Ana SayfaManşet28 Şubat süreci ve Kürtler

28 Şubat süreci ve Kürtler


Mehmet Nuri Özdemir*


“Varlığının artık ‘mesele’  veya ‘sorun’ olarak nitelendirilmemesini dilediğim Kürt halkına.”

Yukarıdaki sözler ‘Kürt Meselesi ve Türkiye-İran İlişkileri adlı kitabın yazarı siyaset bilimci Robert Olson’a ait. Olson, çalışmasında Kürt meselesi ile Kürt hareketlerinin devletlerarası yönüne, Kürt sorunu kullanımıyla da bölge ülkelerinin bir iç tehdit olarak gördüğü içsel Kürt hareketlerini kastediyor. Sanırım hiçbir Kürt artık ‘Mesele’ ya da ‘Sorun’ olarak tanımlanmak istemiyor ama realite bambaşka.

Olson kitabında Kürt halkının durumunu var olan denklemlerin ortasında kompleks bir sorun olarak ele alıyor. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca bir taraftan ticaret, doğal gaz, petrol gibi ekonomik meseleler, diğer taraftan etnik, dini ve mezhepsel sorunlarla içi içe gelişen ve de bağlantılı dört ülkenin yanı sıra küresel güçlerin jeostratejik ve jeopolitik dengelerini alt üst eden bir meseleden bahsediyoruz. Bu yazıda Olson’u referansla 28 Şubat sürecinin arka planı ve Kürtlerle ilişkisine odaklanacağız.

İran devrimi kaygısı ve RP’nin yükselişi

1979 İran devriminden sonra Türkiye’nin çoklu kaygıları başlamıştı. Olson, İran’daki halk devriminin tamamen İslamcıların eline geçmesiyle Türkiye’deki İslamcıların ve Kürtlerin olası işbirliğine dair endişeyi daha da tetiklediğini söylüyor. 90’lı yılların başında RP’nin büyümeye başlaması ve oylarının büyük bir kısmını Kürtlerden alması bunu doğruluyordu. Bu endişenin sokağa yansıması laikçi yazar Uğur Mumcu’nun 24 Ocak 1993’te katledilmesiyle başladı. Mumcu’nun cenaze töreninde yapılan protestolarda “Türkiye İran olmayacak”, “Mollalar dışarıya”, “Kahrolsun şeriat” gibi sloganlar atılmıştı.

Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi, Kürt meselesinden kaynaklı savaşın yükseldiği ve Kürt siyasi hareketinin seçimleri boykot ettiği 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul gibi büyükşehir belediyelerini kazanmış ve hemen kısa bir süre sonra da 24 Ocak 1995’teki parlamento seçimlerinde oyların yüzde 21,3’ünü almıştı. Bu seçimlerde Kürt oylarının büyük bir çoğunluğu Refah Partisi’ne akmıştı. Genel seçimlerden sonra Haziran 1996’da uzun süren tartışma ve görüşmelerden sonra Refah Partisi, Tansu Çiller liderliğindeki DYP ile koalisyon hükümeti kurabildi. Erbakan başbakan, Çiller ise yeni hükümete dışişleri bakanı oldu.

28 Şubat’a giden süreç

15-17 Temmuz 1994’te dönemin Cumhurbaşkanı Demirel ile İran Cumhurbaşkanı Rafsancani görüşmesinde, İran Cumhurbaşkanı kendi Kürt sorununu “İslam ruhu” içinde (İslam ruhundan kasıt, İran mollalarının 13 Temmuz 1989’da Avusturya’nın başkenti Viyana’da İKDP başkanı Dr. Abdurrahman Qasımlo ve arkadaşlarının, hemen üç yıl sonra 1992 yılında da Berlin’de Qasımlo’nun halefi Sadık Şerefkendi ve arkadaşlarının katledilmesiydi) çözdüklerini söylemişti. İslamcı İran’ın bu söylemi hem Türkiye’ye Kürt meselesinde kendi yöntemlerini tavsiye etmiş hem de Demirel’in DYP’sine karşı olan RP politikalarını onayladığını söylemiş oluyordu.

Erbakan’ın İran’daki İslami rejimin hayranı olması gözden kaçan bir durum değildi. İran, başta ABD olmak üzere Batı’ya karşı çakma bir antiemperyalizm ve halkın canına okuyan karşıt bir otoriter cephe kurma peşindeydi. Erbakan’ın da arzuladığı model ideolojik olarak İslam’a dayalı, ekonomik olarak sekiz İslam ülkesinin içinde bulunduğu (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Nijerya, Malezya, Endonezya ve Mısır) ve D-8 ülkeleri olarak tanımlanan ülkelerdi. D-8 ülkeleri, AB,  ABD ve Japonya bloğunun ekonomik ve ticari bağımlılığına karşı alternatif bir ekonomik işbirliğini hayata geçirmeye çalışan bir grubu temsil ediyordu. Şüphesiz Erbakan’ın Türkiye için tasavvur ettiği model Kemalist elitler ve TSK’ye göre köklü bir paradigma değişikliği olarak okunmuştu. Kaldı ki Erbakan da bu paradigmayı kısa zamanda pek de esnek davranmadan direkt hayata geçirmeye başlamıştı. Bu nedenle ilk yurt dışı gezisini İran’a düzenlemişti. Sonrasında Müslüman ülke ziyaretleri ve devamında tarikat ve cemaatlere başbakanlık konutunda yemek vermesi şeriatçı rejime geçişin parametreleri olarak okunmuştu.

Sincan olayı

Ankara’ya 40 kilometre uzaklıkta 3 bin insanın yaşadığı Sincan Belediyesi, 31 Ocak-2 Şubat 1997 tarihleri arasında ‘Kudüs Gecesi’ düzenledi. İran, Humeyni’nin başlattığı bu geceyi 17 yıldır kutluyordu. Geceye İran Büyükelçisi ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Türkiye temsilcisi de davet edilmişti. 500 kişinin katıldığı gecede İran Büyükelçisi kalabalıktan şeriatı takip etmelerini istemişti. Hem muhalefet partileri hem TSK Sincan’da meydana gelen olayları laikliğe ve modern cumhuriyete bir saldırı olarak tanımlamıştı. Akabinde TSK, 50 tank, zırhlı personel araçlar ve diğer askeri araçları Sincan’ın en büyük caddesi olan Atatürk Bulvarı’na göndermişti. Sincan olayı, Türkiye’de politik bir fırtına yarattı ve bu olay Erbakan hükümetinin sonunun başlangıcının işareti oldu. Türkiye 19 Şubat’ta İran Büyükelçisi’ni kovdu. İran ise General Çevik Bir’in ‘İran’ın terörizmi destekleyen bir devlet olduğu’ söylemini esas alarak Türkiye Büyükelçisi’ni sınır dışı etti. Sincan olayıyla Ankara-Tahran ilişkileri alt üst olmuştu.

TSK’nin İsrail ziyareti

İran ile ilişkilerin soğumaya başlamasına paralel bir şekilde TSK ve Kemalist elitlerin öncülüğünde İsrail-Türkiye diplomasi trafiği baş döndürücü bir şekilde sürüyordu. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Mayıs’ta başlayacak büyük sınır ötesi operasyondan hemen önce Nisan 1997’de ABD ve AB’nin de desteğiyle İsrail’e bir ziyaret gerçekleştirdi. İlk kez bir Türk Genelkurmay Başkanı İsrail’e ziyarette bulunuyordu. Bu ziyaret aynı zamanda Ankara-Tel Aviv arasında askeri ve ticari anlaşmaların yapılmaya başlandığı bir dönemde gerçekleşmişti. 8-10 Nisan tarihleri arasında İsrail Dışişleri Bakanı Türkiye’ye, 30 Nisan-2 Mayıs tarihlerinde de Türk Dışişleri Bakanı İsrail’e bir ziyaret gerçekleştirdi. 4 Mayıs’ta ise Orgeneral Çevik Bir, İsrail’e bir ziyaret gerçekleştirdi. İsrail; İran ve Suriye’nin Hamas’ı desteklediğini iddia ediyordu. Türkiye ise her iki ülkenin PKK’yi desteklediğini, Rusya’dan alınan Scud füzelerinin PKK’ye verildiğini ve Türkiye’ye karşı kullanılacağını iddia ediyordu. Bu kaygılar İsrail-Türkiye ortaklığının görünürdeki gerekçeleriydi ama bu ziyaretlerin asıl çarpıcı yanı iktidarın başındaki İslamcıların ve Kemalist elitlerin ters yönlere doğru kurulan ideolojik, ekonomik ve politik ilişkilerinden kaynaklı Türk siyasetinin ikiye bölünmesiydi.

İran bu ziyaretlerden rahatsız olmuştu. Tahran Times “Başbakan Erbakan bağımsız bir politika izlemesine rağmen bazı Türk generaller ülkelerini Washington ve Tel Aviv’e teslim etmeye çalışıyorlar” şeklinde bir haber yapmıştı.

Olson’a göre, İsrail ile ittifakın Türkiye açısından en önemli nedeni Kürt meselesiydi. Bunun yanı sıra Kemalist elitler ve TSK, laikliğe olan taahhütlerini ve herhangi bir İslamcı tabanlı partinin iktidara gelmesini reddettiğini İsrail ile ilişkisini geliştirerek göstermek istiyordu. İsrail ise hem Batı’nın müttefiki olarak Ortadoğu siyasetinde Türkiye’yi kendisine bağımlı hale getirmeye çalışıyordu hem de GAP’a yatırım yaparak Fırat Suyu üzerinde daha fazla etki kazanmaya çalışmaktaydı. Böylece İsrail, Türkiye ile birlikte öngörülen enerji ihtiyaçlarını güvende tutmak için ‘su kartını’ Arap ülkelerinin ‘petrol kartına’ karşı daha rahat kullanabilecekti.

1997 yılında Türkiye ve İran arasında üst düzey 49 toplantı yapıldı. Olson’a göre bu dönemde hem Tahran hem Şam ‘idare edilen bir Kürt meselesi’ istemektedir. Fakat Türkiye ve İsrail arasındaki yeni ittifaklarla bu sorunun idare edilmesi giderek zorlaşmaktadır. İran ve Suriye bu stratejiyi takip edebilirler, çünkü her iki ülke kendi Kürt sorununun Türkiye’ninkinden daha idare edilebilir olduğunu düşünüyorlar. Olson, İsrail’in kendisine has bir Kürt meselesi olmamasına rağmen dört ülkenin içinde olduğu bir denklemde yer almasını Kürt meselesinin bölgesel bir sorun olduğunu gösteren önemli bir etken olarak tanımlıyor.

Sınır ötesi operasyondan sonra istifa

Erbakan’ın belki de şimdiki AKP elitleri gibi esnek davranmaması da sonunu erken getirmişti. TSK ve Kemalist elitin Leviathan’ı Erbakan’ın Kürtlerle ilişkisini de bahane ederek erkenden devreye girdi ve İslamcıların hikayesine tamamen el koydu. 28 Şubat 1997’de 9 saatlik MGK toplantısı sonrasında yayımlanan bildirinin ardından hem İslamcılara hem de Kürtlere yönelik eş zamanlı baskının dozajı arttı. Türkiye, Mayıs 1997’de 60 bin (kimi kaynaklara göre 200 bin) asker, korucu ve KDP’nin katılımıyla sınır ötesi operasyon başlattı.

Tahran’a giden Erbakan’a dönüşte bazı basın mensuplarının, Orgeneral Karadayı’nın Erbakan’ın veya hükümet üyelerinin bilgi sızdırmasından korktukları için planlanmış sınır ötesi operasyon hakkında başbakana bile bilgi vermediğini söylemeleri gidişatın nerelere doğru gidebileceğine dair önemli bir göstergeydi. Güvensizlik had safhadaydı.

Mesut Yılmaz, Erbakan’ı en fazla eleştiren kişiydi. Çünkü muhtemelen Mayıs itibari ile Yılmaz, Erbakan’ın devrilmesinden sonra yeni hükümeti biçimlendirmek için kendisinin seçileceğini biliyordu. Yılmaz’ın istediği sembolik olarak gerçekleşti ve Erbakan sınır ötesi operasyonunun bitmesiyle ve de D-8 toplantısından yalnızca iki gün sonra 18 Haziran’da istifasını sundu. Demirel hükümet kurma görevini Çiller’e değil Yılmaz’a vermişti ve hemen akabinde Ana-Sol Hükümeti kurulmuştu.

RP’nin TSK ve onun sivil destekçileri tarafından devrilmesinde Kürt meselesinin ve Türkiye-İran ilişkilerinin büyük rolü olduğu açıktı. O dönemin gelişmelerine bakıldığında Şubat 1997’den 18 Haziran’da görevinden alınıncaya kadar TSK’nin RP’ne yönelik sürekli suçlamalarda, tehditlerde ve uyarılarda bulunduğu net bir şekilde görülüyordu. TSK ve ana akım medya Mayıs ayı sonundan, görevden ayrıldığı 18 Haziran’a kadar Erbakan’ın İran’a karşı yeterince hassas olduğunu ama TSK’nin PKK ile savaşında yaptığı ‘şanlı mücadeleye’ karşı neredeyse bir hain olarak resmediyordu. Geçmişe bakıldığında büyük bir kampanyanın başlatıldığı rahatlıkla söylenebilir. Fakat bu kampanyanın amacı Erbakan’ın Kürt meselesinde devrim yapmasıyla ilgili değildi, TSK ve Kemalist elitler Kürtleri de bahane ederek İslamcılarla birlikte bir taşla iki kuşu aynı anda vurmak istiyordu.

Erbakan kendi oyununu oynadı

Erbakan seçimlerde aldığı sonuçlarla kendi oyununu oynamak için büyük bir fırsat yakalamıştı. Fakat onun derdi sorunlarını çözebilen demokratik bir toplumdan öte Kemalist elitlere karşı şeriatçı bir rejimi düz bir strateji ile hayata geçirmekti. Kürt meselesi de bu amacına ulaşmak için önemli bir aygıttı. Çünkü Erbakan’ın Kürtlerle ilişkisi doğrudan iç politikayla bağlantılıydı. Refah Partisi’nin içindeki Kürt milletvekilleri daha önce ‘Kürtçe eğitim‘, ‘bölgede iş imkanlarının yaratılması‘, ‘TV kanalı‘ ve ‘adil yargı sistemi‘ gibi talepleri partilerine iletmişlerdi. RP’de yaklaşık 33 Kürt vekil vardı ve Erbakan hem onları hem de Kürt tabanını bir şekilde yanında tutmalıydı. Erbakan, Kürt meselesini Batı dışı yöntemlerle ilgili dört devletin kendi içinde çözmesinden yanaydı. Çünkü Erbakan, İslamcı ideolojiyi referans aldığı için ABD, AB ve NATO’nun ekonomi ve politikaya yönelik çözüm önerilerini peşinen reddediyordu, TSK ise bu tarz bir ilişkiyi hiçbir zaman istemedi. 6 ayda bir Ankara-Tahran ve Şam arasında yapılan görüşmeler, ana akım medyada TSK’nin müdahaleleri ile eleştiriliyordu.

28 Şubat paradigmasal bir kavgaydı

28 Şubat’ta MGK’nin açıkladığı metinle popüler hale gelen politik olay, iki ilahiyatın çatışmasıydı ve sadece Türkiye’nin bir iç meselesi değildi. Bir tarafta Erbakan hükümetinin İslam ülkeleri ile geliştirmek istediği (D-8 ülkeleri) blok vardı; diğer taraftan Kemalist elitlerin ve TSK’nin desteklediği AB, ABD, İsrail ve NATO odaklı politika ve stratejilerin olduğu karşı blok vardı. Her iki kutbun pratiklerine bakınca topluma dair bir hikayelerinin olmadığı ve ağırlıklı olarak gerilimlerin asıl kaynağının her iki tarafın elitlerinin çıkarları ve ideolojik hesaplaşmaları olduğu anlaşılıyor. Bu kavgada Anadolu burjuvazisi ile Kemalist burjuvazi arasındaki gerilimin çok belirleyici olduğunu belirtmek gerekiyor. Fakat bu çıkar ilişkilerinin toplumda karşılık bulması için ideolojik bir anlatıya da ihtiyaç var. Modern cumhuriyete karşı İslami referansların yörüngesini çizdiği bir anlatı hem Anadolu ve taşrayı ama aynı zamanda Kürtlerin de kulağına hoş gelen bir anlatıydı.

Sonuç

Erbakan’ın Kürt meselesini çözme gücü yoktu. Ancak TSK vesayeti, Kürtlerden aldığı oylar, yine İran ve Suriye gibi devletlerle ortak politik, ekonomik ve kültürel çıkarlar onu Kürtlere yönelik ılımlı bir politika sürdürmesini zorunlu kılıyordu. Diğer açıdan Kürtler, devlet ve İslamcılar arasında bir tampon olabilirdi (Sopayı ilk yiyen anlamında tampon).

Fakat şu gerçeği ifade etmek gerekiyor. Kürt meselesinin iki yüz yıllık tarihine baktığımızda sosyalistlerin dostluğunu saklı tutup SHP dönemini hesaplamazsak İslamcıların ve muhafazakarların kendi çıkarları doğrultusunda bile olsa Kürt meselesinin çözümüne dair attıkları adımların Kemalist elitlerden çok daha ileride olduğunu söylememiz gerekiyor. Bunu ümmet anlayışı, Osmanlı yöntemleri ya da başka bir şekilde değerlendirmek mümkün ama bu hakikati değiştirmiyor.

Gelinen aşamada günümüz siyaseti bakımından sosyalistlerin ve kimi sosyal demokratların Kürtlerle dostluğu tüm baskılara ve ödenen bedellere rağmen devam ederken karar alıcı ve belirleyici durumda olan Kemalist elitler ile İslamcı elitlerin Kürt meselesini araçsallaştırma, öteleme ve samimi davranmama konusunda eşitlendiklerini ve çözümün hala gelişmemesinin kaynağının bu iki klik olduğunu; bugün iktidardaki Cumhur İttifakı ile muhalefette olan Millet İttifakı tarafından bu ortak sorumsuzluk halinin hala sürdürüldüğünü hatırlatarak bitirelim.


* Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Bu dünyadan Perihan Pulat geçti
Sonraki Haber
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda operasyon: 24 gözaltı