1980’li yılların sonu bir Kürt köyünde okul sıralarında henüz ve “zorla” Türkçe öğrenmeye başlamış bir çocuk, ‘Hayat Bilgisi’ kitabını bulamayınca, sömürge coğrafyasının öğretisine uygun olarak, sıra arkadaşlarından bilir durumu ve öğretmenine aynen şöyle seslenir; “Öğretmenim, hayatımı çalmışlar!”
Bu cümlenin mizahı hep dönerdi köyün çocukları arasında, ben de çok gülerdim dinledikçe. Zorla Türkçe öğretilen Kürt çocukları, okul sıralarında bilincinde olmadan sömürgecisiyle çarpıştığı bu tip anlarını birbirlerine anlatıp gülerek büyürler genelde. Böylesi çok anısı vardır hepimizin, hepsine güldük geçtik ama sanki bu cümle peşimizi bırakmadı gibi gelir bana.
Bugünlerden baktığımızda okul sıralarından ve hatta okul sıralarından da öncesinden bugüne kuşatılmış bir hayat yaşamaya çalışıyor Kürt gençleri. Sadece zor gücüyle, silahla, istisna rejimlerle değil aynı zamanda en olağan karşılanan dönemlerde dahi eğitimle yasalar ile… ve daha birçok araç ile kuşatılmış bir yaşam.
Bu yazıda da bu cümlenin peşimizi bırakmayışına dair tanıklıklarımı dile getirmeye çalışacağım. Geçtiğimiz aylarda bir forumda Londralı bir avukat, “Biz avukatlar aynı zamanda hikâye anlatıcılarıyız, gördüklerimizi anlatmamız gerekir” demişti. Özellikle yaşamı kuşatılan halklara ilişkin evrensel bir sorumluluk bu aslında.
TC hukuku nezdinde Kürtler
Siyasi yasa koyucunun tüm kurumlarıyla kuşattığı Kürtler, modern düşünce açısından hayati bir kırılma noktası olan insanın tüm doğa karşısında özne pozisyonuna çekildiği dönemde bile hukuk önünde nesnelliğe sürüklendi. Öldürülen Kürt aydınlarının, gençlerinin failleri cezasız bırakıldı. Ama öte yandan kişiselleştirilmiş yargılama ve cezalandırmalarla Kürtler sindirilmeye çalışıldı, çalışılıyor.
Kürtlüğe dair her emarenin örgüt üyeliği suçu sayıldığı bir yargılama pratiğinde; aile içinde kullandığınız ve kuvvetle muhtemel 90’lı yıllarda dönemin ağırlığı ve yasakları sebebiyle kimliğe yazdırılmayan Kürtçe isminiz, iddianamelerde kod adı diye geçebilir. Neolitik devrimden kapitalist moderniteye birçok form değiştirmiş olan mülk edinmenin günümüzdeki karşılığı olarak; Amedli bir ailenin kredi çekerek güvenlikli sitede aldığı ev, kolluk fezlekesinde örgütten yardım alarak edinildiği şeklinde ‘değerlendirilebilir’. Hukuken bir suçla ilişkili eyleminiz varsa bu, delilleriyle ‘tespit edilir’. O yüzden buradaki ‘değerlendirme’ kelimesi önemli, çünkü delil yok, tanık yok, kolluk sizi eğer Kürtseniz, Kürtlerle yan yana duran muhalifseniz ‘değerlendirebilir’ ve suçla ilişkilendirebilir.
Diğer yandan Kürtlerin oy verdiği belediye başkanlarına kayyum atandı. Belediyelerde çalışanların -özellikle çalışan annelerin- çocuklarının Kürtçe eğitim alabildiği kreşler ve kadın birimleri kapatıldı. Kolektif bir varlık olarak kabul görmeyen Kürtlerin, tek başına veya kolektif bir varlık olarak temsili demokrasiye sıkıştırılmış iradeleri bile yok sayıldı. Kısacık bir soluk aldıran, adına çözüm süreci denilen süreçte; Kürdistan coğrafyasında Sovyetlerin bile ötesinde bir pratikle çocuğun sadece anne veya ebeveyn sorumluluğunda değil toplumsal bir sorumlukla var edildiği alanlar, kayyumlar eliyle yok edildi. Bu sokaklarda kayyum atanmadan önce ilan edilen “sokağa çıkma yasakları”nda alıkonulan Kürt gençleri işkencelerden geçirildikten sonra ağırlaştırılmış müebbet, yani ölünceye kadar hapis cezasına çarptırıldı. Gençler “yakalandıklarında” yani dosyalarını takip ederken TC’nin resmi evraklarında dahi Kürtçe adlarını öğrendiğimiz sokaklarda büyümüştü ve yasaklar döneminde bu sokaklardan çıkmayı reddetti. Ve hepsi, iyimser bir şairin “anısı biz olalım bu sokakların” dizesinin kurtaramayacağı bir barbarlıkla sınandı.
Pandemi ilan edildi tüm dünyada. Neoliberal dünyada egemenlerin aldığı tüm kararlarda olduğu gibi pandemi de elbette yine en çok yoksulların, işçilerin hayatının ortasına bir darbe gibi çöktü. Bunu görmezden gelmeden, ama bunun bambaşka kapsamlı bir yazının konusu olduğunu belirterek hapishanelere ve siyasi mahpuslara gelmek istiyorum. Pandemide uluslararası insan hakları örgütleri, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi mekanizmaları Türkiye’ye hapishanelerdeki mahpuslarının sayılarının düşürülmesine dair çağrıda bulundu. Peki Türkiye ne yaptı? Öyle bir kanun değişikliği yaptı ki tek bir siyasi mahpus dahi bu kapsamda tahliye edilmedi ve hatta geçmişe nazaran şartlı tahliye hakları kısıtlandı. Meclis’te İnfaz Kanunu teklifi görüşmeleri sırasında infazda eşitlik konuşulurken HDP’li vekillerin “İdris Baluken ölsün mü?” sorusuna AKP sıralarından “Ölsün” yanıtı geldi. Kürdün yaşamına dair en resmi yerden cevap gelmişti ve resmi ağızların ahlakına uygun olarak ‘tarih öncesinden’ gelen o cevap tutanaklara önce yansıtılmadı. Bazı vekillerin özel çabasıyla kayıtlardan çıkarıldı, AKP sıralarından geldiği tespit edildi ancak hangi ‘tarih öncesi’ şahsa ait olduğu tespit edilemedi.
Kamusal alanda bütün bu haksızlıklara karşı Kürt halkının örgütlediği, katıldığı tüm eylemler yasaklanıp, işkence ile müdahale ve gözaltılar yapılırken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi mahkum ediyor ancak kararın icrasını denetlerken Türkiye’ye eylemlere müdahale için envanterinin durumunu ve personelin envanteri kullanmasında eğitim alıp almadığını soruyor. Aslında kendisinden başka bir belirleyen bırakmayan siyasi yasa koyucunun şiddet tekelinden başka bir şey içermeyen yasalarına göz yumuyordu. Mahmud Derviş’ten alıntıyla Türkiye ve AİHM sınavında Kürtler; “Bana ilişkin tek bir harf dahi yokmuş medeniyet kitabında!” diye haykırabilir dünyaya. Ve Kürtler haykırırken dünyaya aydınlar ikiye bölünecek; kimileri uzaktan bu haykırışın dayandığı yüz yıllık acıları yok sayarak estetize edecek, kimileri ise yine haksız ve kaba ilan edecek Kürtleri.
O sırada gözaltına alınıp tutuklanan arkadaşlarımız; birden müvekkilimiz olacak, üzerlerinden çıkan özel eşyaları delil torbaları içinde bizlere teslim edilecek. Bir kentin zifiri karanlığında çirkin adliye binalarından birinden çıkarken elinizdeki eşyalara, yaşadıklarınıza yabancılaşacak ve taksi bulma derdine düşeceksiniz.
Ya da bir hapishane ziyaretinde yıllar önce bir bahar gününde keyifle satın aldığınız ve ilk sayfasına “Karaköy’de tatlı bir sabah” yazdığınız bir defterin son sayfasına, yedi yıldır tutsak edilmiş yoldaşınız bir not düşecek, o sayfa sanki defterden değil de etinizden kopartılmış gibi bir sızı bırakacak ama herkese ulaşacak ve umut verecek. Yine şairin dediğine geleceksiniz ve yoldaşlarınızın anısından bir bayram devşireceksiniz.
İşte şimdi sözü eyleme dönüştürme vaktimiz geldi. Sıra arkadaşlarımıza değil sömürgecinin suratına haykırmalıyız hayatımızı çaldığını… Bu hayatı geri almak için bedenleri toprağa ve hapishaneye düşen yoldaşlarımızın anısını tümden bayrama devşirmek için usul usul dikmek zorundayız ağaçları tüm ülkede…