettiği gibi, Aleviliğe de kaybettirilmek isteniyor. Bilindiği üzere Zerdüştlük Sasani imparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildikten sonra aşınmalara uğradı. Hristiyanlık Roma tarafından devlet dini olarak kabul gördüğü an bozulmalar yaşadı. İslamiyet Emevi iktidarınca bambaşka bir yere çekildi. Tüm bu dinler başlangıçta içerisinde bulundukları devletçi sistemin muhalifleriyken; kitleselleşmelerinin tehlike olarak görüldüğü veya tersinden okursak kitleselleşmelerini erkenden iktidar olmanın ibaresi olarak değerlendirdikleri andan itibaren mücadele ettikleri devletçi sistemin kurumlarınca araçsal hale getirilerek asimile edildiler. Topluma barış, sevgi, aydınlık ve temiz ahlak içerikli mesajlar yayma maksadıyla ortaya çıkmalarına rağmen, iktidar aracı haline getirildikten sonra giyotinlerle, fetihlerle,  idamlarla ve ezilenlere karşı yöneltilen egemen şiddetin ideolojik harcı olmayla anılır hale getirildiler.

Çok uzağa gitmeden Yeniçerilik örneğini de vermek mümkün. Hacı Bektaş Veli’nin öğretisi tüm hümanist ve barışcıl içeriğine rağmen, tam tersine çevrilerek araçsallaştırılmak ve kurulan Yeniçeri ordusuna bayrak yapılmak istendi. Sonrası bilindiği gibi, bu hümanist ve barışcıl öğretiyle asla bağdaşmayan savaşlar silsilesi..

Diğer dinler üzerinden verilen örneklerde açığa çıkan araçsallaşma gerçekliğinin yanında, yukarıda değindiğimiz gibi, Alevilik hem felsefik hem de yapısallık bakımından kendisini devletler dışı bir pozisyonda oluşturmuştur. Bu inanç “el ele, el Hakka” düsturu temelinde kendi içerisinde konfederal bir şekilde kurduğu Ocak sistemiyle inşa edilmiş doğal ve sosyal bir inançtır. Dolayısıyla tarihsel şekilleniş sonucu olarak da, dışarıdan gelişecek her müdahale bu sosyal yapısını alaşağı edeceği gibi, felsefik olarak da yozlaştırıp ortaya bambaşka bir Alevilik; yani “Alevisiz Aleviliği” çıkaracaktır. Karşı karşıya kalınan tehlikenin tahlilini bu anlamda Alevi yapısallığına bakarak yapmak kaçınılmaz olmaktadır.

***

Aleviliğin devletleştirilmeye çalışılması süreci veya cemevlerine kayyum atama durumu günceldeki “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevleri Başkanlığı” gibi aleni bir şekilde ve yasal temelde projelendirilmemiş olsa da öteden beri işleyen bir süreçti aynı zamanda. CHP’nin de bu konuda sicilinin bir hayli kabarık olduğu söylenebilir. CHP’nin iktidar olduğu pek çok yerelde kendi himayesinde cemevleri açma, oranın yönetimlerini seçme, maaşlı “işçi” atama, elektrik-su vb. gibi maddi ihtiyaçları karşılama ve oradan daima “kendi Alevisini” yaratmaya yarayacak politikaları her defasında yeniden üretme amaçlı pratikleri gözümüzün önünde ayan beyan yaşanan süreçlerdi. Tabiri caizse yerel diyanetler ve cemevleri ilişkisi düzleminde işleyen bu süreçler, Alevilik içerisinde ciddi kırılmalara ve bölünmelere neden olmuştur.

Yerel Diyanet kavramı; belediyelerin cemevlerine “fetva” veren, maddi ilişkilenme yoluyla yerel iktidarların siyasi politikalarını Alevilere dayatan ve çizdikleri siyasi, teolojik ve milliyetçi çerçeve dışına çıkılması anında müdahale eden bir iktidar ve tahakküm ilişkisi bağlamında dile getiriliyor. Bu açıdan merkezi diyanet Aleviler için ne kadar sorunlu bir yerde duruyorsa, yerel Diyanetler düzeyine çıkarılmış bu ilişkilenme temelini de o denli sorunsallaştırmak gerektiği açıktır. Aşure lokmalarının pay edildiği Muharrem aylarında Belediyelerin cemevleri üzerinden sergiledikleri mizansen, vurgulanan ilişkilenme düzeyini (tahakküm) görebilmek adına önemli veriler ortaya koymaktadır.

Öte yandan geçen yüzyıllık süreç içerisinde Alevileri sistem içerisinde tutma görevini üstlenmiş olan CHP, bugüne kadar “arka bahçesi” olarak gördüğü Alevilere yönelik iktidar tarafından geliştirilen güncel hamlelere de kayıtsız kalmıyor. Kılıçdaroğlu’nun İzzettin Doğan ile “gizli” bir görüşme yaptığı iddiası basına yansıdı. Alevilerin salt siyasal İslam çizgisiyle sorunu varmışçasına büyük bir yanılgıyla hareket eden kimi çevreler, Kemalizmin kendi ideolojik ajandası dahilinde Alevilere dayattığı inkar ve asimilasyon politikalarını her daim teğet geçerek hareket ettikleri gibi, bu “gizli” görüşmeyi de gündemlerine dahi almadı ve görmezden geldiler. Alevilik ve İzzettin Doğan isminin yan yana her getirilişin de Alevilere kaybettirecek bir gelişmeye kapı aralandığı düşünülecek olursa, bu görüşmenin içeriğinin ciddi anlamda sorgulanması gerektiği ve CHP’nin de karşı bir hamleye hazırlanarak Alevileri denetim ve kontrol altında tutmaya yarayacak yöntemler aradığı söylenebilir.

Tüm bunlar göstermektedir ki, genelde tüm ezilenlere özelde ise Alevilere dönük açığa çıkan asimilasyon politikaları, partiler üstü politikalardır. Söz konusu yerellerde veya genel hükümet içerisinde iktidar olan partiler ise kutsal kabul edilen “teklikleri” sürdürmenin dönemsel icracılarıdırlar. “Türklük ve Müslümanlık sözleşmeleri”* kavramlaşmalarıyla ifade edilenler, bu açıdan gerçeği belli oranda tarif eden bir yerde durmaktadır. Düzen partilerinin bu “sözleşmeleri” koruma ve yaşatma konusundaki söz ve eylem birliği, “sözleşmelerin” dışına çıkarak başka bir dünya tahayyülünde bulunanların ittifak çeperlerini daraltmaya dönük ortak hamlelerdir aynı zamanda.

Gelinen aşamada Alevi asimilasyonu ve entegrasyonunu tamamlama hedefiyle çıta yükselten devlet aklı; belediyeler aracılığıyla uzunca süredir devam eden cemevlerini “tanımayarak devletleştirme” politikasını genişleterek, tüm ülke geneline yaymak istemektedir. Özcesi cemevlerini belediyelileştirme yetmemiş olacak ki, tamamen devletleştirme hedefi yürürlüğe konmaktadır.

Dolayısıyla genel iktidarın son yönelimini, yıllardır Kemalizmin, devlet adına cemevleri vesilesiyle Aleviler üzerinde kurduğu tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinden kopuk değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. Çünkü siyasal İslam’ın Alevilere yönelik asimilasyon politikaları, uzunca süredir Alevileri Kemalizme itme politikasıyla at başı yürütülmüş bir sistem politikası olmuştur aynı zamanda. Bu açıdan “belediyelileştirerek devletleştirmek ve iktidarlaştırarak devletleştirmek” isteyen iki siyasi kulvarın aralarındaki ideolojik kamplaşmanın aslında sembolik ve yüzeysel olduğunu ve genel olarak tüm ezilenler olmak üzere, Alevilere dahil de politikalarının birbirinden özde farklı olmadığını tekrar tekrar vurgulamak gerekmektedir. Bu alanlarda gelişen iki kulvar arasındaki bu rekabet durumu; tekçi mantık üzerine kurulmuş olan Cumhuriyet bünyesindeki dincilik ve milliyetçilikleri “en iyi ben yaşatır ve korurum, ezilenleri ve Alevileri en iyi ben asimilasyon ağında tutarak sistem dışı arayışlara girmesini engellerim” bağlamında gelişen hükümet olma yarışı olarak da belirlenebilir. Aralarındaki bütün ideolojik-politik nüans farklarının aslında burada (Türk-İslam sentezi) ortadan kalkarak, aynılaştıklarını görebilmekteyiz.

Başka türlü yıllardır söylence ve oyalamalardan ibaret hale getirilmiş olan laikliğin, iktidarlar değişmesine rağmen bir türlü özgürlükçü normlarla yaşamsallaşmaması nasıl açıklanabilir ki? Yada güncelde siyasal İslam çizgisinin cemevlerine yönelik hamle geliştirmesini, laik kulvarın “türban” gündemi oluşturarak karşılaması nasıl açıklanabilir? Biraz daha geriye giderek örnek verecek olursak; CHP döneminde gerçekleşen Dersim Tertelesine dair AKP’nin sözde “özürü” ve CHP’nin savunusu karşısında, AKP döneminde gerçekleşmiş olan Roboski katliamına dair CHP’nin sözde eleştiriselliği ve AKP’nin savunusu ile ortaya çıkan iki samimiyetsiz ve faydacı hali nereye koyabiliriz? Açık ki inkar ve asimilasyon politikalarının sürdürücüsü olan iki siyasi kulvar, birbirlerini ekarte etmek üzere ezilenlerin acıları, mağduriyetleri ve hak talepleri karşısında tamamen pragmatist bir politika izlemektedir. Tek bir şartla! “Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerine” zeval getirmeden!

***

Gelinen aşama itibariyle salt laiklik tartışması yapmak veya yıllarca Diyanet İşleri Bakanlığı’na karşı gelişen tepkilere, bir bakanlık daha ekleyerek Kültür ve Turizm Bakanlığına karşı da tekil hak mücadeleleri vermek yetmeyecektir. Artık yüzeyselliği aşarak asimilasyon politikalarına karşı köklü demokratik programlarla durma vaktinin geldiğini görmek gerekmekte. Alevi toplumunun maruz kaldığı sorunların, hiç olmayan bir laiklik özlemiyle giderilmeyeceği veya birden ikiye çıkarılan sorunlu Bakanlıklara karşı muhalif olmakla ortadan kalkmayacağı yüz yıllık sürecin yakıcılığıyla her defasında kendini tekrar tekrar kanıtlamıştır.

Sorun kökten ele alınmalı ve inkarcı, tekçi rejimin karakteri iyi analiz edilmelidir. Daha kuruluşunda ilhamını Batı’da gelişen milliyetçilik furyasından alan ve bu ilhamla ilk elden esas aldığı kimlikler (Türk-İslam) dışında gördüğü tüm inanç ve halklara karşı inkar ve asimilasyon politikaları ile yönelen bir rejimdir söz konusu olan. Dolayısıyla bu milliyetçiliklerin çeşitli türevleri arasında kalmak, bu türevler arasında tercihe zorlanmak ve havuç-sopa taktikleri ile “kötünün iyisi” algısı yaratılarak devamlı iktidar İslam’ı ve Kemalizm arasında sıkışmış halde durmak, Alevi toplumsallığının kaderi olmamalıdır.

Genel ülke siyaseti hakkında dile getirilenler, yine dincilik ve milliyetçiliğinin türev halleri, mikro ölçekte Alevi kurumsallaşmaları içerisinde de oluşmuş durumdadır. Buna göre siyasal İslam ile ilişkilenen çevreler Alevileri Şii-Sunni çizgisine yöneltirken, sözüm ona kendilerini laikliğin temsilcisi ilan edenlerle ilişkilenenler ise Alevileri egemen ulus milliyetçiliğine yöneltmektedir. Ülke genelinden başlayıp Alevi camiasına kadar inen bu ikili kıskaç her halükarda Aleviliği tahrip etmekte ve her geçen gün içsel bölünmeler yaratıp, derinleştirmektedir. Bu açıdan yüzleşme merceğini içsel yapılanmalara doğrultmakta bir o kadar gereklidir.

Dolayısıyla derdi Alevilik olanların, taşıdığı demokratik ve komünal özellikler ile bir rıza toplumsallığı formülasyonu olan Aleviliği; yeniden yaşanan bir Alevilik haline getirebilme gayretiyle inşa etmek ve inançlarını özgür koşullarda yaşamak isteyenlerin, bu iki çizgiye de eleştirel tutum takınarak, farklı bir paradigmayla, yani Aleviliğe Alevice yaklaşması gerektiği ortadadır. Bu iki çizgiyi aşamayan ve bu iki çizginin Alevi toplumunu birbirine itme-çekme taktiklerini çözemeyenlerin, aleni bir şekilde “Alevisiz Aleviliğin” oluşturulmak istendiği süreçte gönüllü yada farkında olmadan bu amaca hizmet edeceği aşikardır.

Kısacası Alevilerin; felsefesi gereği rıza toplumsallığı temelinde yaşayabilmesi ve kendi varlığını koruyabilmesi için gerek genel ülke siyasetinde, gerekse de içsel olarak kendi bünyesinde geliştiği vurgulanan iki çizgiyle (siyasal İslam ve laik milliyetçilik) yüzleşebilmesi hayati önemdedir. Bu iki çizgi ile tarihsel ve güncel bağlamda, makro (ülke) ve mikro (Aleviler içerisinde) ölçekte yüzleşip, tüm bunların eleştirisini köklü bir şekilde yaparak, Alevi hakikatine uygun üçüncü bir çizgi, bir yol örgütlemek kaçınılmaz bir görev olarak kendini dayatmaktadır. Bu çizgiyi tarihsel anlamıyla RêyaHaq/Hakk Yol tanımlamasıyla birleştirecek olursak; Alevilerin kendi olabilme ve kalabilme ısrarı, inanca kimlik kazandırmış olan tarihselliğe ve felsefeye bağlı kalma hali de diyebiliriz.

Dolayısıyla şahsi anlamda imtiyazlar elde etmek adına yapılan siyaset için Alevilik değil, tam tersine Alevi toplumsallığının özgürlüğü için demokratik siyaset alanının yaratılması gerektiği kaçınılmaz bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Demokratik siyaset esaslı bu üçüncü çizgi örgütlenmediği takdirde, Alevi dernek ve kurumsallaşmaları içerisinde gelişen yozlaşma, bürokratizm, kariyerizm, toplumsal talepleri pazarlayan tüccarlaşma ve genel olarak Hınzır paşalar üretmenin de önüne geçilmesi imkansız hale gelecektir.

Alevilerin toplumsal ve inançsal sorunlarının çözümü için, bugüne kadar laiklik-diyanet ikilemine sıkıştırılmış olan politik ufku genişletmek ve bu konuda ikinci yüzyılına girmeye hazırlanan cumhuriyeti, demokratik bir cumhuriyet haline getirmek temel hedef olmalıdır. Bu hedef doğrultusunda, içine kapanmaya sürüklenerek muhafazakarlaşma sorunuyla yüz yüze kalan Alevi toplumunun enerjisini, demokrasi mücadelesinin çok kimlikli bileşenleriyle buluşturacak ortak mücadele platformlarına daha fazla yöneltmek kaçınılmazdır.

İçsel sorunlarına çözümler geliştirmiş ve Rıza toplumsallığı temelinde örgütlenmiş bir Alevilik, genel ülke sorunlarının çözümünde de çok daha güçlü demokratik bir özne olacaktır. Rıza toplumsallığı ve Demokratik Cumhuriyet perspektifiyle hareket etmek inkar ve asimilasyon üreten rejimin paradigmasal değişimini hedefleyeceği gibi, hem de demokratik Alevi hareketinin diğer demokrasi mücadelesi veren ezilen cins, kimlik ve sınıflarla da daha fazla ortaklaşmasını sağlayarak; eşit yurttaşlık temelinde gelişmesi mümkün olan özgür yarınların inşasını hızlandıracaktır.

Bu çizgi yaratılmadığı sürece Hakk olmayan yol (Nehak) her dönem kendi Muaviye’sini hakim kılacağı gibi, Hak Yol’una da (RêyaHaq) Hınzır Paşalar sızmaya devam edecektir. Tam da bu noktada dışsal Muaviye ve içsel Hınzır Paşa çizgilerinin alternatifi olarak Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Seyid Rıza, Alişer, Zarife ve daha nice yol öncüsü birer kılavuz olarak önümüzde durmakta ve “hakikati başka yerde arama” mesajı vererek yolumuzu aydınlatmaktadırlar.

 

* Barış Ünlü-Türklük Sözleşmesi

The post Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken devletleştirilmek istenen Alevilik first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yeni başlayanlar için: Kürt sorunu nedir? https://gazetekarinca.com/yeni-baslayanlar-icin-kurt-sorunu-nedir/ Sun, 23 Oct 2022 20:55:24 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=224897 Aslında Kürt Sorununun ne olduğu şimdiye kadar herkes tarafından kesin ve net olarak bilinmeliydi. Çünkü bu sorun, ülkemizin çok uzun yıllardır çözülemeyen en temel sorunlarının başında geliyor. Ancak üzülerek görüyorum ki sorunun ne olduğu konusunda bir netlik görünmüyor. Kimileri de Kürt Sorununu yeni yeni duyuyorlar, hatta böyle bir sorun olmadığını söylüyorlar. Çok kısa bir tanım […]

The post Yeni başlayanlar için: Kürt sorunu nedir? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Aslında Kürt Sorununun ne olduğu şimdiye kadar herkes tarafından kesin ve net olarak bilinmeliydi. Çünkü bu sorun, ülkemizin çok uzun yıllardır çözülemeyen en temel sorunlarının başında geliyor. Ancak üzülerek görüyorum ki sorunun ne olduğu konusunda bir netlik görünmüyor. Kimileri de Kürt Sorununu yeni yeni duyuyorlar, hatta böyle bir sorun olmadığını söylüyorlar.

Çok kısa bir tanım yapmak gerekirse Osmanlı Devletinin son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarında derinleşen, yüz yıl içinde dallanıp budaklanarak yaygın ve köklü hale gelen, Kürtlerin yaşadığı sorunlara Kürt Sorunu denir. Yani sorun Kürtler değil, Kürtlere yaşatılanlar ve bundan meydana gelenler bütünüdür.

Bu kısa tanımdan sonra belirtmem gerekir ki Kürt Sorunu çok boyutlu, çok önemli bir konu. Değil bir yazıyla, birçok kitapla bile bu sorunun tarihçesini anlatmak hiç de kolay değil. Sorunun sosyal, siyasal, ekonomik pek çok yönü var. Dolayısıyla bu yazıda, başlıktaki soruyu tüm yönleriyle tam olarak yanıtlamam olanaksız. Kürt Sorunu, genel hatlarıyla bilinen bir sorundur. Yine de Türkiye’de pek çok kişi, AKP’nin ürettiği algılar nedeniyle sorunun gerçeklerini, tam olarak bilemiyor. Üstelik, yine AKP’nin ürettiği algılar yüzünden, sorunun çözüldüğünü sanan da önemli bir kesim var.

Yani daha önce “yoktur” denilen Kürt Sorunu için bugün de “çözüldü” deniliyor. İlki doğru değildi, ikincisi de değil.

Kürt sorununuz var mı?

Çözüldü zannedilen Kürt Sorununu tam olarak bilmeyenler için birkaç soru soracağım.

Yalnız, bir ricam var. Lütfen elinizi vicdanınıza koyup olabildiğince dürüstçe yanıtlayın soruları.

Sonuçta Türkiye’nin uzun yıllardır can alan, can yakan en önemli sorununu konuşacağız. Gerçekten anlamak ve öğrenmek için bütün ön yargılarınızı bir kenara bırakın ve gelin dostça, kardeşçe bir sohbete başlayalım. Belki sadece Kürtlerin değil, sizin de bir Kürt Sorununuz vardır ve sorun, hepimizin ortak sorunudur.

Sizi kronolojik tarihsel bilgi bombardımanına tutmayacağım. Günlük hayattan örneklere ağırlık vermeye çalışacağım.

İlk soru

  • I love you.
  • Ich liebe dich.
  • Je vous aime.
  • Ez ji te hez dikim.

Sizce yukarıdaki cümlelerin hangisi dünya genelinde nüfusları yaklaşık 50 milyonu, Türkiye’deki nüfusları 20 milyonu bulan, “bin yıllık kardeşimiz” dediğiniz Kürtlerin dili olan Kürtçe bir ifadedir?

Hangisi olduğunu tahmin edebildiniz mi? Edebildiyseniz tek kelimesini anlayabildiniz mi? Hayır mı? O zaman sizin de Kürt sorununuz var demektir.

İngilizce, Almanca ya da Fransızca anlayabiliyor veya konuşabiliyorken bin yıllık kardeşiz dediğiniz yirmi milyon yurttaşınızın dilinden tek kelime bile anlamıyorsanız işte bu sizin Kürt sorununuzdur.

Bir başka soru

  • Bulgaristan’daki soydaşlarımız
  • Azerbaycan’daki soydaşlarımız
  • Kıbrıs’taki soydaşlarımız
  • Almanya’daki soydaşlarımız

Sizce yukarıda soydaşlarımız denilerek kastedilenler kimlerdir?

Bu kez bildiniz. Evet, Türkler.

Şimdi Anayasanın 66. maddesine bakalım. Şöyle yazıyor: “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.”

Oysa sizin “Türkler” diye yanıtladığınız sorudakilerden hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil. Peki o halde, Anayasa’da Türklük kavramı vatandaşlık bağı olarak tanımlanmışken neden Türkiye dışındaki Türklerle soy bağı kurulup onlara “soydaş” deniliyor. Bir mantık hatası yok mu?

Aslında yok çünkü Türklük gerçekte bir üst kimlik değil, bir etnik kimliktir. Kadim bir ulusu tanımlar. Eğer öyle olmasaydı Irak’taki Kürtler neden soydaşımız olmuyor da Bulgaristan’daki Türkler soydaşımız oluyor? Çünkü Bulgaristan’daki Türkler etnik olarak Türk. Dolayısıyla soydaş sayılıyorlar.

Onlar soydaş da Suriye’deki Kürtler, Irak’taki Kürtler, İran’daki Kürtler, dünyanın dört bir yanındaki Kürtler neden soydaş değiller?

Bunda bir mantık hatası yok mu? Yine bildiniz, yok.

Çünkü onlar Türk değiller. İşte Anayasa’nın 66. maddesindeki mantık hatası da burada açığa çıkıyor. Diyelim ki Suriye’de yaşayan bir Kürt, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçsin. Yasa gereği anında Türk sayılıyor. Peki gerçekte o kişi Türk mü oluyor?

Türklük kavramı, Kürtleri de kapsayan bir kavram değildir. Teorik olarak Türklüğü üst bir kimlik olarak savunanlar bile pratikte Türklüğü etnik bir kimlik, ayrı bir milletin kimliği olarak görüyorlar. Zaten tam da bu nedenle Türkiye dışındaki Türklere soydaş olarak bakıyorlar. Doğrusu da budur zaten.

Bakın, örneğin farklı dilleri olan farklı etnik kimlikteki toplulukları tanımlamak için Türkiyeli kavramı kullanılsa ve bunun bir üst kimlik olduğu iddia edilse bu, üzerinde tartışılabilir bir bakış açısı olabilir.

Bir örnekle anlatmaya çalışayım. İçinde domates, patlıcan, biber ve et olan bir yemeğe “Domates Yemeği” denilemez. Yemeğin unsurlarından biri, yemekte en çok miktarda olsa bile, yemeğe adını veremez. Sözünü ettiğim yemeğin adı “Domates Yemeği”, “Patlıcan Yemeği” ya da “Biber Yemeği” olamaz, “Güveç” olabilir. Yani yemeği oluşturan unsurlardan birinin adıyla değil, kapsayıcı başka bir adla.

Dolayısıyla “Türk”, “Kürt”ü kapsamaz. Türkler kadim bir millettir ve tarihleri binlerce yıl öncesine, Orta Asya steplerine kadar uzanır.

Kürtler, Türk değildir ve olmaları da imkansızdır. Bir Kürt’e Türk demek veya onu Türkleştirmeye çalışmak Kürt sorunudur. Çünkü Kürtler de tarihleri binlerce yıl öncesine, Mezopotamya’ya, bugünkü Kürdistan coğrafyasına dayanan kadim bir millettir.

Zaten dilleri de farklı dil ailelerindendir. Kürtçe Hint Avrupa dil grubundan, Türkçe ise Ural Altay dil grubundandır. Sadece bu bile çok önemli bir belirleyicidir.

“Kürtçe diye bir dil yok. Hepimiz Türküz, herkesin de anadili Türkçedir” derseniz evet, sizin bir Kürt sorununuz var demektir.

Bir örnekle empati yapalım

Diyelim ki Sakarya’nın ya da Yozgat’ın bir köyünde, kasabasında veya merkezinde oturuyorsunuz. Küçük kızınız Ayşe okul çağına geldi ve ilkokula yazdırdınız. Okulun ilk günü, minik Ayşe’nin elinden tutup okula gidiyorsunuz. Yolda Ayşe’yi tembihlemeye çalışırken bir yandan da korkuyorsunuz ya başarılı olamazsa diye. Yine de uyarıyorsunuz minik yavrunuzu, “Bak kızım” diyorsunuz, “Okulda sakın Türkçe konuşma, Türk olduğumuzu da söyleme, tamam mı?”

Ayşeciğin de ödü kopuyor çünkü Türkçe dışında bir dil bilmiyor ki! O haldeyken sınıfa giriyor ve güler yüzüyle öğretmen sınıfa giriyor. Ayşe’nin de yüreği kabarıyor. Ağladı, ağlayacak. Sınıftaki Ayşe evdeki, sokaktaki Ayşe değil. Kendisi değil. Etrafına bakıyor, neredeyse bütün sınıf onun gibi korku içinde. Çünkü öğretmen Kürtçe konuşuyor ve çocukların çat pat anlayabileceği kadarıyla şöyle diyor: “Belê zarokên rinde, îro pêaxaftina Tirkî qedexe ye. Em hem u Kurd in û zimanê me Kurdî ye.” (Evet güzel çocuklar, bugünden sonra Türkçe konuşmak yasak. Hepimiz Kürdüz ve dilimiz de Kürtçedir.)

Böyle bir şeyle karşılaşan anne ya da baba olsanız ne hissedersiniz? Ayşe’nin yerinde olsanız ne hissedersiniz? Normaldir diyorsanız sizin Kürt sorununuz var. Kusura bakmayın.

Böyle bir örneğin çok eskilerde kaldığını mı düşünüyorsunuz? Yine bilemediniz ve yine kusura bakmayın.

Türkiye’de Kürtçe eğitim verilmiyor

Türkiye’de Kürtçe eğitim verildiğini düşünenler yanılıyor. Sadece, haftada iki saat Kürtçe seçmeli ders var ve o derslerin seçilmemesi için de hemen her şey yapılıyor.

Bakın, geçtiğimiz haftalardaki atama döneminde Kurmanci lehçesine iki ve Zazaki lehçesine de bir öğretmen kontenjanı açıklandı. [1]

Ayşe sadece haftada iki saat, o da seçmeli Türkçe öğrenimi dersi alsaydı anne ve babası ne hissederdi? Yeterli sayıda Türkçe öğretmeni atanmasaydı ve Türkçeyi seçtikleri halde haftadaki o iki dersi de göremeseydi?

Üzülmez, öfkelenmez miydiniz? Üstelik de bunlar Ayşe’nin anavatanında yapılıyor olsaydı ne düşünürdünüz? Çünkü Kürtlere aynısı, anavatanlarında yapılıyor.

Kürt çocukları yaklaşık yüz yıldır kendi anadillerinde eğitim alamaz haldeler. Milyonlarca Kürt çocuğu Türkçe ile okulda tanışıyor ve anlamakta zorlandıkları bir dilde yıllarca eğitim adı altında asimile oluyorlar.

Kürt çocukları, kendi anadillerinde eğitim alan Türk çocuklarıyla aynı sınavlara girip aynı yarışa zorlanıyorlar. On yıllardır üniversite sınavlarında en başarısız yirmi il hep Kürt şehirleri. Sizce tesadüf mü? Tesadüf diyorsanız kusura bakmayın.

Şu kısacık video çok şey anlatıyor:

https://www.youtube.com/shorts/i4S41A9c1rY

Herkes elbette okulda resmi dil Türkçeyi öğrenmeli. Türkçe hepimizin ortak dilidir. Bizi birleştiren ortak değerlerimizdendir. Dünya dili haline gelen İngilizceyi de öğrenmeliyiz mesela. Bununla birlikte her çocuk kendi anadilini de öğrenebilmeli ve bazı derslerin eğitimini o dilde alabilmeli. Bu, pek çok gelişmiş ülkede yapılıyor ve ülkemizin potansiyeli de her bakımdan buna uygundur. Oysa Anayasamızın 82 maddesine göre Türkiye’de Türkçe dışında bir anadili yoktur, varsa bile eğitim dili olamaz.

Yakın geçmişe bakalım

Mesela Cumhuriyet’in ilk yılları dahil, yüzlerce yıl boyunca Kürdistan’daki medreselerde Kürtçe eğitim yapıldığını biliyor muydunuz? Bu medreselerde sadece dini eğitim verildiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Fen, matematik, sosyal bilimler, astronomi gibi dersler veriliyordu. Elbette Kürtçe.

Peki Kürtçenin 1925’ten sonra yasaklandığını, çarşıda pazarda Kürtçe konuşanlara kelime başına para cezası verildiğini biliyor muydunuz?

TBMM’de Kürtçe konuşmanın halen yasak olduğundan, Kürtçe sarf edilebilen birkaç cümlenin tutanaklara X olarak geçtiğinden haberiniz var mı?

Pardon. Değiştirmişler. Artık “Anlaşılmayan bir dil” veya “Bilinmeyen bir dil“ şeklinde geçiliyor. [2]

Bu ülkedeki milyonlarca insanın dili, bu ülkenin sorunlarının konuşulduğu Mecliste bilinmeyen dil oluyor. İşte bu, tüyleri diken diken eden bir şey.

Ama öte yandan da iktidar, bu “bilinmeyen dil”i kendi çıkarları için kullanmayı elden hiç bırakmıyor. Kürtçe seçim pankartları asıyorlar, TRT’nin bir kanalında sürekli Kürtçe propaganda yapıyorlar. Kürtçe radyo yayını yapıyorlar. Neden? Çünkü ülkede milyonlarca kişinin Kürtçe konuştuğunu, Kürtçe düşündüğünü, rüyalarını Kürtçe gördüğünü, Kürtçe yaşadığını biliyorlar.

Yeri geliyor, sözleri değiştirilmiş Kürtçe şarkılara eşlik ediyorlar. [3]

Bunun maliyeti o kadar ağır oldu ki can kayıplarını, maddi kayıpları, demokrasi yoksunluğunun yol açtığı kayıpları tam olarak hesaplayamıyoruz bile. Şimdi dönüp geriye baktığımızda herkesin kendine sorması lazım, değdi mi tüm bunlara? Oysa herkesin kendisi olarak özgürce yaşadığı bir Türkiye mümkündü. Ulusal birliğimizi Türklükte değil de eşit yurttaşlıkta sağlamış olsaydık daha huzurlu, daha zengin, daha güçlü, daha güzel bir ülke olmaz mıydık? Şimdi, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılında aynı hataya devam mı edilecek yoksa Türkiye’nin birliğini eşit yurttaşlık ve kardeşlik temelinde sağlayıp yolumuza beraberce devam mı edeceğiz? “Hayır, etnik kökenler farklı da olsa hepimiz Türk’üz” diyorsanız sizin Kürt sorununuz var demektir.

Başka bir soru

İstanbul’da bir etkinliktesiniz. Ülkenin ve dünyanın farklı bölgelerinden gelen kişilerle tanıştınız, sohbet ediyorsunuz. Herkes etkinliğe nereden geldiğini söylüyor.

  • Kafkasya’dan geldim.
  • Trakya’dan geldim.
  • Kapadokya’dan geldim.
  • Kürdistan’dan geldim.

Yukarıdaki cümlelerin hangisi tüylerinizi diken diken etti?

İçinde Kürdistan olan cümleyi okuyunca bile sinirlendiniz mi? O zaman sizin Kürt sorununuz var. Kusura bakmayın.

Kürdistan realitesine birkaç örnek

Öncelikle, Kürdistan’ın tarihsel olarak bir coğrafyanın adı olduğunu belirtelim. Bu coğrafya, bugün İran, Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde kalan bölgedir. İran’da şu anda Kürdistan adıyla resmî bir eyalet, Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi adıyla federal bir bölge vardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan iki yıl sonrasına kadar da ülkenin doğusu ile güneydoğusu Kürdistan olarak adlandırılırdı.

Mesela Alparslan’ın, 1071’de Malazgirt’e geldiğinde Kürdistan Beyliklerinden hiç gocunmadan destek istediğini ve Kürdistan’ı duyduğunda tüylerinin diken diken olmadığını biliyor musunuz?

Selçukluların ve Osmanlıların, Kürdistan adıyla eyalet kurduklarını ve başlarında Kürt beylerinin olduğunu biliyor musunuz?

1846’da Sultan Abdülmecid döneminde, bugünkü Cizre merkezli Kürt beyi Bedirhan Bey’in isyanının bastırılmasında hizmeti geçenlere verilmek üzere Kürdistan Madalyası bastırıldığını biliyor musunuz?

Bakın, bu da o madalyanın fotoğrafı:

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra ilk olarak Kürdistan Beylerine mektup yazıp Kurtuluş Savaşı için destek istediğini ve ne Kürt ne de Kürdistan diye yazarken tüylerinin diken diken olmadığını biliyor musunuz?

Yine Atatürk’ün başkanlığını yaptığı ilk Meclisin Kürt vekillerine, Meclis tutanaklarında Kürdistan Mebusu denildiğini biliyor musunuz?

Dolayısıyla Kürdistan denildiğinde Türkiye’nin bölünüp ayrı bir devlet kurulmasını ifade etmiş olmuyorsunuz. Bir coğrafyayı, tarihsel adıyla doğru bir şekilde tanımlamış oluyorsunuz. Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin 1925 yılından sonra yasaklanmasının nedeni Kürtleri asimilasyona tabi tutarak tüm yurttaşları Türk kimliğine sıkıştırmaktır. Tamam, bu da kötü bir şey değil diyorsanız ne yazık ki sizin bir Kürt sorununuz var.

Bir örnek olarak Diyarbakır’ın gelişmişlik sıralamasındaki yeri

Kürtçe böyle de Kürt şehirleri nasıl acaba?

1927 yılında yayımlanan resmi verilere göre Diyarbakır şehri; İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’dan sonra sosyo ekonomik gelişmişlik açısından beşinci sırada. Ancak o yıldan sonra bütün yatırımların Batı’ya yapılması kararı alınınca Kürt illeri yıldan yıla yoksullaşır.

Öyle ki, 1980’lere gelindiğinde Diyarbakır artık en alt sıralardadır. 2017’de yayımlanan Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göreyse 68. sırada. [4]

Yani “bölge terör nedeniyle geri kaldı” şeklindeki iddia yanlıştır. Örneğin Diyarbakır her yıl birkaç sıra gerileyerek 80’ler başında alt sıralara indi. Oysa çatışmalar 80’ler sonunda şiddetlenmeye başlamıştı.

“Kürtler her şey olabiliyor” ezberi

Kürtler asla kendi kimlikleriyle; Kürtçe konuşarak, Kürtçe düşünerek, rüyalarını Kürtçe görerek, Kürtçe yaşayarak yani Kürt olarak devlette etkili makamlara gelememişlerdir.

Devlette üst düzey bürokrat olabilenler “Kürt kökenli Türk” olmayı kabul edip Türklük Sözleşmesi’ni* (Türklük Sözleşmesi, Barış Ünlü, Dipnot Yayınları) kabul edenlerdir.

Mesela 1978 yılında Bayındırlık Bakanı olan Şerafettin Elçi’nin “Ben Kürdüm” dediği için yargılandığını biliyor muydunuz? Eğer iyi olmuş diyorsanız sizin Kürt sorununuz var demektir.

Yani özetle, Kürtler bin yılı aşkın süredir Türklerle bir arada ve kardeşçe yaşamalarına rağmen ne yazık ki son yüz elli yılda yapılan vahim hatalar nedeniyle bu kardeşlik hukuku bozuldu. Bunun sonucunda çok sayıda isyan patlak verdi. Maalesef çok kan döküldü. Çok acılar çekildi, halen de çekiliyor. Türk-Kürt tarihsel ilişkisi ters yüz edildi, araya kan girdi. Bütün emperyal güçler bu çelişki ve çatışmalardan yararlanarak sorunlarımızı kaşıdı ve daha fazla kanattı. Şimdi artık Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına girerken bütün bu sorunlarımızı medenice konuşarak Meclis’te anayasal zeminde çözerek kardeşliğimizi ve birliğimizi güçlendirmenin zamanıdır. Çünkü kardeşlerden biri, diğerine bu kadar haksızlık yapılmasına göz yumuyorsa kardeşlik hukuku bozuluyor. İşte tam da bu nedenle Kürt Sorunu sadece Kürtlerin değil, hepimizin sorunudur. Sorunu çözmek için el ele vermek de hepimizin boynunun borcudur.

Kürt Sorununu silahsız, şiddetsiz, çatışmasız oturup konuşarak, birbirimizi anlayarak, anlatarak, anlaşarak barış içinde çözmeliyiz. Nihayetinde, bu insanları dağa biz çıkarmadık; bu uygulamalar, zulümler çıkardı. Şimdi bırakın ölmeyi ve öldürmeyi, diyalog ve müzakereyle hepsini dağdan indirelim diyoruz. Biz bunu dediğimiz için “terör yandaşı” olarak yaftalanıyoruz, biliyor musunuz? Biliyorsunuzdur.

Bizler, Kürt Sorunun çözümü için iktidarla aynı yöntemleri önermiyoruz. Bizim HDP olarak silah, şiddet, çatışma dışında bir çözüm önerimiz var. Cumhuriyetin ikinci yüz yılına birkaç ay kala, ülkemizde evrensel çağdaş standartların uygulanmasını istiyoruz. “Türkçeden başka dil konuşulmaz” anlayışını kabul etmiyoruz. [5]

Türkçeyi de seviyoruz ama kendi anadilimizden de asla vazgeçmiyoruz. Bütün dilleri değerli görüyoruz.

Kaldı ki, dünyada benzer sorunları yaşayan ülkeler, bu sorunlarını çözmeyi başardılar ve şimdi gayet huzurlular. Örneğin Bulgaristan’daki Türkler Türk olarak, İspanya’daki Basklar Bask olarak yaşayabiliyorlar ve kıyamet de kopmuyor.

Toparlayalım

Kürt Sorunu nedir, biliyor musunuz?

Gocunmadan, hiç bıkmadan ve usanmadan anlatmaya devam ederiz. Siz de anlamaya gayret edin lütfen. Çünkü Kürt Sorunu aslında sizin de sorununuz.

İşe empati yaparak başlayın mesela. Sonra tarihi gerçekleri öğrenerek devam edin bence.

Ve artık siz de biraz Kürtçe öğrenin. İlk öğreneceğiniz cümle şu olabilir: “Ez jî ji te hez dikim.” [6]

Not:

Yazıya katkı sunan Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Prof. Dr. Mesut Yeğen ve yazar Mehmet Bayrak’a teşekkür ediyorum.


 

[1]https://archive.fo/wip/3tOJZ

[2]https://archive.fo/0chwT

[3]https://archive.fo/6sfA3

[4]https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27deki_illerin_geli%C5%9Fmi%C5%9Flik_d%C3%BCzeyleri

[5]https://archive.fo/wip/fgatP

[6] “Ben de seni seviyorum.”

The post Yeni başlayanlar için: Kürt sorunu nedir? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Devrimin Kadın Yüzü; Aleksandra Kollontay https://gazetekarinca.com/devrimin-kadin-yuzu-aleksandra-kollontay/ Sat, 22 Oct 2022 21:01:19 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=224719 Dünya tarihinde devrimler anlatılırken, her zaman eylemin başrolünde yer alan kadınlar, hep arka plana itilmiştir. Erkekler savaş meydanlarının yiğidi, kahramanı ya da öncüsü olarak tarih sayfalarında yer alırken kadınlara “çekip çeviren” rolünden fazlası uygun bulunmamıştır. Rusya’da Çarlık Sisteminin yerine sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasına vesile olan 1917’deki Ekim Devrimi’nde de kadınların tarihteki yeri karartılmıştır. Ekim Devrimi […]

The post Devrimin Kadın Yüzü; Aleksandra Kollontay first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünya tarihinde devrimler anlatılırken, her zaman eylemin başrolünde yer alan kadınlar, hep arka plana itilmiştir. Erkekler savaş meydanlarının yiğidi, kahramanı ya da öncüsü olarak tarih sayfalarında yer alırken kadınlara “çekip çeviren” rolünden fazlası uygun bulunmamıştır. Rusya’da Çarlık Sisteminin yerine sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasına vesile olan 1917’deki Ekim Devrimi’nde de kadınların tarihteki yeri karartılmıştır.

Ekim Devrimi hiç şüphesiz Vladimir İlyiç Lenin önderliğinde, proletaryanın eylem ve sözüyle birleştiği Rus toplumunda, sosyalist bir düşünceyi hakim kılmıştır. Ancak devrimde bir isim var ki, onun söz ve eylemiyle devrime kattıkları en az Lenin kadar yadsınamazdır. Ömrünü verdiği devrim için gerektiğinde en yakın yoldaşı Lenin’e bile rest çekebilen Aleksandra Kollontay’dır bu isim.

Aleksandra, Finlandiyalı bir anne ile Ukraynalı bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Dönemin koşullarında aristokrat bir ailenin kızı olan Aleksandra ülkesinde gelişen yoksulluğu, adaletsizliği, eşitsizliği, baskıyı ve haksızlıkları daha çocuk yaştan itibaren sorgulamaya başlar. Evlerine boyacı olarak gelen bir gencin birkaç gün sonra açlıktan yaşamını yitirdiğini öğrenmesi, Aleksandra’nın geleceğinde bir dönüm noktası olur.

Soylu ailesinin dayattığı “balolara gidip davetlere katılarak” soylu bir eş bulma görevine karşı gelerek yazar olmayı hayal eden Aleksandra bu tutkusunu çok sonra şu sözlerle anlatır: “Yalnızca eğlenceli öyküler, kaleme almayı amaçlamıyor, okuyucularımın, batıl inançlardan, baskıdan ve haksızlıktan nefret etmeleri için düşünsel etkide bulunmak, onlara özgürlük ve eşitlik idealini sevmeyi öğretmek istiyordum.”

Ailesinin tüm itirazlarına rağmen Vladimir Kollontay ile yaptığı evlilikten bir çocuk dünyaya getiren Aleksandra evde çocuk bakıp yemek yapmanın ona göre olmadığını fark eder ve “Artık evliydim. Yakışıklı kocamı seviyor ve herkese ‘korkunç mutlu’ olduğumu söylüyordum. Ama nedense bu mutluluktan sıkılıyordum, özgür olmak istiyordum ben. Bundan anladığım neydi? Yeni evlenmiş arkadaşlarım ve diğer tanıdıklarım gibi yaşamak istemiyordum” diye yazar. Evliliğinde yapmacık “mutluluk” pozları veren Aleksandra’yı devrim ve özgürlük tutkusu sarmıştır artık ve bu tutkusunu dizginleyemez.

Bazen asi ve hırçın bazen de yüreğindeki şefkat ve merhametin akışını durduramayan Aleksandra için yaşam ve devrim tutkusu sonu gelmeyen bir yürüyüştür. Ve bu yürüyüşün ilk adımlarını, bir daha ne zaman geri döneceğini bilmeden Rusya’nın Çar rejiminden kurtuluş mücadelesi için İsviçre’ye giderek gerçekleştirir. İlk başta tereddüt etse de, “İnsan bir şeyi çok istedi mi, artık ihtiyatlı duygulara yer olmuyor” diye anlattığı adımı atıp eşi ve çocuğunu arkasında bırakmıştır.

Aleksandra, yurtdışında kaldığı süre boyunca İsveç, Finlandiya, Almanya, İngiltere, Belçika, Norveç, Danimarka, Amerika, Fransa, İtalya, İsviçre gibi dünyanın birçok ülkesinde sosyalist düşüncenin yayılması için konferanslar verir, örgütleme çalışması yürütür. Yaptığı konuşmalarda kitleleri arkasından sürükler. En çok etkilendiği kadınlar ise Rosa Luksemburg ve onun yol arkadaşı Clara Zetkin’dir. Sığınmacılık döneminde, Clara Zetkin’le birlikte, çeşitli ülkelerde kadın işçilerin devrimci faaliyete katılması için çalışma yürütür.

“Kadınlar ve onların kaderiyle yaşamım boyunca ilgilendim. Beni sosyalizme getiren, onların kaderiydi” sözünün hakkını veren Aleksandra, devrimin tüm aşamalarında yer alan kadınların, Sovyet Rusya’nın kurulmasıyla eve kapatıldığını fark eder. Birlikte mücadele ettiği erkek yoldaşlarıyla çatışa çatışa kadınların kamusal alana katılımını teşvik edici politikalar üretmek için harekete geçer. Onun inisiyatifiyle 1918 yılında Moskova’da işçi ve köylü kadınların ilk kongresi yapılır.

Marksizm ve Cinsel Devrim kitabında, sosyalist devrimin yeni bir kadın tipi doğurduğunu belirten Aleksandra şunları söyler: “Yeni kadın erkeğin gölgesi durumundaki dişi değil, kendinde bir kişilik olandır. Kadının devletteki, ailedeki, toplumdaki katmerli köleliğini protesto eden, hakları için mücadele veren ve cinsini temsil edendir.”

80 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, mücadelenin bedeli olarak sol kol ve sol bacağı felçlidir. Son günlerine kadar yazmaktan vazgeçmeyen Aleksandra muzipliği, neşeyi, oyunu, dansı ve yürüyüş yapmayı çok sever. Önüne çıkan her engeli aşmaktan geri durmayan, zorluklardan korkmayan, tehlikeden kaçmayan, hep heyecanla geleceği kendine çeken isyankar Aleksandra, “Başkaları’nın ne diyeceği, ne düşüneceği beni yolumdan hiç alıkoymadı” diye yazar.

Çok şey kazandı, çok mücadele etti, çok çalıştı ama her anlamda yaşamın tadını da çıkarabildi Aleksandra. “Ne işte, ne de aşkta huzur bulabildim. Her şey bana az geldi. Şimdi bunu başkalarına öğretmek istiyorum” diyen Aleksandra, huzursuzluk olmadan ilerlemenin de olmayacağını düşünür.


Not: Aleksandra Kollontay’ın “Birçok Hayat Yaşadım” ve “Marksizm ve Cinsel Devrim” kitaplarından yararlanılmıştır.

The post Devrimin Kadın Yüzü; Aleksandra Kollontay first appeared on Gazete Karınca.

]]>
John Steinbeck hangi ittifaka seslendi? https://gazetekarinca.com/john-steinbeck-hangi-ittifaka-seslendi/ Sun, 16 Oct 2022 21:02:07 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=223581 John Steinbeck’in ölümsüz eseri “Gazap Üzümleri”, yazıldığı 1939 yılından bugüne hala güncel bir kitap. Tam da kapitalizmin emek sömürüsünü sonuna kadar derinleştirdiği ve yeraltından yerüstüne dek her yerden iniltilerin yükseldiği böylesi bir dönemde… Gazap Üzümleri, aklının içinde adım atacak yer kalmayanların, yorgunluktan uyuyamayanların, yollarda hikayesini kaybetme ile yüz yüze kalmışların serencamıdır. Joad ailesi şahsında takip […]

The post John Steinbeck hangi ittifaka seslendi? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
John Steinbeck’in ölümsüz eseri “Gazap Üzümleri”, yazıldığı 1939 yılından bugüne hala güncel bir kitap. Tam da kapitalizmin emek sömürüsünü sonuna kadar derinleştirdiği ve yeraltından yerüstüne dek her yerden iniltilerin yükseldiği böylesi bir dönemde…

Gazap Üzümleri, aklının içinde adım atacak yer kalmayanların, yorgunluktan uyuyamayanların, yollarda hikayesini kaybetme ile yüz yüze kalmışların serencamıdır. Joad ailesi şahsında takip ettiğimiz bu yol hikayesinden de rahatça görüleceği üzere, aslında deriyle kaplı acı yığınlarının anlatısıdır. Bu yığınların Amok koşusuna dönüşen yolları, kapitalizmin lanetine, 1929 Büyük Buhran’ın acı çatlaklarına çıkıyor.

Fakat kitabın gücü, göze soktuğu bağlamında değil; kurgusu ve söylemediklerinden geliyor. Kitabı anlamsal izlekte domine eden ve en akılda kalan yanı “öz güç” meselesi olabilir. Öz gücüne güvenmenin, kolektif bilinçle hareket etmenin ve varlığı buradan kurmanın hayatiliği o kadar sarih aktarılmış ki, gerçek bir siyasal manifesto gibi duruyor, ki öyledir de…

Kitabın temalarını din, emek sömürüsü, sınıf savaşı, ezen-ezilen diyalektiği ve toplumsal direniş gibi yerlerden takip etmek mümkün.

Steinbeck kaçak güreşmiyor. Aklından geçeni yazamıyorsan, söylemeye değer bir şey değildir diyor. Bireysel kurtuluş değil kolektif duruş diyor, bireyciliği mahkûm ediyor. Karanlıklarda mahsur kalanların, kavga halindeki aç insanların, polis tarafından dövülenlerin, çılgına dönüp haykıranların yanındayım diyor. Küçücük umutlardan doğan gülüşlerin, kendi emeği ile yarattıklarından faydalanabilen zamanların şafağındayım diyor Steinbeck.

Hatta bir adım daha ileri giderek ilke ve ülküleri için ter dökmeyen, bu yolda mücadele etmeyen insanlardan korkun diyor, çünkü bu nitelik var olmanın temelidir, bizi biz yapan ve diğer her şeyden ayırandır ona göre.

Kitabın ana karakterlerinden, cezaevinde iken örgütlü olmadan hiçbir şeyin başarılamayacağını öğrenen ve öncülüğe adım atan Tom Joad’ın hapisten yeni çıkıp, ailesini görmeye giderken ilk gördüğü şeyin terkedilmiş, yıkılmış bir ev olması tesadüf değildir. Çünkü akıp giden sayfalar, bu yıkıntılar arasında neyin kurtarılıp kurtarılamayacağının çetelesi gibidir. Rahipliği terk eden Casy’nin ilk zamanlar düşman olarak gördüğü “şeytanın” bir yanılsama olduğunu, esas şeytanın görülmeyen, şekli şemalı belli olmayan, kendini sürekli sahte maskelerle saklayabilen sömürü düzeni olduğunu fark etmesine benzer şekilde, daha birçok şey bilince çıkacaktır o yolda.

Casy’den devam edelim. Casy’ye göre kötülüğü yaratan devlettir. Polisler kötülüğü önlemezler, tam tersine yaratırlar ve bunu çarpıtarak yoksulların sırtına yüklerler. Egemenin kötülük kol gezerken takındığı nobranlığa “Burada gözyaşlarının dile getiremeyeceği bir üzüntü var” diyerek isyan eder.

Kitabın direniş ve örgütlenme boyutu Tom üzerinden rasyonalize edilir. Tom, özgürlükten yanadır, halktan yanadır. Dürüstlük onun vicdanıdır. Aç ve yoksul yüzbinlerin öz bilinçlerine varmaları ile hiçbir silahın onları durduramayacağı inancındadır. Zaten kitap boyunca birlik olamamaktan şikâyet eder. Yine Tom bir adım ileri giderek “Öz Gücü” kurtuluş reçetesi olarak gösteriyor. Bin bir zahmetle çektikleri/çıktıkları yolda “kendilerini yöneten”, öz güçlerine dayanarak iş yapan bir kamp onu çok etkiler. Kitabın sonlarına doğru, polisten kaçıp saklandığı tarlada ona yemek getiren annesine “İnsanlar kendi kendilerini yönetebilirler. Sorunlarını kendileri çözebilirler. Polisler ortalıkta silahlarıyla olmayınca düzen çok daha kolay sağlanıyor. Bunu her yerde hayata geçirmek gerekiyor. Neden kendi kendimizi yönetmeyip, toprağımızı işletmeyelim?” der. Bunlar dönemine göre ileri görüşlerdir ve öz gücün evrensel aklına işarettir.

Gerekli olan sadece buna inanmışların birlikteliğidir, bir aradalığıdır.

Tüm yol boyunca parçalanan aileye ve sorunlara göğüs geren, ayakta kalabilen anne ise “Biz halkız… Ölmeyiz” diyerek destek çıkar oğluna. Tarlada çalışan bir işçi de kendi gücüne yaslanmanın, kendine yetebilmenin tehlike olarak görüldüğünü, sistemin böylece çıkar elde edemediğini söyleyerek net bir teşhis koyar olan bitenlere…

Yasa halktan yana değildir, şartlar değildir, patron değildir. Kitabın bir yerinde “Eğer tutturdukları şey yasa olsa, dayanır insan. Ama yasa değil. Bunlar bizim ruhumuzu törpülüyor. Kırbaçlanan köpekler gibi kıvranmamızı, sürünmemizi istiyorlar. Çökertmek istiyorlar bizi” diyerek bir mim koyar.

Kitaba göre devlete karşı toplum savunulmalıdır. Din, ekonomi, güvenlik ve daha pek çok alan üzerinden egemenlik kuran devlet, dinin de yardımı ile kötülüğünü derinleştirmektedir. Bombalar yağdırması, insanları ölüme göndermesi, emeği sömürmesi ve tüm bunların yanında savaşı sürdürmekte ısrar etmesi onun temel misyonudur.

Steinbeck bu düşünceleri ile adeta günümüze çentik atmaktadır.

Steinbeck iki önemli konunun daha altını çizer. Birincisi “ben”den, “ben” dilinden, zihniyetinden çıkıp “biz”e doğru evirilmenin gerekliliği… İkincisi, yukarıda da kısmen ifade ettiğim üzere mücadelede ilkelere bağlılık, hedefe odaklanmadır. Evet, tüm bunlar yol öğretmiştir Joad ailesine, aile şahsında da Tom’a.

Hikayeyi yolun orta yerinde, hüzünlü bir kare ile bitiren Steinbeck, yolun bitmediğini, devam edecek çok yol olduğunu der gibidir.

Bunu da aidiyet duygusundan, neden “ait olduğunda ısrar” edilmesi üzerinden anlatır. Ve sözü nerede ölüyorsak orası bizim vatanımız, toprağımızdır demeye getiriyor. Yine kitaba gidelim:

“Doğru, ama burası bizim toprağımız. Bu toprağı biz ölçtük, biz parselledik. Biz bu toprağın üstünde doğduk, bu toprağın üstünde vurulduk, bu toprağın üstünde öldük. Bu toprak bir işe yaramasa bile, yine bizim toprağımızdır. Bu toprağı bizim yapanda bunlardır; onun üstünde doğmamız, onu işlememiz, onu üstünde ölmemiz. İnsana malın sahibi hakkını kazandıran bunlardır, üzerinde bir sürü rakamlar yazılı bir kâğıt değil.”

Şüphesiz bu yapıt birçok şey diyor. Hepsinde de kendi gerçekliğimizi, yorulmuş göz kapaklarımız altındaki dünyayı görürüz.

***

Durup dururken bu kitabı hatırlama/hatırlatma sebebim Emek ve Özgürlük İttifakı’dır. Malum, süreç olarak Lerna bataklıklarındaki Hydra’nın ağzındayız. Yeni bir dil ve moment aranıyor.

Kötülüğün, yakıcılığın, felaketin, şiddetin, ölümlerin, göçün, dağılıp kaybolmanın, faillerin her yüzüne tanıklık edip, acıyla yoğrulanların oluşturduğu ve beraber yürüme iradesine demir atmış olan bu ittifakın hikayesi ile kitabın hikayesi örtüşüyor.

O halde yolun kendisi ve sonucu da pekâlâ örtüşebilir, pes etmeyenlerin zaferini muştulayabilir bize.
Mesele yolun sonuna varmaktan öte oraya nasıl vardığın nasıl kat ettiğindir. Bugün bu yolun en görkemli duraklarından birinde kendimizi en doğru ifade ettiğimiz, bilincimizi keşfettiğimiz bir zaman diliminde birlikte yaşam, birlikte mücadele diyoruz…

Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır diyerek; hakiki demokrasiyi yaratmaya çalışıyoruz. İttifak ile ben’leştirilen bizler, biz’leşmek istiyor… Bundan ötürü özgürlük, özgür yaşam diyor; bu kavganın insanlığı ilgilendirdiğini ısrarla ifade ediyor.

Kötülüğe boğulmuş yoksulluk kaderciliğini, gaza boğulmuş sahte adaleti, kurşunlarla- tanklarla hizaya getirmeye çalışılan kardeşliği, yalanlarla yürütülen siyaseti, erkekleştirilmiş hakaretvari kadın politikalarını, ikiyüzlülüğün din diye satılmasına ısrarla karşıyız diyor bu ittifak.

Özetle;

Emek ve Özgürlük ittifakı, örgütlenmiş bir gerçekliğe dönüşüp, kendi gücüne ve mirasına yaslanabilirse; ‘umudun dengesini’ de yaratacak, ülkeyi de dinmeyen gazap yağmurundan kurtaracak tek güçtür.

Daha da büyümesi, acil görevleri üstlenmesi ve gücünü görmesi dileğiyle…

The post John Steinbeck hangi ittifaka seslendi? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yalan tarihe karşı hakikati yazan Nagihan https://gazetekarinca.com/yalan-tarihe-karsi-hakikati-yazan-nagihan/ Wed, 05 Oct 2022 09:33:19 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=221689 Dicle Haber Ajansı’nın (DİHA) Ankara muhabirliğini yaptığım bir süreçte tanıştım Nagihan ile. Aslında birebir tanışma değildi bizimkisi. Ankara’daki arkadaşlar “Nagi”den o kadar çok bahsederlerdi ki ben de bir an önce “Nagihan kim?” diye hep içten içe tanışmak istiyordum. Sene 2014’tü. Berkin Elvan’ın beyin ölümü gerçekleştikten sonra ülke geneline yayılan eylemlerin en yoğun yaşandığı yerlerden biriydi […]

The post Yalan tarihe karşı hakikati yazan Nagihan first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dicle Haber Ajansı’nın (DİHA) Ankara muhabirliğini yaptığım bir süreçte tanıştım Nagihan ile. Aslında birebir tanışma değildi bizimkisi. Ankara’daki arkadaşlar “Nagi”den o kadar çok bahsederlerdi ki ben de bir an önce “Nagihan kim?” diye hep içten içe tanışmak istiyordum.

Sene 2014’tü. Berkin Elvan’ın beyin ölümü gerçekleştikten sonra ülke geneline yayılan eylemlerin en yoğun yaşandığı yerlerden biriydi Ankara. Akşam saatlerinde eylemi takip edip mutad polis müdahalesini haber vermek için Haber Merkezi’ni aradım. Telefonu açan kişiye hararetle yaşananları aktarırken, karşımdaki ses “Zuhal tamam sakin ol bi, her yerde müdahale var. Sabahtan beri, bilgisayar başından kalkıp bir sigara bile içemedik” deyip işi espriye vurarak ses tonuyla beni sakinleştirmeye çalıştı. Telefondaki ses Nagihan’dı.

DİHA’nın Haber Merkezi’nde kadın editörlüğü yaptığı zamanlardı. Nagihan’ın yaptığı kadın haberleri, kadın başlıkları, ince eleyip sık dokuyarak editörlüğünü yaptığı haberler, biz yeni muhabirlere hep ilham kaynağıydı. Kadınlarla ilgili her haberi yazarken ilk yaptığım iş “Nagihan Akarsel” imzalı haberlere bakmaktı. Kadın haberciliğindeki dilinden etkilenir, kullanacağım herhangi bir kavramda da ona danışırdım. Onun ‘Kadın Panoraması’nı okurken, “Ben de bir gün böyle yazabilecek miyim?” diye içten içe öykünürdüm. Sayısız Kürt basın çalışanı üzerinde büyük emeği vardır Nagihan’ın.

Nagihan, önceki gün Süleymaniye’de siyasi bir suikast sonucu, 13 kurşunla katledildi. Ona kurşun sıkanlar yazdıklarından, kadın mücadelesine olan inancından, kadınların kaleminin iktidarlarını sarsacaklarından korktular. Tıpkı geçmişte egemenlere itaat etmeyi reddederek giyotine gitmeyi göze alan kadın yazarlardan, filozoflardan, siyasetçilerden korktukları gibi. Öyle ki düşündükleri, yazıp çizdikleri için  “aklını yitirmiş”, “çıldırmış”lardı onlara göre.

Örneğin; ünlü İngiliz Bronte Kardeşler kitaplarını kendi isimleriyle değil, mahlas olarak erkek isimleriyle yayınlamışlardır. Çünkü Viktoryen kültüre göre “küçük beyinleriyle” kadınların sadece kocalarının hizmetini görmesi gerekirdi.

Virginia Woolf, Kendine ait bir oda’da, kadın yazarların erkek isimleriyle yazmasına dair şunları söyler: “16’ncı yüzyılda şairlik yeteneğiyle dünyaya gelen o kadın, mutsuz bir kadındı, kendisiyle mücadele eden bir kadındı. Hayatının bütün koşulları, bütün içgüdüleri, beynin içinde ne varsa serbest bırakmak için ihtiyaç duyulan ruh haline düşmandı.”

Zaten yazılan tarih de hep erkeklere ait. Dolayısıyla kadınlar yok sayılarak “kahramanlar” ya da “dünyayı kurtaranlar” erkekler olmuştur. Erkekler tarihlerini yazarken objektif davranmamış yaptıkları işgaller, soykırımlar, kadın düşmanlığı, sömürgeciliği kendi dilleriyle şekillendirerek yiğitlik naraları atmışlardır. Yalan tarihe karşı hakikati yazma iddiasıyla, kadınların kendi tarihini yazması gerçekliğiyle yola çıkan Nagihan gibi kadınlar ise patriyarka ile beslenmiş zehirli iktidarların hedefi olmuştur. Keza Nagihan’ın Kürdistan Kadın Kütüphanesi’nin kurulması için bir proje kapsamında çalışma yürütmesi öncesi katledilmesi tesadüf olmasa gerek.

Kürt bir kadın olarak Nagihan, bizlere hakikatimizi yazma cesareti veren;  bedeniyle birlikte ruhu sömürülen, kamusal alana çıkması yasaklanan, erkek-devlet şiddeti sonucu katledildiğinde de kendisi “suçlu” bulunan kadınlardandır. Çünkü yazdıkları, yazdıklarımız bizdik. Kadınların sesi olmak, kendi sesimiz olmaktı. Birbirimizin sesini birleştirip yazıya dökerek, bazen kadrajımıza sığdırarak, bazen resmederek, bazen sadece dinleyerek…

İşte o zaman beynimizin içindekileri serbest bırakmak için ihtiyaç duyduğumuz ruh halimiz, artık düşman değildi bize. Ruhumuzla barıştıkça güçlendik, daha çok yazdık, daha çok birleştik. Yazdıkça kurşunların hedefi olduk, hapsedildik, sesimiz kısıldı, mikrofonumuz kapatıldı, ama vazgeçmedik, vazgeçmeyeceğiz.

Son söz olarak; 7 Ekim Kürt Kadın Gazeteciler Günü. Bu günde Nagihan’ın katledilişine dair ses yükseltmek kadın gazeteciliğine, cinsiyetçilikten arındırılmış kadın bakış açısıyla yazmaya, “erkekler ne der?” diye düşünmeden kalemini oynatmaya destek olmaktır.

Yazmaktan vazgeçmeyen kadınlar olarak, kalemimizle değiştireceğimize olan inancımız hiç bitmeyecek.

The post Yalan tarihe karşı hakikati yazan Nagihan first appeared on Gazete Karınca.

]]>