28 Mart 2023 Salı
Gazete Karınca
Örnek Resim
  • TÜMÜ
  • SEÇİM 2023
    Seçime 56 gün kala neler oluyor, kim ne diyor?

    Seçime 48 gün kala neler oluyor, kim ne diyor?

    Selahattin Demirtaş: Biz söylüyoruz, korkmayın siz de söyleyin; Savaşa hayır!

    Demirtaş yazdı: Taliban İttifakı’na karşı hep birlikte kazanacağız

    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Son 50 gün: Seçime giderken neler oluyor, kim ne diyor?

    Son 50 gün: Seçime giderken neler oluyor, kim ne diyor?

  • MARAŞ DEPREMİ
    Maraş’ta yıkım kararı olan iki aile sağlık merkezi kullanıma açıldı

    Depremde hayatını kaybeden bin 297 kişinin kimliği tespit edilemedi

    Ahırda kalmak zorunda kalan kanser hastası depremzede enfeksiyondan yaşamını yitirdi

    Ahırda kalmak zorunda kalan kanser hastası depremzede enfeksiyondan yaşamını yitirdi

    Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

    Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

    Depremzedeler, MHP’li başkanın arazisinden çıkarılmaya zorlanıyor

    Depremzedeler, MHP’li başkanın arazisinden çıkarılmaya zorlanıyor

  • ÖZEL
    • Çeviri
    • Röportaj
  • GÜNCEL
    • Bilim ve Teknoloji
    • Cezaevleri
    • Çalışma Yaşamı
    • Dünya
    • Eğitim
    • Ekoloji
      Milas’ta ekolojistlerin yargılandığı dava ertelendi

      Milas’ta ekolojistlerin yargılandığı dava ertelendi

      Boğaziçi Hayvan Barınağı cumhurbaşkanı kararıyla boşaltılıyor

      Boğaziçi Hayvan Barınağı cumhurbaşkanı kararıyla boşaltılıyor

      ABD’de hortum: En az 23 kişi yaşamını yitirdi

      ABD’de hortum: En az 23 kişi yaşamını yitirdi

      İran sınırında 5.6 büyüklüğünde deprem: Van’da da hissedildi

      İran sınırında 5.6 büyüklüğünde deprem: Van’da da hissedildi

    • Ekonomi
    • Kültür-Sanat
    • Medya
    • Sağlık
    • Forum
  • POLİTİKA
    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Yeşil Sol Parti: Toplumun taleplerini HDP bileşenleriyle savunacağız

    Selahattin Demirtaş: Biz söylüyoruz, korkmayın siz de söyleyin; Savaşa hayır!

    Demirtaş yazdı: Taliban İttifakı’na karşı hep birlikte kazanacağız

    Erdoğan 14 Mayıs’ı işaret etti: Kritik bir tercihin arifesindeyiz

    Erdoğan 14 Mayıs’ı işaret etti: Kritik bir tercihin arifesindeyiz

    Kılıçdaroğlu: Toplumun her kesimi için adaleti bu topraklara getireceğiz

    Kılıçdaroğlu: Toplumun her kesimi için adaleti bu topraklara getireceğiz

  • TOPLUMSAL CİNSİYET
    Mecliste kadın temsiliyeti ne düzeyde?

    Mecliste kadın temsiliyeti ne düzeyde?

    Afganistan’daki kadınlar Taliban yasaklarına karşı sokakta

    Afganistan’daki kadınlar Taliban yasaklarına karşı sokakta

    İstanbul’da bir kadın katledildi

    Batman’da bir kadın evde ölü bulundu

    Ocak ayında 31 kadın katledildi

    Kadın cinayeti: Rıza Beler, Umıda Tulyaganova’yı öldürdü

  • YAZARLAR
  • VİDEO
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Göster
  • TÜMÜ
  • SEÇİM 2023
    Seçime 56 gün kala neler oluyor, kim ne diyor?

    Seçime 48 gün kala neler oluyor, kim ne diyor?

    Selahattin Demirtaş: Biz söylüyoruz, korkmayın siz de söyleyin; Savaşa hayır!

    Demirtaş yazdı: Taliban İttifakı’na karşı hep birlikte kazanacağız

    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Son 50 gün: Seçime giderken neler oluyor, kim ne diyor?

    Son 50 gün: Seçime giderken neler oluyor, kim ne diyor?

  • MARAŞ DEPREMİ
    Maraş’ta yıkım kararı olan iki aile sağlık merkezi kullanıma açıldı

    Depremde hayatını kaybeden bin 297 kişinin kimliği tespit edilemedi

    Ahırda kalmak zorunda kalan kanser hastası depremzede enfeksiyondan yaşamını yitirdi

    Ahırda kalmak zorunda kalan kanser hastası depremzede enfeksiyondan yaşamını yitirdi

    Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

    Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

    Depremzedeler, MHP’li başkanın arazisinden çıkarılmaya zorlanıyor

    Depremzedeler, MHP’li başkanın arazisinden çıkarılmaya zorlanıyor

  • ÖZEL
    • Çeviri
    • Röportaj
  • GÜNCEL
    • Bilim ve Teknoloji
    • Cezaevleri
    • Çalışma Yaşamı
    • Dünya
    • Eğitim
    • Ekoloji
      Milas’ta ekolojistlerin yargılandığı dava ertelendi

      Milas’ta ekolojistlerin yargılandığı dava ertelendi

      Boğaziçi Hayvan Barınağı cumhurbaşkanı kararıyla boşaltılıyor

      Boğaziçi Hayvan Barınağı cumhurbaşkanı kararıyla boşaltılıyor

      ABD’de hortum: En az 23 kişi yaşamını yitirdi

      ABD’de hortum: En az 23 kişi yaşamını yitirdi

      İran sınırında 5.6 büyüklüğünde deprem: Van’da da hissedildi

      İran sınırında 5.6 büyüklüğünde deprem: Van’da da hissedildi

    • Ekonomi
    • Kültür-Sanat
    • Medya
    • Sağlık
    • Forum
  • POLİTİKA
    Seçime 49 gün kala günün öne çıkan gelişmeleri neler?

    Yeşil Sol Parti: Toplumun taleplerini HDP bileşenleriyle savunacağız

    Selahattin Demirtaş: Biz söylüyoruz, korkmayın siz de söyleyin; Savaşa hayır!

    Demirtaş yazdı: Taliban İttifakı’na karşı hep birlikte kazanacağız

    Erdoğan 14 Mayıs’ı işaret etti: Kritik bir tercihin arifesindeyiz

    Erdoğan 14 Mayıs’ı işaret etti: Kritik bir tercihin arifesindeyiz

    Kılıçdaroğlu: Toplumun her kesimi için adaleti bu topraklara getireceğiz

    Kılıçdaroğlu: Toplumun her kesimi için adaleti bu topraklara getireceğiz

  • TOPLUMSAL CİNSİYET
    Mecliste kadın temsiliyeti ne düzeyde?

    Mecliste kadın temsiliyeti ne düzeyde?

    Afganistan’daki kadınlar Taliban yasaklarına karşı sokakta

    Afganistan’daki kadınlar Taliban yasaklarına karşı sokakta

    İstanbul’da bir kadın katledildi

    Batman’da bir kadın evde ölü bulundu

    Ocak ayında 31 kadın katledildi

    Kadın cinayeti: Rıza Beler, Umıda Tulyaganova’yı öldürdü

  • YAZARLAR
  • VİDEO
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Göster
Gazete Karınca
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Göster
Ana Sayfa Yazarlar Engin Sustam

Devlet ve savaş: Bir nefret siyaseti olarak Kürt fobisi ve Rojava

Engin Sustam

28 Kasım 2022 Pazartesi - 12:31
- Engin Sustam, Manşet, Yazarlar
Devlet ve savaş: Bir nefret siyaseti olarak Kürt fobisi ve Rojava
Share on FacebookShare on Twitter

İstisna hali kural ve savaş kalıcı bir durum haline geldiğinde, savaş ve siyaset arasındaki geleneksel ayrım bulanıklaşma eğilimi gösterir demekteydi yeni savaş biçimlerine dair konuşan Negri ve Hardt. Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi kitaplarında tam da bundan bahsetmekteydiler. Savaş daha fazla yayılma, ilhak etme (fetih ve zafer) ve bunun toplumsallıkta kalıcı bir sosyal ilişki haline gelme eğilimindeyse orada şiddet rejimine burunmuş ‘toplumsal sözleşmeyi’ hiçe sayan bir kurumsal devlet aygıtı söz konusudur. Fetihle ve ırkçılıkla ‘büyütülmüş’ bir toplum da Clausewitz’in formülü iktidarla buluşarak, sanırım savaşın genelleşmiş bir yönetim olduğu fikri daha da pekişmekte bugün.

Bir devlet kendine yönelik hiç bir ‘tehdit’ söz konusu değilken, nasıl oluyor da Rojava gibi alanı kendine düşman ilan edebiliyor? Ya da bir devlet neden demokratik bir toplumun var olmaz nedeni olan barış ve yaşam talebini dikkate almaz? Bu soruları sanırım tek bir şeyle açıklayabiliriz, kendi sınırları içinde ve dışında işgal edilen Kürt coğrafyasına dair gelişmiş bölünme patolojisi ve Kürt fobisi, ama literatürdeki diğer adıyla devlet ırkçılığı. ‘Kurumsal ırkçılık’ olarak da kavramsallaştırılan devletin ırkçılığı, kendi yurttaşları arasında ayrımcılık yaparak, kendi kartografyası içindeki herhangi başka bir halkın varlık nedenini hiçe saymak ve tarihsel olarak bir hafızaya, pratiğe (soykırım gibi) kurumsallaşmış bir ırkçılıktır. Ama Rojava veya Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimindeki halklar onun ‘yurttaşı da’ değil, peki neden devlet ısrarlı şekilde ‘dış ve iç düşman’ söylemiyle 2014’ten beri bu alana yönelik bir savaşı gerekçe kılmak ister (Beyoğlu’ndaki artık ‘bidon’ bir saldırı pek aşikâr olduğu bombalı eylemden bahsediyoruz)? Peki Kürtlerin ‘kendi kaderini tayin hakki’ veya özgürlüğü mü neden? O halde nasıl oluyor da devlet aynı zamanda son süreçte seçim öncesi yatırım olarak 2015 öncesi ve sonrası şiddet arenasını hatırlatan bir dizi eylem repertuvarına yeniden sarıldı (Yeniden Barış süreci söylemi, HDP ile görüşme, Rojava ’ya saldırı ve kara hareketi arzusu, vs.)? Burada karşımıza pek bariz şekilde devlet ırkçılığı çıkmıyor mu? Devlet ırkçılığı terimi, tarihsel olarak, ayrımcı politikalar uygulayan bir devlet mekanizmasının, açıkça ırkçı ve kurumsallaşmış bir resmî ideoloji sergileyen tavrını ifade eder (Bkz. George M. Fredrickson, Racism: A Short History). Hatta Kürt kardeşim söylemi bile ikincil alt kimlik okuması olarak bu segmanın içinde yer alır. M. Fredrickson, ayni adli kitabında girişte ırkçılığa dair su tespiti yapar: “Irkçılık’ terimi, bir etnik grubun veya ‘insanların’ bir diğerine karşı düşmanca veya olumsuz duygularını ve bu tür tutumlardan kaynaklanan eylemleri tanımlamak için genellikle gevşek ve düşüncesiz bir şekilde kullanılır (renk kodlu veya beyaz üstünlükçü çeşitlilik ve doğalcı veya seküler biçiminde antisemitizm).” Ama biz burada gerekçesiz şekilde içerde ve dışarıda ‘kardeşleri olan’ Kürtlere yönelik estirilen şiddet mekanizması etrafında dönen kurumsal Kürt fobisinden bahsediyoruz. Hâkim toplumlarda pek sıkça görünen bu durum, sanırım Nihâl Atsız ve Esat Bozkurt gibi aktörleri düşününce bu alanda çalışan birçok kişinin de hak vereceği gibi Türkiye’nin nerdeyse uzun tarihidir.

Sanırım burada devlet ve savaş arasındaki çekim gücüne ilkin bakmak gerek. Devlet ile savaş durumu arasındaki ilişkisellik, sadece bir iktidar oyunu değildir, Spinoza Siyasi otorite üzerine inceleme kitabında ulusal egemenliğin takdir yetkisi için devletlerin hangi biçimler de yönetenlerin ortak mutabakatıyla (bir güç sayesinde -potansiyel/potentia)’kamu işini gözeten’, yani kanunları koyan, onları yorumlayan ve ilga edenlerle, şehirleri tahkim eden ve yıkan, savaş ve barışa karar veren vb. haklara tam olarak sahip olarak bir yıkıcı özne olabilme potansiyeline sahiptir. Gerçekten burada gücün ‘doğasına’ aldanmadan savaş ve barış arasındaki açık ayrımın bakış açısından yaklaşarak mı bakmak gerekir bir devlete diye sormalıyız. Savaş ve ırkçılık bugün Türkiye alanında hükümetin, egemenliğin bir ifadesi olarak kamusal müzakere yoluyla (daha doğrusu muhalefeti ve en ufak sivil direnişi bastırabilme yetkinliğiyle) veya nutuk yoluyla, hoşnutsuzluğu görünmez kıldığı ve bir taktik olarak devletin istikrarını ‘baltalayan’ (ya da güç besleyicilere zarar verebilecek) toplumsal muhalefeti baskılayarak dönüştürerek suskunlaştırmayı amaçlar. Savaş toplumsal muhalefeti susturmanın en iyi yollarından biridir. Krizlerin en görkemli olduğu alanlarda ‘yüksek sesle, bağırarak, sert veya tehdit’ ederek konuşmak sadece devlet aktörlerinin kendi iktidar aparatlarını korumayı onaylamaz, hayır bir şiddetin toplumsallaştırılmasını sağlayarak o alandaki hınca burunmuş siyasal, toplumsal ve ekonomik krizi görünmez kılar. Elbette burada sıradan ırkçılık yönetenlerin makro ve mikro denetim araçlarından biri olarak toplumsal alanda en güçlü kurucu etkinlik olarak ortaya çıkar. Leibniz “hukuk en güçlünün yapabileceği şey değildir” diyerek, sadece çokluğun kurucu durumundan bahsetmiyordu, tam da savaş karşısında bir halkın iç işlerine müdahale, ‘haklı’ bir savaş sebebi değildir demek ister, lakin haklı bir savaş zaten yoktur. Savaş beklide yıkıcı bir müdahale olarak, otoriterliğin kurucu öznesidir. Savaşı arzulayan iktidarlar sadece otoriter ve kötücül aktörlerin güç bekası olarak (Kakitokratik rejim) topluma karşı değillerdir, A. Negri’nin Yabanıl Anomali kitabında söylediği gibi, komuta gücünü (arché) almak isteyen merkezi bir otoritenin polemik kurma alanı ve bu nedenle, bir yanda devletin topluma karşı karakteristiği olan fetih savaşının var olma nedenidir. Devlet sadece ortak sözleşmeyle kurulmuş bir kurum değildir, ayakta kalabilmek için patolojilerle oynayan, şiddet kullanan (şu an İran teokratik rejiminin ayaklanan ve demokrasi talep eden insanlara karşı uyguladığı aşırı devlet şiddeti gibi) komplo ve nefret kurucu söylemleriyle toplumu yıkıma sürükleyebilen kapasiteye sahip bir şiddet makinesidir de. Ama diğer yandan elbette ki barış, savaşın yokluğu değildir veya sakinliğe doğan bir erdemde değildir, savaşın tecrübe edildiği coğrafyalarda olması gereken toplumsal ruhun dinçliği ve gerçek ortak gücün kurucu iktidar alanıdır. Barış ondan savaşı arzulayan devletlerin yorgunlukları sırasında ‘güvenliği’ onarmak için, ortak yasasına göre bir irade alanı olarak ta bazen bir tercihtir. 2013 Barış Süreci’nde en azından bizim deneyimlediğimiz, barış komisyonunda hükümetin aktörleriyle karşılaştığımızda fark ettiğimiz şey, devletin Kürt sorununu bir ‘özgürlük’ nedeni olarak okumadığı ama bir güvenlik sorunu ve uzun suren bir çatışman sürecinin sakinleştirilmesini hazırlayan bir süreç olarak okundu. Devletin kendi güvenlik ayarlarıyla kurduğu bir ‘Kürt sorunu’ vardı ve ona göre de bir ‘barış süreci’ kurmayı denedi. Örneğin Hobbes, devletlerin kendi sınırları içinde bir barış kalesi gerçekleştirebileceğinden bahsediyordu. Sanırım bu konuda savaşı elinde bulundurma potansiyeline veya gücüne sahip bir kurumun idealleştirmesi konusunda Hobbes yanılmaktaydı. En azından İran teokratik rejiminin demokratik ayaklanmalar karşısında olağanüstü boyutta kullandığı totaliter kontrolü, polis şiddetini ve Molla rejiminin kadın bedenine yönelik nefret siyasetini dikkate alınca kendi yurttaşlarını ‘düşman’ ilan eden devletlerin barışma kapasitesine pekte yatkın olmadığını söylemeliyiz. Öyle ki Carl Schmitt (Dünyanın Nomos’u) ‘savaşın rasyonalizasyonu ve insanileştirilmesinden’ bahsederken Hobbes’un tersine zorla ‘ulusal egemenliğin’ bir iddiası olarak, savaşın hangi biçimlerde bir yönetme bicimi olarak var olduğunu analiz etmemize katkı sunuyor. Belki de devletlerin barışından değil toplumların aşağıdan gelen kurucu barışından artık bahsetmekte fayda var. Ondan bir çatışma durumundan direnişe geçiş, klasisizm çerçevesinde barışa dair herhangi bir zorluktan çok, ancak barışın samimi arzu biçimleri olan müşterek hayat alanlarının kurucu gücü pasajını yalnızca vurgulamak için, diyebiliriz ki savaşın karşısında tuhaf, barışı sadece savaş karşısında kurmamak oldukça doğrudur.

En nihayetinde devletler toplumları hiçe sayarak, savaşı örgütlediklerinde sıradan ırkçılığın bütün nefret arzularını birleştirerek onarılmaz bir şiddet rejimini ve nefret toplumunu yaratmayı hedeflerler. 1930’lar sonrası Almanya Nazizm’i veya Mussolini merkezli İtalyan faşizmi ya da bugün İran ve Rusya otoriter rejimleri tam da böyle bir şiddet toplumunun erkânını oluşturmayı sürekli savaş ve nefret siyaseti üzerinden kurdular veya kurmaktadırlar.

Seçim yaklaşırken süreklileşen denetim ve bir korkuyu yayma strateji olarak kurumsal şiddet

Belki de ondan bugün Türkiye’de seçimler yaklaşırken bir yandan toplumsal korkuyu örgütleyen devletin yönetim aygıtları, devlet bir savaş nedeni olarak yeniden kuruyorlar. Hükümet kendini meşru bir kurum olarak ele alırken kendi varlığının oluşturması gereken Leviathan’ı kurabilmek için savaş tertibiyle elde etmeyi deniyor. Evet belki de Ortadoğu alanında en sivil ve demokratik bir toplumsallık karşısında (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve Rojava) savaşı var olma nedeni olarak kuran, sınırlarını kalekol ve duvarlarla ören bir disiplin rejiminin en zayıf noktası toplumlar arasında gelişmesi gereken barışa karşı şiddeti dayatmaktır. Devletler savaşa girer, toplumlar ise barışmayı özler. Belki de ondan devletlerin kurucu egemenlikleri arasında en iyi var olma strateji toplumsal travmaların tetiklenmesi üzerinedir.

Bir devlet neden şiddete ve otoritarizme sığınır ama yurttaşlarını dinlemek istemez? Bir coğrafya bir yüzyıldan fazladır demokrasi ve barışa ihtiyaç duyduğu halde, söylemini savaş ve nefret üzerinden kuran hükümetlerin savaş siyasetiyle neden ve nasıl travmatik hale sokulmak istenir? Barış sürecini başlatan ama ayni şekilde kendi eliyle bu süreci bitiren AKP ve sonrasında MHP koalisyonu çok açık ki sadece savaş söylemi ve ırkçılıkla beslenmiyorlar, korkuları tetikleyen, toplumu sürekli fobilerle oyalayan bir baskı rejimini, faşizmi de kurumsallaştırıyorlar. 2000’lerin başında sadece hizmet söylemiyle gelip bir coğrafyayı şiddetin beşiği haline getirmek elbette ki sadece AKP’nin başarısı olmasa da Erdoğan ve elitlerinin bunu konsolide eden fetihçi bir hafızayı yüklenerek ülkeyi (2023, 2054 veya 2071 vizyonları gibi) otokratik arzularla yönettikleri pek aşikâr.

“Savaş, Alman ulusunun doğasını ancak onu yok ederek ortaya çıkarır. Savaş, ulusun efsanevi doğasını Gestalt olarak açığa çıkar…” W. Benjamin, Alman Faşizminin Teorisi, s.66

AKP-MHP koalisyonu kötücül ruhun aktörleri gibi bugünü bir patoloji mezarlığına çevirirken geleceği denetim altına alma arzuları bir otokratik toplumu hayal etmeleriyle pek alakalı gibi duruyor. Belki de ondandır, savaş karşısında sözü olmayanlar, bir söz kuramayanlar bu coğrafyanın kaderini değil ama geleceğini de hapishaneye çevirmeye yemin etmiş bir şiddet rejimine katkı sunmaktadırlar. Orwell bir şiddetin dinamiğini yazarken sadece bir edebi metin diye düşünmedi bunu veya Orwel’in 1984’ünde başka bir noktadayız (yaşanabilir bir dünyanın mümkün sınırlarındayız belki), ya da Benjamin (bkz. ‘Alman Faşizminin Teorisi’) faşizm karşısında sesini kurarken 1940’ta bir Katalan şehrinde intihar etmeden pek önce, Nazizm’in Avrupa da estirdiği terörü ve ırkçılığı kucaklayan şiddetin aktörlerini ve toplumsallığını görebilmişti. Mesele sanırım bugün sadece savaşın olup olmadığı değil, savaşın bir yönetim bicimi olarak süreklileştirilmesi toplumun patolojikleştirilmesidir. İktidarlar savaşı örgütlemek için ulusların bekasından bahsederler ve başka ulusların sınırlarını ve yasam alanlarını yok ederler. Burada mesele sadece sanırım devletin şiddet mekanizması olarak savaşı kurması ve yönetim haline getirmesi değil, ayni zamanda hiyerarşiklermiş bir toplumun ırkçılıkla beslenerek, yoksulluğu görünmez kılan veya şiddeti ve nefreti görünmez kılan aktörler haline getirilmesidir, gelmesidir.

2014 “Kobanê düştü düşecek” denilen sert bir zamandan geriye kalan, barışın filizlendiği bir dünya değil, Kürt fobisiyle hareket etmeyi kendine temel görev ilan etmiş ve hala Kobanê’nin özgürleşmesini kabul etmeyen otoriter bir yönetimin savaş siyasetidir. Kürtler son yedi yılda sürekli bir biçimde çatışma, şiddet dinamiği ve savaş etrafında örülen bir cenderenin içine hapsedilmiş durumdalar. Savaşı arzulayan aktörler kendi savaşlarının gerekçesini Beyoğlu’nda sivillere yönelik korkunç bir eylemle yarattılar. Türkiye coğrafyasının son yüzyılı savaşın, şiddetin ve darbe geleneğinin etrafında döndüğü herkesin malumu. Peki bu durum, savaşa tutsak edilmiş, şiddet ve nefretle ‘terbiye edilen’ bir toplumun kaderi mi? Elbette ki değil ama bu coğrafyanın bir şiddet yorgunluğu taşıdığı ve her yeni doğan kuşağın bu şiddet mekanizmasının tortusuyla büyüdüğü ise herkesin tespit edebileceği bir durum. Keza çatışma ve sürekli gerginlik, kutuplaşma siyasetiyle yönetilen toplumların mekân ve zaman algısında oluşan patolojisi hafızasının yıkıcılığı etrafında oluşuyor. Her yeni kuşaktan Kürtler ve Türkler hafızaya neşreden bir zamanın ruhu içinde bu şiddet rejiminin hayatlarımızı hedef alan nefret, ırkçılık, yıkım ve tasnif etme politikalarıyla cebelleşmektedir. Bugün Rojava’ya yönelik müdahale sadece bir toplumsal akıl kaybına ya da tamamen ayarlarından sıyrılmış kifayetsiz bir şiddete davet değil, aynı zamanda halkların ve yurttaşların geleceğini ipotek altına alan bir otokrasinin korkunç azabı olarak seyrediyor. Rojava’ya yönelik müdahale sadece Kürtlerin özgürlüklerini veya demokratik özerk bir alanı hedef almakla alakalı değildir, bugünkü despotik yönetimselliğin Kürt fobisiyle, kurumsal ırkçılığıyla ve elbette süreklileşen nefret siyasetiyle pek alakalı olarak, siyasetin giderek daha çok başka araçlarla savaşa dönüşmesini arzulayan yöntemiyle de alakalıdır. AKP ve MHP koalisyonu fetihçi arzularla biçimlenerek korkular ve milliyetçilik üzerinden bir savaş toplumu yaratmak, bunu bir yönetme mekanizması haline getirmek istiyor.  Bu durum, özellikle bugünkü haliyle görünüyor ki savaşın toplumun biyopolitik örgütlenmesinin ilk temeli ve ırkçılık siyaseti de onun biçimlerinden biri olma eğilimiyle pek alakalı olarak ele alınıyor. Bu nedenle Türkiye’de çok uzun süredir barışın yerini alan şey, Clausewitz’in savaşa dair siyaset üzerinden belirttiği, ama bir çatışma kültüründen veya darbe kliğinden ötekine gergin bir şekilde geçiş, seçim öncesi toplumun kutuplaştırılması ve süreklileşen ama aslında gerçekte sadece bir yönetme biçimi olan ve bir savaş halinden diğerine geçişi ele vermektedir. Ondan bugün Türkiye’de güvenlik ve savaş mefhumu soyut bir şema olarak ortaya çıkmıyor, iktidarın öğelerinin düzenlenişinin çağdaş otoritarizm dizgeleri olarak şekillenmesini sağlıyor. Adalet ise burada kurucu iktidarın savaş üreten projelerinin es geçtiği, modern ulusların hatta ontolojik sınıfların toprak savaşları üzerinden şekillendiği bir aralıkta nekro-rejimin polislik aygıtı olarak kalıyor. Ve elbette bu kapasitenin sürekli bir şekilde Kemalist ulus-devletçi pratiğin içinden konuşan milliyetçi bir toplumsal gelenekten beslendiğine şahit oluyoruz.

Rojava’da geliştirilen demokratik otonom yapı ve en sonunda bugün İran’da Jina Mahsa Amînî’nin katledilmesinden (ve ne yazık ki şuan Armita Abbasi ve daha yüzlerce genç insan) sonra ortaya çıkan dünyada kadın hareketi tarafından kucaklanan ‘Jin, Jiyan, Azadì’ (kadın, yasam ve özgürlük) siyasetinin nerdeyse en çok deneyimlendiği yer olan, Ortadoğu’nun süreklileşen patriyarkal morfolojik şiddetine karşın Kürtlerin yeni yaşam siyasetini geliştirdikleri bu alan bugün savaşın ve bombardımanın etkisi altında. Ve elbette ki Rojava’da, Kobanê’de ve Şengal’de IŞİD (ya da İslam Devleti) adlı ulus-aşırı paramiliter zor şiddet ağına karşı verilen görkemli direniş, sadece Kürtleri ilgilendirmiyor, küresel faşizme karşı ortaya çıkan yeni ulus-aşırı alandaki küresel dayanışmayı da bu direnisin öznesi haline getiriyor. Ondan Rojava’ ya müdahale sadece Kürtlere değil (ama elbette bir kolonyal nefret olarak), dünyanın özgür insanlarına ve yurttaşlarına karşı da bir saldırı olarak okunuyor. Ondan dünyanın bir çok yerinde farklı siyasetten aktörler, kadınlar, entelektüeller, filozoflar, aktivistler veya Rojava’yı bir özgürlük vadisi olarak okuyanlar, kuranlar bu savaş karşısında yeniden seslerini 2014 Kobanê direnişinde olduğu gibi yükseltiyorlar. Yukarıda söylemeye çalıştığımız şey “savaş ve direniş modelleri” bütün farkındalıklarına rağmen dünya sahnesinde küresel boyutta ilerlemektedir, ama bütün yerel deneyimler kendi diline Rojava’da olduğu gibi katkı sunmaktadır, ondan Rojava bugün savaşa rağmen dünyanın diğer alanlarında bir toplumsal barış alanı olarak oluşturmaktadır. Biraz daha açmak gerekirse, Rojava alanı sadece mücadele biçimlerini değiştirmedi ya da Ortadoğu’da radikal bir demokrasi deneyimini sadece görünür kılmadı, aynı şekilde küreselleşen şiddet rejimlerini, faşizmin şafağını da görünür kılıyor.

Rojava’ya yönelik müdahale sadece Kürtlerin özerk haklarına, özgürlüklerine dair bir tehdit veya nefretin siyasallaştırılması değildir, ya da halkların diyalogunu kesebilecek ve bir yüzyıllarını daha hapsedecek sadece bir yıkım siyasetinin ifadesi de değildir, Afrin’den beri fetih ruhuyla paramiliter güçlerle sınanarak Güney Kürdistan’dan Rojava’ya kadar genişletilmiş bu savaş, bir nekro-iktidar rejiminin, yani yalnızca nüfusu, toplumu, geleceği kontrol etmeyi dileyen değil, aynı zamanda toplumsal yaşamın tüm yönlerini kendi patriyarkal, ırkçı, kolonyal, geleneksel ve otokratik kodlarıyla üretmeyi ve yeniden üretmeyi amaçlayan bir güvenlik rejiminin yönetme biçimidir. Çünkü açlık sınırını zorlayan, nefreti toplumsallaştıran (kadına yönelik şiddet, LGBTQI+’lara karşı geliştirilen nefret siyaseti, Konya’da hayvanların katledilmesi) birçok siyasal ve sosyolojik olgu 1980’lerden beri bu ülkede birikmiş durumdadır. Ondan nefret politikalarıyla örülmüş yeni bir tarih yazımı olduğunu söyleyebileceğimiz bu savaş durumu bölgesel savaşçılıktan öte, klasik Arap-Türk ulusçuluğundan öteye tasan “yeni iktidar mühendisliklerini” onun yeni şiddet aygıtlarının karşı-güç dengelerini ulus aşırı faşizmin düzenekleri içinde yeniden yaratıyor, haklılaştırıyor. Öyle ki Türkiye’de bugün güvenlik rejimi, askeri ve polis faaliyetleri yoluyla toplumun sürekli ve aktif bir şekilde dönüştürülmesini gerektiren bir savaş halidir. Bununla birlikte, diyebiliriz ki sadece secime yönelik yatırım olmayan ama uzun suredir planlanması yapılmış ama yine de seçimi hedefleyen savaş siyaseti, bir güvenlik iddiası olarak despotik pasajda yer alan genişleyici, dönüştürücü gücün yalnızca kısmi ve dolaylı bir belirtisidir. Başka bir deyişle, sürekli, nefret diliyle, tehdit eden ve koordineli genişletilmiş şiddet kullanımı (ve savaş), sadece toplumun kapatılmasıyla veya disipline edilmesiyle alakalı değil, bir yönetim arzusu olarak kontrolün düzgün işlemesi için gerekli koşul haline geliyor. AKP ve MHP koalisyonu Kürtlere yönelik nefretlerini bir savaş bedeni haline getirirken, asil meselenin tam da denetim altına alınmak istenen muhalefetin ve direnenlerin olduğu ve uzun erimli olarak savaşı (ulusun bekası olarak sunmak) kendi aşırı sağcı, kliantalist, ırkçı yönetimlerinin kurucu veya düzenleyici bir işlevini yerine getirmektir. Burada elbette savaş, sadece Kürt fobisi ya da Kürtlerin Rojava alanındaki kazanımlarına saldırı olarak değil, ayni şekilde siyasi yolsuzluk, kamu gücünün kullanımının kötüye kullanılması, yoksulluk, enflasyon gibi son dönemlerde kriz halinde yönetilen bir ülkede belirli uluslararası krizleri de dengelemek içinde kullanılana bir araç oldu.  Savaş, mutlaka belirli krizleri örtmekle alakalı da değildir, ya da militarist parasal kazançla ilgili de değildir, aynı zamanda resmi ayrıcalıkların, himayenin, siyasal kayırmacılığın (iktidarı elde tutmak) işgalin veya yurttaşların yaşamının gaspını da içerebiliyor.

Şiddete ve nefrete rağmen ortak yaşamın dilini aralamak

Suriye iç savaşının dünyada gelişmekte olan cihatçı paramiliter grupların sahasına dönüşmesi itibariyle gelişen eskatolojik ve fiziki şiddet bir savaş makinasına dönüşerek iki farklı despotik kamp (Suriye rejimi ve ortak güçleriyle, cihatçı paramiliter gruplar ve ulus-aşırı güçler) okumasını gözlemlememizi sağladı. Savaş sonrası şiddet alanlarına dönüşen ve ciddi boyutta zorunlu göçe sebebiyet veren bu unsurlar bir araya geldiğinde, Esad rejimi karşıtı güçlerin düzenlenmesi durumunda kurucu sürecin ulus-aşırı cihatçıların gelişimi etrafında özellikle neden olduğu jeopolitik istikrarsızlıkla kurdukları bağlantıların iradesiyle kontrol edileceği sonucuna varılmıştı. Esad rejimini deviremeyen Türkiye destekli paramiliter grupların 2014 sonrası hedefi sürekli bicimde elbette Rojava ve Kürtler oldu.  Ondan bir kolonyalizm meselesi olarak Ortadoğu’daki Kürt sorunu, sistemlerin demokrasi ve hâkimiyet ilişkilerinin kriz anlarında ve toplumsal başkaldırı zamanlarında görünür olan bir güvenlik ve çatışma alanı olarak kuruluyor. Şu ana kadar etnik ‘tasnifçiliğin’ güvenlik rejiminin girdabında konumlanan Kürt sorunu, hem bugün Irak’ta Güney Kürdistan alanındaki çatışmayla yaşanılan hem de şu an Suriye Batı Kürdistan (Rojava) alanındaki özerk yapıya müdahaleyle Kürt sorununu sadece Türkiye’ni ‘sorunu’ değil, yerel bir durumdan ulus-aşırı bir konuma taşımıştır. Kürtler tam da böyle despotik ikili çatışma ahlakının dayatıldığı bir dönemde üçüncü yol önererek, demokratik bir zemin üzerinden ilerleyen ‘kurtarılmış’ bir bölge (auto-nomos) ilan ettiler. Ve bu bölge bugün yine militarist tehdit altında.

Rojava tam da böyle bir savaş rejimi ortasında özgürlüğünü ilan ederek sadece ulusal bir program değil (Kürt özgürleşmesi) diğer yandan tamamen ulus-aşırı direnişi kucaklayan siyasetin kurucu güçlerinden biri olarak Ortadoğu alanında çatışmanın ortasında yeni bir inşaya yöneldi. İste tam da bu demokratik toplumsallık, kadın özgürleşmesi, ekolojik tartışma meydanları ve bu özgür alanlar şu an savaşın tehdidi altında. Ondan bugün savaş karşısında toplumlar arasında diyaloğun kurulması ve barışın temel dayanağı, elbette kurucu demokratik bir yapıyla, en azından fiilen, kuvvetlerin demokratik kendiliğinden gelişmesiyle pek alakalı olarak savaş karşısında güçlü şekilde haykırmak ve durmaktır.

Etiketler: engin sustamrojava

SON YAZILAR

Lice’de çocuğa işkence yapan polisler hakkında soruşturma başlatıldı

Lice’de 14 yaşındaki çocuğa yapılan işkence ile ilgili gözaltına alınıp serbest bırakılan 2 polis tutuklandı

28 Mart 2023
Ölümcül paradigmanın sonu mu?

Ölümcül paradigmanın sonu mu?

28 Mart 2023
Seçimler yaklaşırken havacılığın hafızası

Seçimler yaklaşırken havacılığın hafızası

28 Mart 2023
İlahiyatçı Cemil Kılıç’a saldıran üç kişi serbest bırakıldı

İlahiyatçı Cemil Kılıç’a saldıran üç kişi serbest bırakıldı

27 Mart 2023
Macaristan Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğini onayladı

Macaristan Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğini onayladı

27 Mart 2023
Netanyahu tartışmalı yargı düzenlemesini erteledi

Netanyahu tartışmalı yargı düzenlemesini erteledi

27 Mart 2023

VİDEO HABER

Mevcut Oynatılan

Av. Erdal Doğan depremden sonra gözlemlerini aktardı: Hatay’ı yaşatacağız

Av. Erdal Doğan depremden sonra gözlemlerini aktardı: Hatay’ı yaşatacağız

Av. Erdal Doğan depremden sonra gözlemlerini aktardı: Hatay’ı yaşatacağız

Video
Yeşil Sol Parti’yi daha önce duydunuz mu?

Yeşil Sol Parti’yi daha önce duydunuz mu?

Video
Kadir Atalay yanıtladı: İttifakların son durumu seçim denklemini nasıl etkiler?

Kadir Atalay yanıtladı: İttifakların son durumu seçim denklemini nasıl etkiler?

Video
Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

Depremin ardından Hatay | ‘İnsanlardan önce paranın konutu inşa ediliyor’

Özel
‘Bu, Akşener’in intihar mektubudur’

‘Emek ve Özgürlük İttifakı’nın son kararı taviz olarak görülmemeli’

Video

Gazete Karınca

  • HAKKINDA
  • KÜNYE
  • TÜM HABERLER

© 2023 Gazete Karınca - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Göster
  • TÜMÜ
  • SEÇİM 2023
  • MARAŞ DEPREMİ
  • ÖZEL
    • Çeviri
    • Röportaj
  • GÜNCEL
    • Bilim ve Teknoloji
    • Cezaevleri
    • Çalışma Yaşamı
    • Dünya
    • Eğitim
    • Ekoloji
    • Ekonomi
    • Kültür-Sanat
    • Medya
    • Sağlık
    • Forum
  • POLİTİKA
  • TOPLUMSAL CİNSİYET
  • YAZARLAR
  • VİDEO

© 2023 Gazete Karınca - Tüm Hakları Saklıdır!