Ana SayfaManşetPandemi ve aşısını tartışmadan önce

Pandemi ve aşısını tartışmadan önce


Onur Hamzaoğlu


Günümüze kadar yaşananlarla bile 21. yy., bulaşıcı hastalıklar, salgınlar hatta pandemiler yüzyılı olarak anılmaya aday görünüyor. 21. yy., daha ilk yirmi yılı itibarıyla, bulaşıcı hastalıkların yeniden yaygınlaştığı, salgınların hatta pandemilerin daha önce görülmemiş bir biçimde sık aralıklarla insanlığı tehdit ettiği ilk 20 yılını tamamladı.

Üçüncü on yılın başında bir yandan pandemi devam ediyorken öte yandan pandeminin en çabuk çözümü için temel araç olan aşısının keşfi ve kitlesel üretimi onlarca koldan gerçekleştiriliyor. Buna karşın, altı ayın sonunda dünya genelinde büyük çoğunluğu merkez kapitalist ülkelerde olmak üzere, yalnızca 2,2 milyar doz aşı uygulandı ve sadece 476 milyon kişi aşılanabildi. Oysa, pandeminin kontrol altına alınabilmesi için bile zengin-yoksul, Afrika-Avrupa ayrımı yapılmadan en az 4 milyar 800 milyon kişinin kısa sürede aşılanması gerekiyor. Kısaca sıraladığımız bu olayları ve görünen nedenlerini tartışmadan önce temel nedenini-özel mülkiyetin ne menem bir şey olduğunu biraz uzunca da olsa paylaşmak istiyoruz.

Emeğin insanın ürünü olarak ilk ortaya çıktığı dönemlerde insanın, emeği ile doğayı mülkü yaptığını, mülkiyetin de doğayı insanlaştırmanın aracı olduğunu biliyoruz. Buna karşın, mülkiyetin özel mülkiyete dönüşmesi ve zaman içinde de tek mülkiyet biçimi halini almasıyla insan-mülkiyet ilişkisinin tamamen tersine dönüştüğünü de. Çünkü özel mülkiyet, mülkü kadar bilinç ve yetenek oluşturabilen insanı koşullamış, beraberinde özel mülkiyete sahip olanlarla olmayanlar arasında, özünde bir karşıtlığı da açığa çıkarmıştır. İnsanlık tarihi boyunca, söz konusu mülkiyet ilişkisi bir yandan sınıflı toplum biçimlerinin ortaya çıkışını koşullarken diğer yandan ortaya çıkmış olan sınıflı toplumsal yaşantı söz konusu çelişkiyi daha da artırmış, egemen sınıfına karşı müdahalesiz kalındığında da söz konusu karşıtlık kısır döngüye dönüşmüştür.

Mülkü kadar bilinç ve yetenek sahibi insanların varlığı, uyaranların sınırlılığı ve değişmezliği nedeniyle, toplumsal yaşantıyı durağanlaştırma riski oldukça yüksektir. Söz konusu durağanlık, zaman içinde insanın değişen çevresel koşullara uyum sağlayabilmesine engel olabilecek, ardından, topyekûn insanlığı yok oluşa mahkûm edebilecektir. Sınıflı toplumlarda mülkiyet sahipleri, her zaman daha da fazlasına sahip olabilmek için hem kendi dışındakileri ve doğayı bir nesne olarak ele almakta hem de her ikisinin de yok olmaları pahasına üretimi sürekli artırmayı hedefleyerek, özünde kendilerinin de yok oluşuna neden olmaktadır.

Yanı sıra, mülksüzler de bu sürece müdahalesiz kaldıkları, yaşananların bir parçası oldukları sürece, onlar da kendi yok oluşunu hazırlamaktadır. Sonuç olarak, özel mülkiyetin varlığı “farkında olmasalar da”, iki karşıt sınıfın-grubun içinde yaşadıkları ve kendilerini var eden doğayla birlikte yok oluşunu koşullamaktadır.

Bu sorun-durum, asıl olarak, üretim araçlarının mülkiyeti ile emek gücünün yarattığı artı değere el koymak özellikleriyle tanımlanan burjuvazi ve genel olarak geçinebilmek için emek gücünü satmak zorunda olan işçi sınıfının varlığı ile tanımlanan kapitalizmde daha da görünür hale gelmiştir. Bununla birlikte, kapitalizmde-günümüzde yaşamakta olduğumuz sorunların birinci boyutunu mülkiyet ilişkisi, ikinci boyutunu da kârın maksimizasyonu için emek gücü ve doğanın nesne olarak ele alınıp, toplumsal gereksinimlerin ötesine çıkan (değişim değerini hedefleyen) sömürüsü ve tüketimi oluşturmaktadır. Bu durum “doğaya ve insana rağmen üretim” hedefi ve uygulaması olarak adlandırabilir.

Doğaya ve insana rağmen üretim, yalnızca mülksüzleri değil, sömürgenleri-mülk sahiplerini de yok olmaya doğru götürmektedir. Kapitalizmin kitlesel üretim aşamasıyla birlikte, görünür hale gelen “yok etme” süreci, kapitalizmin yetmişli yıllarda içine girdiği yapısal kriziyle eş zamanlı olarak, daha da görünür ve geri dönüşümsüz bir aşamaya ulaşmıştır. Yaşanmakta olan yapısal krizin, sermaye sahiplerinin-patronların kazanımlarıyla aşılabilmesi amacıyla, sistemin üst yapısında köklü değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle, seksenli yıllarla birlikte, kapitalizmin üst yapı kurumları yeniden düzenlenmiştir.

Bu dönemde burjuvazi bir yandan, değişen sermayeye/emek gücüne yönelik müdahalelerle (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, toplam kalite, kalite çemberleri uygulamaları vb.) sömürü oranını artırmaya çabalarken diğer yandan, yeni birikim alanları yaratmıştır. Örneğin, sağlık hizmeti sunumu, bu dönemde ortaya çıkartılan yeni birikim alanlarından sadece birisidir. Ancak bu yeni birikim alanları ve emek gücüne yönelik olarak mutlak ve göreli sömürü mekanizmaları üzerinden gerçekleştirilen müdahaleler dahi, kapitalizmin bunalımının aşılması için yeterli olamamıştır. Bu durumu aşabilmek için, sermayenin değişmez kısmına yönelik olarak bugün de devam eden, doğa ve insana rağmen, yeni ve ucuz enerji ve hammadde kaynak ve çeşitliliği yaratma ile üretim sürecine dahil etme faaliyetleri hız kazanmış, doğanın tahribatı talana dönüşmüştür.

Seksenli yılların ortalarında yoğunlaşmaya başlayan bu tutum, doksanlı yıllarda, tüm dünyada sistemli bir hâl almıştır. Bu durumu doğanın politik iktisadı başlığında, “yeni ve ucuz değişmez sermaye arayışı dönemi” olarak da tanımlanabiliriz. Yeni ve ucuz değişmez sermaye (hammadde, enerji vb.) arayışının tarihsel olarak en yoğunlaştığı, geleneksel hayvansal ve bitkisel tarımın yerini endüstriyel çiftliklerin aldığı, üretim, ticaret ve ulaşım için gerekli enerjinin katlanarak arttığı ve neredeyse tamamına yakınının fosil yakıtlarla sağlandığı bir dönem olarak tanımlayabileceğimiz son 30-40 yılın sonunda “Yaşamın Krizi” yerküredeki bütün canlıları tehdit ediyor.

Peki nedir “Yaşamın Krizi” ?




Önceki Haber
Reuters: Taliban Ankara'nın Kabil Havaalanı'nın güvenliğini sağlama önerisini reddetti
Sonraki Haber
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nden Türkiye'ye ifade özgürlüğü uyarısı