Hakan Yurdanur - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Mon, 13 Jun 2022 12:26:00 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.9.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Hakan Yurdanur - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Geliş(me)miş ülke https://gazetekarinca.com/gelismemis-ulke/ Mon, 13 Jun 2022 12:24:02 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=212954 Bir ülkenin gelişmiş yada gelişmemiş olması dünya kapitalist sisteminin yapı taşları ile kurulmuş piramit tipi örgütlenmede aldığı yere göre belirleniyor. Öyle bir piramit ki, ne yukardakiler aşağıya iniyor ne de aşağıdakiler yukarıya çıkıyor. Ama hakkını teslim edelim; aşağıdakiler kalkınmak, gelişmek, medeniyete ulaşmak, büyümek için çırpınıyor (yada öyleymiş gibi yapıp) duruyor. Azgelişmişlik bir sorun olarak tespit […]

The post Geliş(me)miş ülke first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bir ülkenin gelişmiş yada gelişmemiş olması dünya kapitalist sisteminin yapı taşları ile kurulmuş piramit tipi örgütlenmede aldığı yere göre belirleniyor. Öyle bir piramit ki, ne yukardakiler aşağıya iniyor ne de aşağıdakiler yukarıya çıkıyor. Ama hakkını teslim edelim; aşağıdakiler kalkınmak, gelişmek, medeniyete ulaşmak, büyümek için çırpınıyor (yada öyleymiş gibi yapıp) duruyor.

Azgelişmişlik bir sorun olarak tespit ediliyor fakat neden az geliştiği bir türlü söylenmiyor. Azgelişmişlikten kurtulmak için yapılması gerekenlerin sonuç kısmı dile getiriliyor fakat bunun toplumun büyük çoğunluğuna ve doğaya yapacağı tahribatlar, yıkımlar saklanıyor. Zorunlu bir reçete sunuluyor ve ilk maddesinde şunlar yazıyor: Siz az geliştiniz, bazı şeyleri yapmakta geciktiniz. O zaman hızla yapın ve bizi yakalayın !

Oysa basit bir mantık yürütülse nedenin gecikme olmadığı hemen anlaşılacaktır. Gelişmiş ve gelişmemiş kavramlarının kriteri nedir ? Bunu kim / kimler neye göre belirliyor ? Gerçekte bu ikili arasında var olanlar vampir ve kanı emilen arasındaki ilişkiden farksızdır. Kanı emilen, kanı emilmekten kurtulursa vampirleşir. Her yer vampir dolarsa kanı emilecek kimse kalmaz.

Sanırım en ilginç ve trajik olanı, azgelişmiş ülkede yaşayan halkın bir gün gelişmiş ülke statüsüne çıkabileceğine inanmasıdır. Bu sadece uydurulan yalanlara inanmakla olmaz. Aynı zamanda içinde yaşadığı kendi gerçeğine yabancılaşması da gereklidir. Neden azgelişmiş bir ülkenin mutlaka gelişmesi söylenir. Dikkat ettiniz mi; istenir demedim söylenir dedim. Çünkü gerçekte istenmez.

Kavramların ve kafaların bulanıklaştırılması bu süreçteki en büyük silahtır. Az gelişmişlikten kurtulmanın birinci kuralı, kalkınmaktır. Kalkınmakta büyümek demektir, büyümekle gerçekleşir. İyi de ikisi aynı şeyler değil ki ! Büyüme ekonomik büyüme, sermayenin büyümesidir. Bu süreçte sermaye büyürken devlet sosyal anlamda küçülür. Ama devlet sermayeyi korumak adına büyümesine devam eder. Kalkınma ise sadece ekonomik değil siyasi ve sosyal bir olgudur. Tüm toplumu kapsar. Peki ama büyüme nedir ? Büyümek kısaca , paranın hareketi demektir. Peki bu hangi ülkenin parası ? Tabi ki ABD doları. İyi de nasıl oluyor da büyüyüp büyümediğimizi başka bir ülkenin parası cinsinden belirliyoruz ? İşte burası sorgu sual edilmeyen kısımdır.

Neden sadece medeniyet deniyor ? Hadi bir adım ileri gidip tekrar soralım: Neden Batı medeniyeti deniyor ? Ve neden gerçek ismiyle söylenmiyor, kapitalist medeniyet denmiyor, kapitalist çağdaşlaşma denemiyor?

Deniyorki; azgelişmiş ülkeler yoksul ülkelerdir. Yoksulluktan kurtulmak için gelişmeleri gerekir. Burada asıl söylenmesi gereken her zaman olduğu gibi yine söylenmiyor. Yoksul olan, ülkeler değil halklardır. Yoksulluk, gelişmiş merkezin az gelişmiş çevreye uyguladığı ekonomik, siyasal, ekolojik şiddet ve baskının sonucudur. Bundan da halk ve doğa büyük zarar görür. Öyleyse yoksulluk neden değil, sonuçtur. Yoksullukla değil, yoksullarla savaşılır.

Bir de şu var: Gelişmiş ile gelişmemiş ülkeler sanki ayrı ayrı yerlerde duruyor, birbirlerine karışmıyor izlenimi yaratılıyor. Oysa durum tam tersi. Gelişmiş merkezin gelişmemiş çevreye tam anlamı ile nüfuz etmesi söz konusu. Çünkü kapitalistleştirilmemiş hiçbir şey, hiçbir yer kalmadı. Çöpünü gönderen merkez ve bu çöpten para kazanan çevre…

Buna ideolojik yaptırımları, kültür paketlerini de eklemek gerek. Cola yada başka popüler marka ürün bir ülkeye sadece yiyecek – içecek olarak girmiyor. Yan etkilerini de beraberinde getiriyor. Kendine benzetmek için deformasyonlar yaratıyor. Yeni ve saçma alışkanlıklar yaratıyor.

Sürdürülebilir kalkınma, büyüme, ekonomi, çevre, ekoloji… gibi kavramlar son zamanlarda moda oldular. Bunların içinin boş olduğunu, kapitalizm koşullarında sürdürülebilir olanın sömürü, yağma, talan, yalan olduğunu belirtelim. Sürdürülebilir yalan kavramını ileri yazılarımızda derinlemesine inceleyelim deyip son noktayı koyalım: Kapitalizmin ayakları ile yürüyerek onun gideceği, varacağı yerden farklı bir yere ve sonuca varmak imkansızdır.

The post Geliş(me)miş ülke first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekolojik mücadele ve örgütlenme https://gazetekarinca.com/ekolojik-mucadele-ve-orgutlenme/ Mon, 06 Jun 2022 12:56:32 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=212192 Örgütlenme nedir? Nasıl olmalıdır? Nereden başlamalı nereye doğru yol almalıdır?… Gibi tam olarak tanımını yapamayacağımız, hadi yaptık diyelim aradaki boşlukları ve bollukları doldurmakta zorlanacağımız örgütlenme gibi devasa bir konuya birde ekolojik bakışı eklemek bu kısa yazı için oldukça zor. O nedenle tüm eksiklikleri göze alalım, temel olarak bir/birkaç noktaya odaklanalım en azından ekolojik mücadelede örgütlenme […]

The post Ekolojik mücadele ve örgütlenme first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Örgütlenme nedir? Nasıl olmalıdır? Nereden başlamalı nereye doğru yol almalıdır?… Gibi tam olarak tanımını yapamayacağımız, hadi yaptık diyelim aradaki boşlukları ve bollukları doldurmakta zorlanacağımız örgütlenme gibi devasa bir konuya birde ekolojik bakışı eklemek bu kısa yazı için oldukça zor. O nedenle tüm eksiklikleri göze alalım, temel olarak bir/birkaç noktaya odaklanalım en azından ekolojik mücadelede örgütlenme sorununun dış çerçevesini çizmeye çalışalım.

Sözcükler anlaşmış gibi karşımıza hep fırınlanmış örgüt tanımları sunuyor. İstenildiği an fırından çıkarılan servise sunulan örgüt tanımları derdimize ne kadar derman oluyor? Eğer tam olarak tatmin olamıyorsak farklı sokaklardan ilerlemekte yarar var.

Örgütlenme süreci karşı olduğu, karşısında durduğu konuları/kavramları (örneğin kapitalizmin radikal eleştirisini merkezine almak gibi) konu edinmeli. Hele ki ekolojik bir örgüt için kapitalizmin radikal eleştirisi (veya eleştirmeden geçiştirilmesi) onun yol haritasını belirleyecektir.

Eylemin içine insanı davet etmekle kalmayıp, insanın içine eylemi davet eden bir örgütten bahsetmek sanırım gerekmekte.

Dikkatinizi çekmiştir dikey, yukarıdan inmeci, dayatmacı, tektipçi, lider kültlü, hiyerarşik, tepeden bakan, tektipleştiren örgütlenme modellerine hep bir ağızdan hayır denir. Elbette denmelidir de. Ama onun yerine neyin önerildiğini eklemek kaydı ile. Yerine önerilenler yukarı da söylenenlerin tam tersi ise (yatay, özgürlükçü, çok sesli…) iyidir ama kafi değildir. Bir şeyin tam tersini söylemek, bir şeyi olumsuzlamak yeni bir şey söylemek değildir. Gereklidir ama yeterli değildir. Bir şeye sadece hayır deyince o şey yok olmuyor maalesef. Şu önerme derdimi anlatmama yardımcı olabilir: Bir şeyi sonsuz küçük parçaya böldüğünüzde o şey sonsuz büyükte olmaz. Ama sadece olmaz yerine olur demekle sorun aşılmıyor. Çünkü bir şeyin işlevini söylemek yada söylememek o şeyi tanımlamaya yetmiyor.

Bir kere ekolojik örgütlenme, toplumun düzenleniş ve hizaya sokuluş biçimi olamaz. Yukarıdan aşağıya ya da yan yana diziliş modelleri kabul etsek de etmesek de mekaniktir. Öklid geometrisinin her şeyi formüle eden anlayışı ister istemez bu modellerin içine sızar. Kartezyen yapı anlayışı gecikmeli de olsa devreye girer. Dikey konum, nereden baktığınızla orantılı olarak dikeydir. Bakış yerinizin değişmesi ile birlikte yatay konuma geçebilir. Aynı şey yatay konum içinde geçerlidir.

Ve işin ilginç yanı yatay ve dikey dönüşümler hareket ettikleri (değiştikleri) anlamına da gelmez. Benim önerdiğim ekolojik örgütlenme tarzı elips şeklinde olandır. Dikkatle vurgulamak isterim ki, daire değil elips. Daire olsa idi tek merkezli, başlangıç ve bitiş noktaları söz konusuydu. Ama elips için bu geçerli değil. Konumuna göre iki (yer değiştirdikçe bu iki de yer değiştirecek olan) merkeze sahip. Ve bu merkezler de hareket halinde. Elips, hem yatayı hem de dikeyi içermesi, içinde eritmesi anlamında da değerlidir. Elips tipi örgütlenme de her noktaya ( herkese) temas etmek mümkün. Sürekli bir hareket ve yer değiştirme söz konusu. O nedenle başlangıcı ve bitişi aynı noktalar değil. Bu anlamı ile ekolojik örgütlenmenin yol haritası eliptik olmalıdır.

Elips tipi örgütlenme de saldırı altında ki hedefler sürekli üretilir. Yani bir bölge de yapılan orman, deniz, toprak… katliamları sürekli gündemdedir ve diğer yapılarla iç içedir. Sabit bir hedef anlayışını yok eder elips. Yenilenmek işleyiş tarzının içsel bir nedenidir.

Elips tipi örgütlenme, eylem ile prova, tören, şölen vd. arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koymaktadır. Eylem ile tören aynılaşırsa (ki çoğu zaman aynılaşıyor) bu vakit karşımıza mekanik eylemcilik çıkar. Eylemin özel  günlerde (çoğunlukla hafta sonları) olması, önceden planlanması, duyurusunun yapılması  elbette önemlidir. Ama bir süre sonra her şeyin sabitlenmesi (konuşmacısından atılacak sloganına, taşınacak flamasına kadar) tehlikelidir. Böyle olursa kendi kendini kendinden koruyan özel koruyucular eşliğinde merasimler olarak kalır ve kalmaktadır.

Elips tipi örgütlenme protesto ile şikayet etme arasındaki gri çizgiyi netleştiren yapıdadır. Bir eylem salt olarak şikayete bürünüyorsa karşısında şikayet edebileceği bir şeyler arıyor demektir. Bu eğer bir makam ise o zaman kollama, korunma, gözetlenme… isteniyordur. Bu ayrıcalıklar (ki bunlar geçici göz boyamalardır) alınınca şikayette ortadan kalkar, eylemde.

Ekolojik örgütlenmelerin en çok uğradıkları durağın adı: Umutlu umutsuzluklar durağıdır. Açalım bunu. Bir şeylerin değiştirilebileceğine gerçekten inanmadan, kıyısından köşesinden dostlar alış verişte görsün hesabı az oradan az buradan…. işte bu umutlu umutsuzluktur. Tam bir; canım taş atmak istiyor ama taşın canı istemiyor hali…

Bir durum tespiti ile devam edelim. Baskının yukarıdan aşağıya örgütlenmesi her yerimizi sarmış durumda. Bu dikey baskıcı anlayış sorunlarımızı numaralandırmakta. 1. sorun şu, 2. sorun bu… Bu numaralandırma sonucu birinci yada ikinci sorun (gerçekten sorun olup olmadığı da tartışmalıdır çoğu zaman) öne çıkmakta (çıkarılmakta) diğerleri geriye doğru itilmekte. Durum böyle olunca ekolojik sorunlar bundan nasibini almakta. Tartışılması, gündem olması engellenmekte.

Ekolojik örgütlenme de başka iradeye değil yeni siyasete ihtiyacımız olduğu kesin. Bu yeni siyasetin yol haritası da elips şeklinde kurulmalıdır.  Ve en önemlisi de hareketin liderinin hareketin kendisi olmasıdır.

The post Ekolojik mücadele ve örgütlenme first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İlginç zamanlar https://gazetekarinca.com/ilginc-zamanlar/ Mon, 30 May 2022 06:14:46 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=211446 İlginç bir zaman dilimindeyiz. Medeniyet diyorlar adına. Hem de modern medeniyet. Üst nokta olması yetmiyor, en üst nokta deniyor ve hatta insanlığın ulaşabileceği, varabileceği son duraktan bahsediliyor. Ama, böyle giderse (iklim krizleri, sosyal krizler v.d.) insanlığın ve gezegenin sonunun yaklaştığı söylenmiyor. Köprüden önceki son çıkıştaki son levhada yazılanlar içimizi acıtsa da okumakta fayda hala bulunmakta: […]

The post İlginç zamanlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İlginç bir zaman dilimindeyiz. Medeniyet diyorlar adına. Hem de modern medeniyet. Üst nokta olması yetmiyor, en üst nokta deniyor ve hatta insanlığın ulaşabileceği, varabileceği son duraktan bahsediliyor. Ama, böyle giderse (iklim krizleri, sosyal krizler v.d.) insanlığın ve gezegenin sonunun yaklaştığı söylenmiyor. Köprüden önceki son çıkıştaki son levhada yazılanlar içimizi acıtsa da okumakta fayda hala bulunmakta: “…Sorun başkaldırmanızda değildi. Sorun neden başkaldırmadığınızdaydı!…”

İlginç zamanlarda yaşıyoruz. Öyle bir medeniyet ki, hayatı mezara, ruhu da mezarda ki cesede dönüştürüyor. Tüm bu süreçte yaşanan katliamları yapanlar, insana ve doğaya acımasızca saldıranlar hapishaneye girmiyor. Çünkü tüm dünyada ki hapishanelerin anahtarları ceplerinde de ondan!

Üretilen herhangi bir nesne onu üreten insandan daha kıymetli durumda. Üstelik o nesneye sahip olmak insan olmanın önüne geçmiş. Yaşamak için üretmiyoruz, üretmek için yaşama pozisyonu alıyoruz. Pozisyonumuz gereği hayatta kalmayı yaşamak sanıyoruz.

İlginç zamanlarda sözü elimize alıp ekonomik ve sosyal eşitsizliğin özel mülkiyetin eşitsiz dağılımından kaynaklandığını söyleyenlere karşı sorunun bizzat özel mülkiyetin kendisinden kaynaklandığını söyleyebilmeliyiz. Siyasi eşitsizliğin seçim sisteminden değil bizzat seçim sisteminin varlığından türediğini dile getirmeliyiz. Tepkisizliğin en önemli mücadele biçimlerinden bir tanesi haline getirilmesine karşı tepkimizi koyabilmeliyiz. İradenin neden sadece sandıktan çıktığında milli olduğunu, olabileceğini sorgulamalıyız.

Şemsiyeyi elimize tutuşturup yağmurlu havada geriye alan bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sistemin ayrıcalıklı küçük azınlığı için lüzum olan şeyler, ayrıcalıksız büyük çoğunluk için zulüm olmakta. Planlanmış bir plansızlıkla karşı karşıyayız. Kafalar darmaduman! Hayatın geriye doğru anlaşılıp, ileriye doğru yaşanacağını unuttuk. Ama bazı şeyleri unutmayalım. Örneği , siyasi özgürleşmenin insani özgürleşme ile el ele ilerlemesi gibi.

İlginç zamanlarda yaşıyoruz. Pazar ekonomisi denilen bir sistem var en tepede. Toplum ve doğa ile pazarlık yapmadan onları metalaştırıp pazarlayan bir sistem bu. Pazarlanma sürecinde verilen küçük hediyeler beklenen büyük ödünlerin habercisi. Bunu akılda tutup ekleyelim, bedenine özen gösterip ruhunu yitiren insan tuzağına düşmeyelim. Bedenin sürekli genç kalması biyo-fiziksel olarak ne kadar mümkün bilemiyorum. Ama yaşlanma ile bilgi arasında ki ilişki üzerine bildiğim bir şeyi paylaşmak isterim:

Yaşlanınca bilge olunmuyor. Çünkü bilge yaş almıyor. Sürekli inşa halinde kendini var ediyor, yeniliyor.
İlginç zamanların tartışma götürmez bir biçimde tartışılan kavramı da adalet olsa gerek. Şöyle başlayalım: Adalet kelimesinin son harfini atın, bakın geriye ne kalıyor. Kapitalizm de adaletin ne olduğunu nede güzel anlatıyor! Adalet istemek tehlike içeriyor. Hem bu yaşamda hem de başka yaşamda olanlar için. Başka yaşamda olanları Epiktetos‘un harika tanımı ile bir kez daha hatırlayalım “…Ölüm dediğin şimdi var olandan şimdi var olmayana değişimdir, var olmaktan var olmamaya değil. Var olmaya devam edeceksin ama başka bir halde. Dünyanın sana nasıl ihtiyacı varsa öyle…” O nedenle başka yaşama geçmiş olanlar için rahmetle birlikte ve hatta ondan önce adalet dilemek gerek.

İlginç zamanların elbette ilginç yaşamları ve yaşayanları olacaktır. Düşünmek yerine seyretmeyi, bilmek yerine dinlemeyi, zihne değil göze hitap etmeyi, meslek sahibi olmak yerine şöhret sahibi olmayı önemsemeyi, bir yere oturduğunda sohbete başlamadan önce üzerindekileri çıkaracağına üstünlüğünü öne çıkarmayı vazife bilenler var ve var olacaklar.

Bu sistemin dayattığı köleliğe alışmak için önce köle olunduğunun unutturulduğunu hatırlatalım. Söz enflasyonunu alıp başını giderken geriden koşup gelen, ona yetişen ve hatta onu geçen ses enflasyonu var. Sürekli konuşan ama bunu anlamlı kılamayan bir durumla karşı karşıyayız. Çok şey söylemek yerine çokça az şey söylemek gerektiğine ikna olma vakti sanırım geldi. Çok şey söyleyip sözcük üretmek yerine çokça az şey söyleyip sözcük yaratmak kuşkusuz daha anlamlı.

İlginç zamanlar şaşırtıcı ve traji-komik söylemlerle dolu. Neyin siyasi olup olmadığına karar veren siyasetçiler , aldıkları kararların siyasi olmadığını söylediklerinde şaşırmak sanırım yetmeyecek.

Mutluluk ile umut arasındaki ince geçişlere de dikkat etmek gerek bu dönemde. Mutluluğun salt biyo-fiziksel, psikolojik vd. nedenlerle açıklanabileceğini sanmıyorum. Mutluluğun ideolojik süslemeleri de var. Mutlu olamasak da öyle hissetmek sanki zorunluluk. Mutluluk öyle reçetelendirilmiş ki, kuralları ve hatta kalıpları var. Bu kuralları ve kalıpları yıkmaya başlayıp mutluluğun kapatıldığı kafesin kapısını açtığınızda mutluluk politik bir söylem halini alacaktır. Bu aynı zamanda politikanın sosyalleşmeye başlamasının da önemli bir adımı olacaktır. Gündelik kaygıları, kişisel çıkarları, kısa vadeli hesapları yapıyor ve çözebiliyorsak mutlu olabiliriz ama umutlu muyuz onu bilmek zor. Yok eğer bunların dışında ve ötesinde dertlerimiz varsa , bunları sorun ediyorsak mutlu olamayız belki ama umudumuz var demektir.

İmkansızı istemekle başlayan uzun yolculuk gerçeğin keşfiyle sona erme olasılığına yüksek derecede sahiptir. Peki gerçek nedir? Gerçekle imkansız arasında ki bağ nasıl kurulur? Gerçek, başkalarının imkansız dediği şeydir bu ilginç zamanlarda.

Evet, ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Sözün söylediği binlerce yalanın sesin söylediği başka yalanlarla bastırılmaya çalışıldığı zamanlarda…

The post İlginç zamanlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Egemen söylemde tarım ve köylülük https://gazetekarinca.com/egemen-soylemde-tarim-ve-koyluluk/ Sun, 22 May 2022 16:15:14 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=210748 İlerlemek, kalkınmak, çağdaşlaşmak, batılılaşmak, büyümek ve sanayileşmek… Sayın sayabildiğiniz kadar. Göze ve söze ne hoş geliyor bu kavramlar. Tüm bunlar sınıfsız, sömürüsüz, imtiyazsız yaşayan ve yaşayacak olan biz yurttaşlar için düşünülmüş harika şimdiler ve gelecekler. İp gibi dizilmiş yukarıdaki sıralamada tarım ve köylülük isimleri yok . Neden acaba? Gelin bu kısa yazıda bu acabaya nedenleri […]

The post Egemen söylemde tarım ve köylülük first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İlerlemek, kalkınmak, çağdaşlaşmak, batılılaşmak, büyümek ve sanayileşmek… Sayın sayabildiğiniz kadar. Göze ve söze ne hoş geliyor bu kavramlar. Tüm bunlar sınıfsız, sömürüsüz, imtiyazsız yaşayan ve yaşayacak olan biz yurttaşlar için düşünülmüş harika şimdiler ve gelecekler. İp gibi dizilmiş yukarıdaki sıralamada tarım ve köylülük isimleri yok . Neden acaba? Gelin bu kısa yazıda bu acabaya nedenleri ile bakalım.

Tarım demek köylülük demekle birleştiriliyor. Bu yazıda değinemeyeceğim ama bu birleştirme sorunlu. Şimdilik bunu erteleyerek devam edelim. Tarım, köylülükle birleşince yukarıda saydığımız güzellemelerin önünde bariyer görevini üstlenmekte. Hal böyle olunca ilk yapılması gereken bariyerin kaldırılması olacaktır. Bu işlem için ilk adım olarak tarım, kapitalizme tam entegre edilmeli, köylülükte hizaya getirilmeli.

Önemli bulduğum ve netleşmesi gerektiğine inandığım bir tanımla devam edelim. Orta, küçük ve hatta topraksız köylü zaman içinde elindeki tüm varlığı (traktörünü, sabanını ve diğer alet ekipmanları ile azıcık toprağını) kaybetti ve proleterleşti. Bu proleterleşme süreci yatay düzlemde tüm toplumsal katmanları etkilemekte. Buna sadece bedensel proleterleşme olarak bakmamak gerekmekte. Zihinsel proleterleşme ve üreticinin proleterleşmesini de buna eklemeliyiz. Şimdi bu iki süreci köylülük ve tarım üzerinden inceleyelim.

Birincisi düşünsel proleterleşme. Tarımsal yöntemler, teknikler, beceriler ve diğerleri insanın ilk tarihi ile neredeyse çok yakın zaman diliminde. Binlerce yıllık deneyim, birikim, bilgi zaman içinde gelişmekte ve günümüze gelmekte. Hangi tür toprağın ne zaman hangi ürünle ekileceği, biçileceği, gübreleneceği, sulanacağı… gibi yöntemler köylünün hafızasında yıllar içinde yer etmekte, gelecek kuşaklara devredilmekte. Tarımın endüstrileşmesi ile birlikte tüm bunlar yok edilirken tarihsel hafıza da çökertilmektedir. Yeni kuşaklara aktaracak bilgi ve deneyimlerin azalması hatta yok olması söz konusu. Bu aktarım ağının koparılması köylünün bilgi düzeyinde proleterleşmesidir. Zihinsel anlamda çökertilen köylünün yerine, kitapta yazılanlar dışında bir şeyden haberi olmayan patronunun sözünden çıkmayan üniversite bitinceye dek toprakla tanışmayan tarım uzmanı kararları verecektir.

Tarımın kapitalistleşme sürecinden önce bilgisini çocuğuna aktaran ve bunu devam ettirmesini isteyen köylü, şimdilerde çocuğum okusun köye dönmesin kendini kurtarsın diyor!

Köylü, tarımı bir gelecek umudu olarak görmüyor. Kendisi ile birlikte yok olan bilgi sürecinin bu hazin durumunu izlemekten başka çaresi kalmıyor.

Köylünün bilgi düzeyinde proleterleşmesi karar verme süreçlerinin elinden alınması demektir. Artık hangi tohumu, gübreyi, ilacı kullanacağına biraz önce bahsettiğimiz tarım uzmanı karar verecektir.

İkinci önemli husus köylünün üretim düzeyinde proleterleşmesidir. Köylü kendi ürününü kendisinin yetiştirmesi yanında tüketmesiyle de döngünün içinde yer alır. Ama bu halka günümüzde kopmuş durumda. Marketten yumurta, mandıradan süt, manavdan patates alan köylü var karşımızda. Süreç burada da bitmiyor. Alım gücünün yükselen fiyatlar karşısında düşmesi sonucu tüketici olarak da proleterleşti köylü. Kısa bir süre önce aldığı ürünü yerine koyamayacak durumda. Hem üretici hem de tüketici olarak devre dışında.

Şimdi önemli bir noktaya daha vardık. O da, proleterleşmenin işçileşme ile birlikte anılması, adlandırılması. Oysa bu hem teorik hem de pratik olarak uygun değil. Köylünün bilgi, üretim, dolaşım ve tüketim devrelerinin dışında kalarak proleterleşmesi onun otomatik olarak işçileştiği, işçi sınıfına dahil olduğu anlamına gelmez. Ama gelin görün ki sol mantık çoğunlukla bu eşitlemeyi tercih etmekte. Proleterleşen her kesim için, proletarya = işçi sınıfı eşitliği kurulur ve onun üzerinden aritmetik hesaplamalara gidilir. Bu aritmetik kafayla da teknik çözümlemelere girişilir. Proleterleşmeyi bir havuz olarak görmek ve ne varsa içine atıp sorunu çözmek değil daha da karmaşıklaştırmak demektir.

Bugün tarımın kapitalistleşmesi sonucu tat alma duyumuzu da kaybetmek üzereyiz. Her ürünün her yerde yetiştirilmesi mümkün müdür diye soralım. Cevap elbette hayır. Ama kapitalizm bu hayırı dinlemiyor. Tüm farklılıklara rağmen aynı ürünü dünyanın dört bir yanında yetiştiriyor. Hem toprağın hem de insanın sağlığını tehdit ediyor. Tek tip düşünme, tek tip giyinme tek tip beslenmeden ayrı ve bağımsız değildir!

Bugün tarım geriliğin, köylülük yoksulluğun nedenleri arasında gösteriliyor. Madem yoksulluk söz konusu o vakit kapitalist sistemin bekçileri yoksullukla değil yoksullarla savaşacaktır! Tarım ve köylülük bu savaştan nasibini alacaktır.

Tarım, iktidar olma ve iktidarda kalma yöntemlerinden bir tanesidir. Tarımsal gelişme daha doğrusu gelişememe hem ilerlemenin hem de iktidarda kalmanın engeli olarak görülür. O nedenle bitirilmelidir. Oysa ilerleme ileriye gitmek değil yerinde saymak ve geride kalmaktır.

Yoksulluk ve ilerleyememe gibi toptancı egemen söylemler tarım ve köylülük ile bir tutulunca ortaya sınıflara bölünmemiş, hiyerarşik olarak yapılanmamış, tahakküm ilişkileri içinde parçalanmamış bir köylülük profili sunuluyor. Oysa sınıfsal ayrım başta olmak üzere diğer etmenler köylülük içinde son derece egemendir. Buradan şu sonuca varanları hayretle takip edelim: Madem sınıflara ayrılmamış bütün bir köylülük var, madem hepsi benzer o vakit ekip biçtikleri toprakları da bir ve aynıdır, herkesindir. Hal böyle olunca da toprak reformu gereksizdir! İstemek bile yanlıştır!

Samir Amin ‘in çok değerli bir tespiti ile bitirelim “… İlerlemek, yanlış yolda geride kalmaktır…”

The post Egemen söylemde tarım ve köylülük first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eğitim kimin için? https://gazetekarinca.com/egitim-kimin-icin/ Sun, 15 May 2022 10:14:47 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=210044 Eğitim sistemi ihtiyaca cevap vermek üzere hayata geçirilir dendiğinde ikili bir yapı ortaya çıkıyor: İhtiyacı yaratanlar ve buna ihtiyaç duyanlar… İhtiyacı yaratanlar kendi sınıflarının (bunu ikili okuyun lütfen; hem ekonomi-politik olarak sınıf, hem de özel okulun özel sınıfı) kendilerine özel müfredatı ile eğitim görürken ihtiyaç duyanlar ise itaat, unutkanlık, biat gibi zorunlu dersleri almaktalar… Eğitimin, […]

The post Eğitim kimin için? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eğitim sistemi ihtiyaca cevap vermek üzere hayata geçirilir dendiğinde ikili bir yapı ortaya çıkıyor: İhtiyacı yaratanlar ve buna ihtiyaç duyanlar… İhtiyacı yaratanlar kendi sınıflarının (bunu ikili okuyun lütfen; hem ekonomi-politik olarak sınıf, hem de özel okulun özel sınıfı) kendilerine özel müfredatı ile eğitim görürken ihtiyaç duyanlar ise itaat, unutkanlık, biat gibi zorunlu dersleri almaktalar…

Eğitimin, egemen rejimin ideolojisini yeniden üreten çabası hem zihinsel hem de bedensel aktörleri yetiştiriyor. Eğitim kurumu olarak okul önemli bir imalathanedir. Okulu sadece öğretmen ve öğrencilerin bir araya geldikleri fiziksel mekanlar olarak düşünmemek gerekir. Aile, medya, pazar hepsi birer okuldur. Okulda dinleyen ile televizyonda izleyen arasındaki farklar kalkar. Sınavları yazılı veya sözlü değildir. Yaşamsal pratikler üzerinden test edilir.

Eğer bir kurum paralı hale getiriliyor, alınıp satılır metaya dönüştürülüyor ise o kamusal alandan çıkmış, finans alanına dahil olmuştur. Finansallaşma ile hem şimdi hem de gelecekte daha çok kazanma stratejileri işleme konur. Öğrenci gelecekte kazandıracak, kurum kazanacak ama bunun adı eğitim olacak!

Eğitim sorununu başka bir perspektiften tartışmaya açan büyük bir kitle var. Bunca haksızlığı, adaletsizliği, yağmayı, talanı, açlık ve sefaleti iyi eğitim almamaya hatta cahil olmaya bağlıyorlar. Sanki iyi eğitim alınırsa tüm kötülükler sona erecekmiş gibi yaklaşan, beyaz atlısını bekleyenler var. Tamam eğitim alınmalı ama almadan önce onu satıp pazarlayanlara bir bakmalı. Eğitim kimin için, kimden yana diye sormalı. “Lütfen çimlere basmayın“ yazısına rağmen üzerine basanlar eğitimsiz cahil oluyor da; ormanı rant uğruna yakıp bolca kâr elde eden zevat eğitimli oluyor da ne oluyor? Acaba sorun itaatsizlikte mi? Yoksa itaat etmekte mi?

Eğitim süresinin sonunu (okul bitirmeyi) iş bulabilmenin anahtarı olarak görmek çok normal. Çünkü yıllar içinde bu ilişki (eğitim-iş ilişkisi) kafalara kazınıyor. İki açıdan önemli bir durum söz konusu. Birincisi, okumak, üniversite bitirmek statü kazanmanın kestirme yolu. Böylece iş bulmak (tabi bulabilirse) kademe atlamak mümkün. Nereye doğru yükseliyorsunuz peki? Egemenlerin izin verdiği kadarıyla yanlarına. Sınıf atlamak, geldiği sınıfa yabancılaşmak da söz konusu. İkincisi, iş bulabilmek. Mümkünse demiştim az önce çünkü veriler ortada. İşsizlik her geçen gün artmakta. Böyle bir ortamda iş bulabilmek yani iş gücünü satar hale gelmek, bunu pazarlamak hayranlıkla karşılanır oldu. İş bulan insana ayrı gözle bakılıyor. İmkansızı başardığı için tebrik ediliyor. Alacağı ücret, sigorta, sosyal haklar, iş güvencesi vd. sorulmuyor bile. İş buldu ya, yeter de artar bile.

Kapitalist sistemde eğitim, bilincin fakirleşmesini, zihnin işgal edilmesini, algının ve duyarlılığın eskiyip çöpe gitmesini sağlıyor. İtaat etmeyi vicdani anayasanın birinci maddesine koyuyor. Gönüllü kullukta bu anayasanın değiştirilemez maddesi oluyor. Ağacı yaşken eğmeye çalışmak onu sevmenin bir göstergesi olmasa gerek. İnsan sevdiği bir şeyi/canlıyı neden eğip büksün olmazsa kırıp atsın ki? Ama genç yaşta eğilip bükülen, torna tezgahından geçirilen zihinler elbette egemenin ideolojisini harfiyen yerine getirmekte zorlanmayacaklardır. Bu işi mükemmel düzeyde iyi yapan eğip bükücülere de haklarını teslim edelim. Soruyu yanlış sorup, yanlış çözüp doğru cevabı bulanlar sanırım tebriği fazlasıyla hak etmekteler!

Eğitim, süre giden düzenin çarklarının sorun çıkarmadan dönmesi için gerekli üretimi görevini yapmakta. Birbirine benzerleri çoğaltmakta. İşçinin çocuğunun işçi olması, evsizin, işsizin çocuklarının da kendilerine benzemesi sürekli olarak anlatılır, okul dışındaki okullarda da (aile-medya vd.) onaylatılır. Eğitimin ideolojik aygıtı bu mekanlarda sürekli üretilir, servis edilir.

Bir türlü anlam veremediğim ama eğitim sisteminin olmazsa olmazı sınav sistemi var. Aslında sınav engeli demek daha uygun olur. Sınav nedir, neden yapılır sorularına derinlemesine yanıt aramadan kestirmeden soralım: Sınav ile ne ölçülür? Yeterlilik, yetkinlik, uygunluk, deneyim, bilgi vs. Ölçüm varsa o vakit ölçenin de olması zorunludur. Kimdir, kimlerdir bu ölçen(ler)? Ellerinde turnusol kağıdı mı var beynin içine sokup çıkararak ölçüm yapıyorlar? Bu şaka bile sınavın anlamsızlığını anlatmaya yeter. Sınav, egemenlik kurumunun yaptırımlar listesine uyulup uyulamadığını kontrol etmektir. Seçilecekler sınav olmadan çok daha önce sınavdan geçip seçildikleri için sınav görüntüden ibarettir. Bu her dönem için geçerlidir ne yazık ki. Formaliteden yapılan sınavlarda karşınıza: ”Aşağıdakilerden hangisi yukardakilerdendir“ gibi cevapsız bir soru çıkarsa şaşırmayın lütfen! Cevapsız bir soruyu cevaplayamadığınız için elenmeniz kaçınılmazdır.

Öğreten/öğrenen ikilemi öyle anlaşılmaz boyutlarda zihinsel yıkım yaratıyor ki kişinin yerini bulması inanılmaz zorlaşıyor. Bir ankette sorulan: “Velinizin size yakınlığı nedir?“ sorusuna öğrenci, 45 metre diye yanıt verebiliyor. Aile, akraba vd. yakınlıkları mesafe cinsinden metre ile ölçüp yanıtı veriyor ve bu yanıttan kuşku duymuyor.

Soru sormayı, sorgulamayı engelleyen bu süreç, ezberletilmiş cevaplar ürettiriyor. Hangi soru ya da sorunla karşılaşırsa karşılaşsın ezberine aldığı cevaplarla çözüm bulmaya çalışan bireyler yaratıyor. “Bir cevabım var, sorusu olan var mı?“ dendiğinde şaşkınlık içinde bakıyor. Oysa yaşam hep aynı soruları sormuyor.

Sizlerden isteyeceğim bir tamamlama ile bitirelim yazımızı. Tamamlama bitince karşınıza ilginç ve yorum getirecek bir sözcük eşleşmesi çıkarsa şaşırmayın lütfen. Kapitalist sistemin olmazsa olmazı OKUL kelimesinin her harfinin alfabede bir sonra gelen harfi ile tekrar yazınız. İlk adımı ben atayım: O harfinden sonra Ö harfi geliyor.

The post Eğitim kimin için? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Çıkış buradan https://gazetekarinca.com/cikis-buradan/ Sun, 08 May 2022 11:06:24 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=209359 Fikret Başkaya‘nın “ÇIKIŞ BURADAN: Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek” adlı yeni kitabı Yordam Kitap’tan çıktı. Fikret hocanın kendi deyimiyle “Paradigmanın İflası isimli kitap ile başlayan bir yolculuğun önemli bir durağı bu kitap.” Kitabın tanıtım yazısındaki sözler de bunu tamamlar nitelikte: “Çıkış Buradan, büyük bir yalanla hesaplaşan yetkin fikir insanı Fikret Başkaya’nın entelektüel yolculuğunun geldiği yeri delalet […]

The post Çıkış buradan first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Fikret Başkaya‘nın “ÇIKIŞ BURADAN: Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek” adlı yeni kitabı Yordam Kitap’tan çıktı. Fikret hocanın kendi deyimiyle “Paradigmanın İflası isimli kitap ile başlayan bir yolculuğun önemli bir durağı bu kitap.” Kitabın tanıtım yazısındaki sözler de bunu tamamlar nitelikte: “Çıkış Buradan, büyük bir yalanla hesaplaşan yetkin fikir insanı Fikret Başkaya’nın entelektüel yolculuğunun geldiği yeri delalet ediyor.“ Gelin biz de bu yolculuğa birlikte çıkıp Fikret hocanın tüm bu süreçte önem verdiği konulara kısa kısa değinerek yol alalım.
Çıkış Buradan, bir şeyi neden olamayacağı üzerinden tanımlayarak çıkış bulmayı hedefleyen radikal bir perspektif ve paradigma değişikliğine işaret etmekte. Peki ama neden ve neyi değiştirmek gerekmekte? “… Vakit daraldı. Eskisi gibi üretmenin, tüketmenin ve yaşamanın mümkünatı kalmadı. Mümkünatı olmayan şeyi üç aşamada geçebiliriz. Önce onu anlayarak, sonra bilince çıkararak ve nihayetinde aşarak…” diyor ve ekliyor Fikret hoca: “Başka türlü düşünmek, yapmak insan iradesini aşan şeyler değildir…”

Çıkış Buradan sistemin ekonomik, politik, toplumsal ve ekolojik çıkmazlarını eleştirmekle yetinmiyor, çok daha fazlasını yapıyor. İşleyiş mantığına nelerin alternatif olabileceğini, nelerin yok edilip nelerin yeniden inşa edilmesi gerektiğini nedenleri ile açıklıyor.

Kapitalizm, insanlık tarihinde bir sapma, bir parantezdir. Yaşayan her şeyi metalaştıran bu sistem yaşamı mezara ruhu da mezar içinde ki cesede dönüştüren bir yapıdadır. Evet, bir medeniyet ama kadavra medeniyetidir. Böyle bir sistemin rasyonel ilan edilmesi irrasyonel düşüncenin en üst noktasıdır. Şu soruyu sorabiliriz diyor Fikret hoca; Madem bu sistem rasyonel o zaman neden gezegen yaşanmaz halde? Sosyal kötülükler neden iklim krizleri ile el ele ilerliyor? Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki, eşya onu üreten insandan daha değerli halde. İnsanın değer kaybının burada da sona ermediğini söylüyor kitap. Bir tespitte bulunuyor: Sahip olmak insan olmanın önüne geçmiş durumda… Bu akıl almaz mantık bize şunu net anlatıyor , kapitalizm çözdüğünden daha fazla sorun yaratıyor. Hal böyle olunca da insanlığa sunacağı bir şey kalmıyor. Asıl sorun nedir biliyor musunuz; kapitalizmin insana ve doğaya uyguladığı vahşetin sorun edilmemesi.

Fikret hoca konuşmalarında şu konunun üzerinde çok durur: Üretimin tüketimi belirleme süreci kullanım değeri yerine değişim değerini geçirdi. Değişim değeri ile artı değer arasında ki ilişkiyi iyi anlamak kapitalizmi anlamak için çok önemlidir…

Parayı kapitalist ekonominin politik suç aleti olarak görürsek bu aletin ekonomiyi ve toplumu nasıl yönettiğini daha net görebiliriz. Madem ekonomi ve toplum dedik, o vakit Fikret hocanın çok önemli bir tespiti ile devam edelim. Bugün bir diziliş söz konusudur: Ekonomi —> Toplum —> Doğa. En başta ekonominin bulunması onun hem toplumu hem de doğayı işgal ederek ele geçirmesinin sonucudur. Oysa işleyiş tam tersi yönde olmalıdır: Doğa —> Toplum —> Ekonomi şeklinde yapılanmalıdır. Bu yapılanma da ekonomi , toplumun üstünde ve dışında değil onun içinde ve hizmetinde olmalıdır. Biraz önce ifade ettiğimiz kullanım ve değişim değerleri burada daha somut olarak karşımıza çıkmakta . Birinci diziliş değişim , ikinci diziliş kullanım değerlidir.

Kapitalizmin kutuplaştırıcı yapısı diyor Fikret Başkaya; piramit tipi örgütlenmiş toplumsal yapıda hayat bulur. Kapitalizmin aşamalarından değil emperyalizmin aşamalarından bahsetmeliyiz. Kapitalizm , emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız, savaş da iç/dış düşmansız yapamaz. Kapitalizmin bir şeyi daha ürettiği vurgulanıyor: Teknoloji. Günümüz koşullarında sorgulanması gereken teknolojinin kimin tarafında, kimlerin yararına kullanıldığı ve nasıl fetişleştirildiğidir. Teknolojinin büyüme, kalkınma, modernleşme, muasır medeniyete ulaşma gibi noktalarda olmazsa olmaz olarak gösterilmesi tamamen ideolojik bir yaptırımdır. Teknoloji durduk yere ortaya çıkmaz. İşçiye, emekçiye, doğaya ve diğer sermayedarlar ile rekabette önemli bir koz olarak kullanılır.

Kitaptaki önemli tespitlerle devam edelim. Kapitalizmde sömürü gizlidir. Çalıştım kazandım, hakkımı aldım denir. Bu gizliliği pazarlayan ve adına iktisat denen asıl görevi ideolojik manipülasyon olan sahte bir bilim var. Üniversitelerde okutulan ve adına “İktisada giriş“ denen dersin gerçek adı “kapitalizme giriştir.” Kaynaklar sınırlı ama ihtiyaçlar sınırsızdır diyen bu sahte bilim, büyümeyi, ilerleme ve kalkınma ile eşitleyip baş tacı eder. Oysa ilerleme yanlış yolda geride kalmaktır! Geride kalınan bu yolda bağımsızlık da tartışmalı bir kavramdır. Bugünün bağımsızlığı, bağımlılığın yeniden üretilmesidir. Bağımlılığın sürekliliği devletin sermaye ile özdeş olmasının da bir sonucudur. Kapitalist toplumda devlet, sermayenin devletidir ve o yüzden de devletçilik diye bir şey söz konusu değildir. 1980’lerle birlikte devlet sosyal alanlarda küçüldü ama sermayeyi korumak için büyüdü. Bu tarihle birlikte devlet kendi anti tezini yürürlüğe soktu: Özelleştirme!

Özelleştirmeyi, serbestleştirme ve kuralsızlaştırma izledi. Özelleştirme ile ortak mülkiyetin sermayeye devri, serbestleştirme ile sermaye hareketlerini sınırlayan düzenlemelerin kaldırılması, kuralsızlaştırma ile de toplum lehine olan kuralların sermaye lehine çevrilmesi söz konusuydu. Tüm bunların neticesinde ekonomik büyüme denen şey aslında yoksulluğun, açlığın, sefaletin, yıkımın, savaşın, talanın, rantın ve şiddetin büyümesidir .
Bir ülkenin tarımı nasıl çökertilir diye sormakta Fikret hoca: Bir ülkenin topraklarını kullanmak için o ülkeyi işgal etme dönemi geride kaldı. Ulus ötesi şirketler nerede hangi tür tarımın yapılacağına, hangi gübrenin, tohumun, ilacın kullanılacağına karar vermekte.

Üretimin bütün aşamaları standart hale getiriliyor böylece çiftçinin söz hakkı elinden alınıyor. Günümüzde , üreten çiftçi marketten yumurta alan tüketiciye dönüştü.

İnsanlık ve uygarlık önemli bir kavşakta diyor Fikret hoca kitabında. Kavşak, yön değiştirmek başka yönlere gidebilmeyi tercih etmektir. Bu tercihin ilk adımı yeni düşünceler üretmek ve onu örgütleyebilmektir. Ölü bilgilerden, kalıplaşmış düşüncelerden çıkmak gerekmekte. Ama tüm bunları geç kalmadan hayata geçirmeli. Politika sosyalleşmeli. Yani herkes politikanın içine girmeli. Ama maalesef bu gerçekleşmiyor. Bugün 20 sol parti , 40‘tan fazla fraksiyon var. Peki sormak gerek; işçinin emekçinin, ezilen ve sömürülenlerin 60‘tan fazla çıkarı mı var? Bu bölünme itibar, etkinlik ve en önemlisi inandırıcılık sorunu yaratıyor.

Kötü sistemde iyi politikalar üretmek zordur bu durumdan eko-sosyalist bir paradigma ile çıkılabilir tespiti çok büyük önem taşımakta. Eko-sosyalist geçiş programı ekonomik, ekolojik ve demokratik planlama ile sağlanmalıdır uyarısı da ayrıca dikkate alınmalı.

Çıkış Buradan kitabı bir sürecin devamı ve anlatısı. “… Yeni bir örgütsel işleyiş modeli gerekiyor. Bunun için geride kalan 200 yılda patlak veren halk devrimlerinde oluşan örgütlenme biçimlerinden hareketle geçmişten ders çıkarıp bugünün imkanlarını da hesaba katarak yeni bir örgütlenme modeli oluşturmak gerekiyor…”

Yazımızın yolculuğu burada bitiyor ama PARADİGMANIN İFLASI isimli eserle başlayan ve ÇIKIŞ BURADAN isimli kitapla süren yolculuk devam ediyor…

The post Çıkış buradan first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bilimsel bir yazı https://gazetekarinca.com/bilimsel-bir-yazi/ Sat, 30 Apr 2022 16:50:07 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=208744 Başlığı okuduğunuzda muhtemelen aklınıza; bilim üzerine kaleme alınmış bir yazı gelecek ve önüne “bilimsel” damgasının vurulu olduğu görülecektir. Ama amacım hiçte öyle değil. Bilimsel damgasının aslında ne anlama geldiğini bir ön ek olmaktan çok daha fazlası olduğunu koruyucu kollayıcı vasıflar taşıdığını inandırıcı görünmek için onlarca yalana imza attığını deşifre etmek açığa çıkarabilmek. Bu kısa yazının […]

The post Bilimsel bir yazı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Başlığı okuduğunuzda muhtemelen aklınıza; bilim üzerine kaleme alınmış bir yazı gelecek ve önüne “bilimsel” damgasının vurulu olduğu görülecektir. Ama amacım hiçte öyle değil. Bilimsel damgasının aslında ne anlama geldiğini bir ön ek olmaktan çok daha fazlası olduğunu koruyucu kollayıcı vasıflar taşıdığını inandırıcı görünmek için onlarca yalana imza attığını deşifre etmek açığa çıkarabilmek. Bu kısa yazının tarihini sanayi devrimi ile başlatıp bu günlere gelelim. Hazırsanız başlayalım.

Sanayi devrimi aslında bir gerçeğin bize aktarımıdır: Bilimsel gelişim bundan sonra sadece dahilerin buluşları, parlak zekaların icatları değildir. O artık somut sonuçları olan bir sistemin en önemli işleyiş gücü ve bu anlamda atılmış ilk önemli adımıdır. Böylece bilimsel yapı muhafaza kılıfının içine girecek ve birilerinin elinde kılıfından çıkan silaha dönüşecektir. Bu silahın gerektiğinde vurup öldüren gerektiğinde de durdurup dönüştüren bir yapıya sahip olduğunu da belirtelim. Son iki yüz yılın bilimsel mantığı farklı düşünmeyi, yorumlamayı, pratiğe geçirip değiştirmeyi burjuvazinin diğer sınıf(lar) karşısında farklılaşması, el koyması, yok sayması, kendine tabi kılması olarak gördü ve bunu sosyal yaşama uygulamaya koyuldu. Artık bilimsel düşünce bilenin düşüncesi, bilen de yönetenin kendisi olacaktır. Peki ama nasıl?

Vereceğim yanıta geçmeden önce yazının başlığına tekrar dönelim ve soralım: Bilimsel ön eki neyi anlatır ? Örneğin; bilimsel bir pasta tarifi okudunuz. Her şeyi ile bilimsel yöntemler kullanılarak üretilen bu pastayı satın almaya karar verdiniz. Tabi ki üzerinde bilimsel bir etiketi olacak. Etiket pahalı diye itiraz etmek hiç hoş olmaz. Çünkü etikette bilimsel. Hatta bu pasta bilimsel kapitalizmin ürünü olduğu için yemek daha değerli olacaktır. Bir şey daha söyleyelim. Bilimsel kapitalizm çağında insanların büyük çoğunluğu ekmek bulamadığı için pasta yemiyor mu ? Bu şaka bize bir sosyal toplumsal formasyonun önüne bilimsel ön eki almasının onun hatalarını (ve varsa sevaplarını) gizleyemeyeceğini, sorgulanmaktan kaçamayacağını göstermekte. Bilimsel ön eki kutsal mertebeye taşınmadan sual edilmeli. Nasıl bilimsel kapitalizm kavramı dudaklardan gülümsemeyle karışık eleştirel sözcükleri de döküyorsa, bu diğerleri içinde böyle olmalı.

Bilginin iktidar olduğu söylenir. Bilginin yöntemleri de iktidarı kuvvetlendirir ve onu kutsar demektir. Her iktidar karşıt iktidarları ve tümden ona karşı çıkanları yaratır. Kapitalizm fakirleştirerek zenginleştiriyor ise bu proleterleşmenin her yere nüfuz etmesi anlamını taşır. Elinizden avucunuzdan zihninizden alınanlar çalınanlar düşünme, yapma, bilme yeteneklerini de köreltir yani iktidarın dışına iter. Ama bu sürecin sakin, zorluk çıkarmadan, uysal bir şekilde atlatılması gerekir. Bunu yapacak olanlar sahnede yer almak için kuliste bekleyen “bilenler”dir.

Kapitalist uygarlık denen şey aslında gerçeğin dilimlenmiş, parçalara ayrılmış hali ile sunulmasıdır. Gerçeğin, gerçek olmayan yollardan sunumu onun algılanmasını ve kavranmasını güçleştirecektir. Gerçeğin her parçalanışı mesleği uzmanlık olan bilenleri yaratacaktır. Hem kendisine hem de yaptığı işe yabancılaşmış uzmanlar !

Sokaklarımızı şenlendiren, okunan her anons da bizi tebessüm ettiren reklam sloganını değiştirerek kullanalım: Mahalle halkının dikkatine! Uzmanlar ayağınıza geldi. Beş dakika da bilinir hemen teslim edilir!

Bu andan itibaren sorun yok demektir. Ne yiyeceğimize, içeceğimize, giyeceğimize, okuyacağımıza ve hatta nasıl düşüneceğimize bu uzmanlar bizim adımıza karar vereceklerdir.

Hiçbir şey söylememek için her şeyi söyleyen bu bilenler, hiçbir şeyi değiştirmemek içinde her şeyi değiştireceklerdir. Nereye baksanız her yerdeler. Her akşam aynı televizyon kanalında, aynı saatte, aynı konuklarla, aynı konular konuşuluyor. İzlenme rekorları kırılıyor! Bir kişi çıkıp da (tabi ki izlemeyenler hariç) bu insanlar ne diyor demiyor. İşin ilginci bu bilenler işten atılıp kendine muhalif diyen (ki muhalif olmayan) televizyon kanallarına geçince birden muhalif (ki muhalif değil) oluyorlar. Sormak gerek; neden insanlar kabak bile kırk günde yetişir demişler. Bu kadar kısa sürede bu ani dönüş nasıl olmakta ?

İnsanların yarıdan fazlası aç ve bu açların çoğu ölmekte. Ama gelin görün ki, beslenme uzmanları var! Açlık, yoksulluk, ağır iş yaşamı, stres insanları hem fiziksel hem de ruhsal olarak çökertmiş durumda. Ama fizik tedavi ve psikoloji uzmanları var! Açlık sorununu radikal şekilde ele alan, tarımın endüstrileşmesini ve gıdanın metalaşmasını sorgulayan beslenme uzmanlarının olması gerekmez mi? Fiziksel yaşam koşullarının zorluğunun kaynağının kapitalizmin kâr mantığı olduğunu söyleyen fizik tedavi uzmanlarına ihtiyaç yok mu ? Kapitalizmin bilince çıkmasını sağlayan ve hasta toplumun nedenini gösteren psikoloji uzmanlarının bulunması gerekmez mi? Neden tüm dünyada güvenlik (savaş) uzmanları var da, barış uzmanları yok ? Eğitimin ideolojik yaptırım olduğunu, sistemin yeniden üretimini sağlayan bir aygıt görevi üstlendiğini kaç eğitim uzmanı söylüyor ? Özel okul fiyatlarının çok yüksek olduğunu dert edinen eğitim uzmanı neden okulların özelleştirilmemesini, parasız olmasını dert edinmiyor ? İnternet üzerinden yapılan eğitimin eşitsizliği körüklediğini sorun etmiyor da, internetin neden bazı bölgelere erişmediğini birinci sorun haline getirebiliyor. Köylülüğün bugün geldiği durumu araştıran tarım uzmanı neden köylünün sütü marketten aldığını, kendisinin bir tüketiciye dönüştürüldüğünü sorun etmiyor.

Bilimsel kapitalizm bunlarla yetinmiyor elbet. Köprüye araba, hastaneye hasta, özel okula öğrenci, müteahhite kredi konularında son derece hassas ve yardımcı olurken iş köylüye destek, işçi ve emekçiye ücrete gelince hiç de öyle olmuyor bilimsel sermayenin sözcüleri.

Bilimsel ön ekli kapitalizm götürüsü getirisinden fazla olan bir sistem. Bu anlamıyla da her ilerleme geriye atılmış bir adım olmakta. Adımların sayısı ve mesafesi arttıkça gerileme, ilerleme olarak paketlenmekte ve bize yedirilmekte.

Siz, siz olun önüne ek almış kavramları lütfen bir kez daha okuyun, radikal bir eleştiriye tabi tutun.
Yazının yolculuğu burada bitiyor. O halde başladığımız gibi bitirelim. Bir yazının bilimsel olmasındaki en önemli kriter ve belki de birincisi, neye baktığı değil nereden baktığıdır.

The post Bilimsel bir yazı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekoloji mücadelesi üzerine sorular https://gazetekarinca.com/ekoloji-mucadelesi-uzerine-sorular/ Sat, 23 Apr 2022 18:09:51 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=208069 “…iyi bilinen şey tam da iyi bilindiği için aslında bilinir değildir…” der Hegel. Tam da genel anlamda mücadele için özel anlamda da ekoloji mücadelesi için söylenmiş bir söz. Mücadele ve sorunları o kadar iyi biliniyor, her derde deva reçeteler o kadar hızlı yazılıyor ki, benim gibi soru soranlar en hafif tanımla cahillikle suçlanıyor, otur yerine […]

The post Ekoloji mücadelesi üzerine sorular first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“…iyi bilinen şey tam da iyi bilindiği için aslında bilinir değildir…” der Hegel. Tam da genel anlamda mücadele için özel anlamda da ekoloji mücadelesi için söylenmiş bir söz. Mücadele ve sorunları o kadar iyi biliniyor, her derde deva reçeteler o kadar hızlı yazılıyor ki, benim gibi soru soranlar en hafif tanımla cahillikle suçlanıyor, otur yerine deniyor! Olsun biz yine de sormaktan vazgeçmeyelim. Soru sormak cevabın yarısını üretmektir diyerek yol alalım. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazımız sorulara ayrılmış durumda.

Ekolojik mücadelenin bir şekliyle içinde yer alanların her yerde okuduğu bir tanımla başlayalım: Doğanın katlinin sorumlusu sınırsız büyümek isteyen kapitalizmdir. Doğayı metalaştırır, bu durum böyle devam ederse yakında yaşayacak yer kalmaz… Bu tanımlara katılmamak imkansızdır. Olayın gerçeğini kavramanın ilk adımıdır. Buraya kadar tamam. Ama neden hep bu kadarı söylenir ve suçlu ilan edilip iş bitirilir. Bu havale mantığı yeterli değil. Daha fazlasına ise pek değinilmiyor. ( Bu yazıda çözüm önerileri yerine sorularla ilerleyeceğiz). Suçluyu ilan ve deşifre edince suçtan kurtulmuş mu oluyoruz? Hırsızlık yapan birisine ceza vermek hırsızlığa da ceza vermekle aynı şey midir? Kedi kavramı miyavlamaz. Ama kavram üzerinden miyavlatmaya çabalamak ve sonuç beklemek bizi nereye götürür?

Yaşayacak başka gezen (en azından ezilen ve sömürülen büyük çoğunluk için) yok tanımı son derece doğru. Madem onu bu hale getirenlerde belli o zaman neden mücadelede ortaklık olmuyor? İnsanın yok olmasından daha önemli kaybedeceği nesi olabilir? Neden herkes bu acil konu karşısında elindeki kavalı farklı tondan üflüyor? O vakit önümüze örgütlenme sorunu çıkıyor. Onu tartışmak gerekiyor. Ama maalesef tartışamıyorsunuz! Kutsal sayıldığı için bu konuda laf söylemenin ilk cezası hainlik olabiliyor. Tartışmaya başladığınızda bir engel daha sizi buluyor: Bilimsellik kavramı . Bu kavramı ön ek olarak koydunuz mu artık tartışılması imkansızlaşıyor. Bir kere tartışmaya görün bilim düşmanı olmanız an meselesidir.

Ekoloji mücadelesinin sorunları genel sorunlara eklemlenip tartışılmakta , bu da özgünlüğüne set vurmaktadır. İşçi sınıfı hareketiyle ortak yol alınmalı denir doğru da söylenir. Ama sonrası pek dillendirilmez. İşçi sınıfının önderleri ekoloji mücadelesi içinde nasıl olsa bir çare bulur hazır paket sunar deyip beklemeye geçirilir. Neden işçi sınıfı mücadelesi ile ekolojik mücadele ortaklaşamadı? Sorunlar neler? Çözümler var mı?

Sormaya devam edelim. Ekoloji mücadelesine katılanlar farklı sınıfsal kimlik ve aidiyetten. O nedenle katmanlı bir yapı. İçlerinde merkez partilerle hareket edenler çoğunlukta. Sistem-merkez partilerinin hemen hemen tamamı ekoloji mücadelesi için sermayeden yana, ona karşı görünüp aslında onu kollayan mantıkta bildiriler hazırlar ve savunur. Ne ilginçtir ki, bu partilere oy verenlerin büyük kısmı doğa katliamına karşıdır ama buna rağmen partisine oy vermeye devam eder. İkili soru gündeme gelmekte:

1-) Merkez partilerin (ki bunların tamamı sağ ideoloji ile beslenir) siyasi ve ideolojik tavrı ekoloji mücadelesine ve bu mücadele içinde olunmasına egemenin izin verdiği kadarı ile izin vermesinden kaynaklanır.

2-) Ekoloji mücadelesi henüz toplumsal dönüşümün ön saflarında olacak kadar bilince yükselmedi, pratiğe dönüşemedi.

Yukarıdaki ikinci madde bize şu sorunun yolunu da açabilir: Neden kitlelerin talebi ile ekoloji mücadelesinin talepleri örtüşemedi? Ya da çok sınırlı düzeyde örtüşüyor. Bunca yaşamsal zorluğa rağmen neden ekolojik bir muhalefetten söz edemiyoruz? Neden bu güne kadar ekoloji mücadelesi diğer mücadelelerin yancısı olarak görüldü?

Ekoloji mücadelesini “Savunulması gereken bir karış vatan toprağı“ mücadelesi olarak görmek ne demek? Toprağın altında ve üstünde yaşayan milyonlarca canlı benim mülküm benim yaşamım içindir diyen bir mantığın ürünü eşitlikçi, özgürlükçü mücadele yürütebilir mi? Bu ırkçı yaklaşım değil mi? Komşu bir ülke bu konuda laf söylese ve her ülke bu mantıkta yaklaşsa sonuçta sistem karşıtı mı yoksa insan ve doğa düşmanı mı bir yapı örgütlenir?

Ekoloji mücadelesini sınıflar üstü (dışı demiyorum. Çünkü sınıf dışı farklı bir yaklaşım olurdu) ve siyaset dışı gören, gösteren mantık neyi hedefliyor sizce? Kestirmeden söyleyeyim: Tarafsızım, siyaset dışıyım diyerek egemenin safında yer almayı.

Serbest piyasa denen sermayenin serbestliğidir. Halkın geri kalanına ve doğaya serbestlik sunmaz bu sistem. Devletin küçülmesi sermayenin büyümesi içindir. Devlet elini sosyal haklar anlamında geri çekti. Ama sermaye için asla fedakarlıktan çekinmiyor. Görünmez el; haklar, mücadeleler, insana ve doğaya dair istekler olunca bal gibi görünür oluyor. 1980‘lerle birlikte doğa da özelleştirildi ve hâlâ devam ediyor. Ne yazık ki bu süreci de atlıyor, çözüm üretmekte geç kalıyor, birkaç adım geriden geliyoruz. Neden işçi ve emekçi sınıfa karşı yapılan özelleştirmelerin bir benzeri doğa içinde yapılırken sessiziz? Neden doğanın özelleştirilmesine karşı eylem planlarımız yok?

Ekoloji mücadelesinin özneleri kimlerdir? Değiştirici özne mi , eşitlik isteyen özne mi, farklılaşmayı hedefleyen özne mi? Sadece köylüler mi? Özneler birer aktör mü yoksa figüran mı? Hedef sadece isyan etmek mi, yoksa değiştirmek adına çözümlemeye başlamak mı? Ekoloji mücadelesinde eylem alanına gitmek politik piknik yapmaktan daha farklı anlamlar ifade etmesi gerekmez mi? Hafta sonları için seyahat planı olabilir mi bu eylemler?

Bugün ekoloji mücadelesi eski sol/sosyalist hareketlere yeni bakış açıları, perspektifler sunabildi mi? Onların deneyimlerinden olumlu ve olumsuz dersler çıkarabildi mi? Örneğin örgütlenme sorunu hakkında düşüncesi var mı? Varsa neler?

Ekoloji mücadelesi doğaya uygulanan her tür şiddetin sadece afişe edilmesinden mi sorumludur? Afişe etmek önemli olabilir ama daha önemli şeylerde var. Örneğin, ekoloji mücadelesi kişiye ne kadar dokunuyor ve buradan hareketle insan ve doğa arasındaki bütünlüklü , tahakküm dışı ilişkiyi örgütleyebiliyor? Katılımcı, aktif, mobilize, ofansif, sadece direnmeyen ve sonuca odaklanmayan onunla yetinmeyen rollerinde üstlenilmesi gerekmiyor mu? Sadece sağduyularla hareket etmek, içgüdülerle var olmaya çabalamak egemenin ekmeğine yağ sürmekten başka ne olabilir ki?

Evet, bu yazı sorulardan oluştu ama doğru soru sormayı bilmenin doğru çözümler için atılacak önemli adım olduğuna inanmaktayım. Bir şeyi daha belirtmeliyim ki; sorunu onu yaratanlarla birlikte çözemeyiz.

Madem sorularla başladık antik Yunan’dan bir filozofun değerli sözü ile bitirelim: Bir cevabım var sorusu olan var mı?

The post Ekoloji mücadelesi üzerine sorular first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sınıfın tanımı https://gazetekarinca.com/sinifin-tanimi/ Sun, 17 Apr 2022 07:12:33 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=207016 “…Ayrı ayrı bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak savaş yürütmek zorunda kaldıklarında sınıf oluştururlar…” diyor Marks ve Engels Alman İdeolojisi isimli değerli çalışmalarında. Yani diyorlar ki ; sınıf olmak aynı zamanda ortak mücadele yürütmektir. İşte sınıfın tanımının yolcuğu böyle başlıyor. Gelin biz de bu yolculuğa birlikte çıkalım. İnsanın doğumundan itibaren kendisini içinde bularak var […]

The post Sınıfın tanımı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“…Ayrı ayrı bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak savaş yürütmek zorunda kaldıklarında sınıf oluştururlar…” diyor Marks ve Engels Alman İdeolojisi isimli değerli çalışmalarında. Yani diyorlar ki ; sınıf olmak aynı zamanda ortak mücadele yürütmektir. İşte sınıfın tanımının yolcuğu böyle başlıyor. Gelin biz de bu yolculuğa birlikte çıkalım.

İnsanın doğumundan itibaren kendisini içinde bularak var ettiği sınıfsal alanlar üretim tarzlarının sınırlarına sahiptir. Bu sınırlar aynı zamanda kutuplaşmanın da üreticisidirler. Kutuplaşma, aralarında hiyerarşik düzensizliklerin var edildiği piramit tipi örgütlenmenin sonucudur. En yukarıda bulunan en az, en çoğa sahip olurken, en altta bulunan en çok, en az şeye sahip olmaktadır.

Sınıfın tanımı elbette üretim tarzı kavramından bağımsız yapılamaz. Ek olarak politik, kültürel, ideolojik tanımlamalar ve bunların yansımaları da konulmalıdır. Konuyu uzatmadan ve dağıtmadan biçimlendirmeye çalışalım. Üretim tarzı üretim araçlarının varlığını gerektirir. Bu da özel mülkiyeti yani sahip olmayı gerektirir. Özetle özel mülk, sizin diş fırçasına sahip olmanız değil, diş fırçası fabrikasına sahip olmanız demektir. Durum böyle olunca da fabrika sahibi daha fazla kâr için hem çalıştırdığı kişilerden hem de doğadan çalacaktır. Hem insanın hem de doğanın değerlerini kendi bünyesine değişim değeri olarak katacaktır. Bu en masum ifadeyle hırsızlık yapacaktır.

Kapitalizm, sınıfların varlığı nedeniyle tezgah sistemi haline gelmiştir. Tezgahın neresinde durduğunuz sizin sınıfsal konumunuzla direkt orantılıdır. Tezgahın önünde yada arkasında bulunmak (alıcı – satıcı olmak) ekonomik zorların belirlemesi altındadır. Birde siyasi olarak tezgahın neresinde durduğunuz önemlidir. Bu da tezgaha gelip gelmediğinizi anlatacaktır.

Tezgah tanımı bence çok önemli ve buradan ilerleyebiliriz. Tezgah tanımının ikili anlatımı (ekonomik ve siyasi) bize yeni kapılar açacaktır. Şunu belirtmeliyim ki, sınıf tanımını salt ekonomik düzeyle yapmak başlangıç için gereklidir fakat eksiktir. Onu tamamlamak için işin içine siyasal fonksiyonları da dahil etmek gerekir. Ekonomik ve siyasal iki yapıyı içinde barındıran sınıf tanımı daha net analizler yapmamızı sağlayacaktır. İlerlemeye devam edelim.

Marksist analizin önemli iki kavramına geldik: Kendinde sınıf ve kendi için sınıf. Bir parantez açmak isterim: Karmaşık, kafa bulandıran tanımlar yapmak, zor sözcükler seçmek bilmenin değil tam tersine bilmemenin yada eksik bilmenin göstergesidir. Bu nedenle basit, gündelik, anlaşılır tanımlarla yolumuza devam edelim. Kendinde sınıf; ekonomik olarak tezgahın neresinde durduğunuzu tanımlar. Yani diş fırçanız mı var, yoksa diş fırçası fabrikanız mı? Yani iş gücünü satıyor musunuz yoksa satın mı alıyorsunuz? Gelelim kendi için sınıf tanımına. Bu siyasi, kültürel, ideolojik olarak tezgaha gelip gelmediğiniz ile belirlenir. Bu tanımda sadece diş fırçası sahibi (ekonomik anlamda sınıf üyesi) olmak yetmez. Bunun yanında toplumsal değişimi hedefleyen eylemler, mücadeleler, bedeller ödeyip ödemediğiniz (siyasi anlamda sınıf üyesi olmanız) belirleyicidir.

Marksist analizin sınıf tanımında zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlardan uzun uzadıya bahsedilir. Roza Luxemburg zincir metaforunu harika bir dille şöyle geliştirmiş: Hareket etmeyen zincirlerinin farkına varamaz. Zincir metaforu üzerinden anlatılan işçi sınıfıdır. Fakat sadece işçi sınıfı demek ve orada durmak bizim tanımımızı tam olarak karşılamaz. Tarihsel köken itibarı ile işçi sınıfı merkez kapitalist ülkelerdeki endüstri işçileri için (özellikle İngiltere’de) kullanılıyordu. Onun yerine proletarya demek tanımımızı daha geliştirecektir. Proleter yoksuldur bunun yanında vücudu dışında hiçbir özel mülkü yoktur. Diş fırçası özel mülk değildir ama diş fırçası fabrikası özel mülktür. Bu nedenle proleter ücret karşılığında iş gücünü kapitalist sermayedara satar. Dikkat ettiyseniz emeğini demedim iş gücünü satar dedim. Bu önemli ayrım kapitalizmde bir çok şeyi gizler. İşçi emeğimi sattım tam karşılığını aldım der. Bu yanlıştır. İş gücünü satar ve 8 saatlik çalışmanın 4 saatlik karşılığını alır.

Bir dikkat daha . Yukarıda hem proleter dedim hem de proletarya. Şimdi bu iki tanım arasında ki farka gelelim: Proleter, ekonomik tanımdan hareketle oluşturulur. Çıplak insan emek sürecinin öznesidir ve yaşaması hayatta kalması ile sınırlıdır. Proletarya ise siyasi tanımdan hareketle oluşturulur. Siyasi ve tarihsel sürecin öznesi olma anlamında yaşamı sadece hayatta kalmak ile sınırlanmamıştır. Yaşanılan ekonomik ve siyasal süreçlerin farkına varan proletarya buradan hareketle değiştirici olma görev ve sorumluluğunu da üstlenmiştir. Proleter, kendinde sınıf bilincinin taşıyıcısı iken, proletarya kendi için sınıfın aktif öznesidir. Proleter ve proletarya arasındaki organik bağlar sınıfın mücadele gücü içinde önemli kazanımlardır. Ekonomik ve siyasi olguların farkına varan proletarya diş fırçasından diş fırçası fabrikasına giden sürecin de bilincindedir artık.

Kapitalizm hem ekonomik hem de siyasi anlamda mülksüzleştirerek yol almakta. Bu ikili saldırıya karşı proletaryanın da diğer sınıfsal oluşumlar ile birlikte ittifaklar yapması kuşkusuz mücadele için son derece önemli ve gereklidir.

Başladığımız gibi bitirelim. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan ekonomik özne ve hareket ettiğinde zincirlerinin farkına varan siyasi özne, zincirleri yok edecek mantık ve mücadele madalyonunun ayrılmaz iki yüzüdür.

The post Sınıfın tanımı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Doğanın teknik yıkımı https://gazetekarinca.com/doganin-teknik-yikimi/ Sat, 09 Apr 2022 17:38:23 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=206213 “…Teknoloji harikası, doğa dostu ürünler siz müşterilerimizi bekler…” Bu ve buna benzer birçok reklam spotu görmüşsünüzdür… Bu bilinçli olarak bir ürünün planlı satışı demektir. Deniliyor ki; günümüz teknolojisi doğa ile uyumlu ve her daim onun dostu, insanlığın hizmetçisi ve destekçisidir. Aslında bir şeyler daha söyleniyor: Teknoloji deniyor, ilerlemenin, kalkınmanın, refahın, iyiliğin en temel kaynağıdır. Ona […]

The post Doğanın teknik yıkımı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“…Teknoloji harikası, doğa dostu ürünler siz müşterilerimizi bekler…” Bu ve buna benzer birçok reklam spotu görmüşsünüzdür… Bu bilinçli olarak bir ürünün planlı satışı demektir. Deniliyor ki; günümüz teknolojisi doğa ile uyumlu ve her daim onun dostu, insanlığın hizmetçisi ve destekçisidir.

Aslında bir şeyler daha söyleniyor: Teknoloji deniyor, ilerlemenin, kalkınmanın, refahın, iyiliğin en temel kaynağıdır. Ona karşı çıkmak tüm bunlara ve insanlığın güzel geleceğine karşı çıkmaktır. İflah olmaz gericiliktir… Teknoloji düşmanı değilim ama teknolojinin kimin için, kimin yararına, kim tarafından kullanıldığına bakmak gerek sorgulamak gerek diye düşünmekteyim. Kutsallık mertebesine yükseltilmiş ilahi teknoloji elbette sorgulanacaktır!

Bugünün teknolojisi insan ve doğa üzerinde planlanmış, hesaplanmış hakimiyettir ! Hatta bir adım daha ileri gidip şunu söyleyebilirim; teknoloji, bilim kisvesi altında hem insan hem de doğaya karşı illegal faaliyet yürütmektedir! Bu faaliyet bizi şu noktaya varmaya götürür: Teknolojinin uygulanması kadar hatta ondan bir fazlası olarak teknolojinin kendisi bir tahakkümdür !

Teknolojinin kutsallık zırhı o kadar kalındır ki, yanına yaklaştığınızda zırhın büyüsü aklınızın sınırları içinde oyuna başlar. Ağzınızdan aniden şu sözler dökülebilir: Teknoloji rasyoneldir. Peki ama bu rasyonalite, kapitalizmin irrasyonalitesini akıl yoluyla kapatma hilesi olmasın? Ve bir soru daha: Teknoloji durduk yere çıkmadığına göre onu çıkaran nedenler nelerdir ?

Nedenler sermayenin çıkarlarında yatmakta. Birincisi; artı değeri yaratan canlı emek ve doğaya olan bağımlılığı yok etmeyi amaçlıyor. Gezegenin sınırlarını bile bile onunla savaşmayı sürdürüyor. Savaş aleti olarak da tekniğe güveniyor. İkincisi; diğer sermayedarlarla giriştiği rekabet yarışında hem hız kazanmak hem de pazar kapıp diğerlerini alt etmek için tekniği geliştiriyor.

Modernite ile birlikte insan aklının yeterliliği hız kesmedi. Benim aklım bundan daha fazlasına yeter dendi. Aklın hizmetine giren teknolojinin de mutluluk kaynağı olacağı belirtildi. Devamında da teknik ilerleme ile toplumsal sosyal gelişim arasında bire bir sıkı ilişkiler olduğu söylendi. İlerlemek, modernleşmek, batılılaşmak, kalkınmak için teknik olarak gelişmek gerektiği dikte edildi. Gerçekler tersini söylese de bu şarkı hala dillerden düşmedi. Ne ilginçtir ki bu nameler bugün de sol cenahta da seslendiriliyor!

Teknolojinin demokratikliği sınıf mücadelesinde sermayedarı korumaya yetecek kadardır. Teknik ilerleme de öyle söylendiği gibi özgürlük falanda getirmez. (Elbette üretimin belirlediğinin dışında teknikler ve özgürleştirmeler var. Ama bunlar genel kaideyi bozmuyor). Tam tersine bağımlılık ve sıkı denetimler getirir, tahakkümü olağanlaştırır.

Tekniğin sadece alete, makineye indirgenmesi bilinçli ve programlı olarak yapılıyor. Politik, ideolojik yapısı gizleniyor. Teknik sınıflar üstüdür diye de bir uydurma ortaya atılıyor.

Tekniğin asıl amacı sürekli üretim için araçlar üretmek olarak algılanınca insan da araç yapan nesneye indirgeniyor. Bir kere araç olan insanın amacı da kalmıyor. Amaçsız insan önce kavrama, sonra da değiştirme yeteneğini kaybediyor.

Teknolojinin kurtarıcı olarak görülmesi çevre hareketlerini de etkisi altına almış durumda. Bir bölgedeki doğa katliamına karşı teknik bilgi, hesap yöntemi elbette önem taşır. Mühendislik bilgi tabi ki kıymetlidir ama hareketin hepsini kapsamaz, kapsayamaz. Teknik personel en nihayetinde ben uzmanım, politika, siyaset bana göre değil der ve çekilir. Yani tarafını belli eder. Teknik hesap sonuç odaklıdır ve nedenlerin politikası ile ilgili değildir. Ama biliyoruz ki; çevre hareketleri sonuç odaklı olamazlar.

Şu soru ile devam edelim: Madem teknoloji harika bir şey, insanlığın ve doğanın iyiliği için var o vakit neden iklim krizleri, yıkım, talan, açlık, sefalet, savaşlar var ? Örneğin ileri teknoloji olarak sunulan GDO‘lu ürünler gerçekten açlığı yok etmek için, besin değerini yükseltip herkese yetecek ürünler sunup sağlıklı nesiller yetiştirme çabasının bir sonucu mu ? Bu sorulara verilecek cevaplar bizlere sunulan; çevre dostu otomobil, yeşile dost otobüs, sürdürülebilir ekolojik kalkınma vd.’nin içi boş, laf salatası olduklarını kanıtlamaya da yetecektir. Bu yalanlar ancak söyleyenini oyalar o kadar.

Kapitalist sistemin bir sonucu da insanların üretimin sadece sonuçları ile ilgileniyor olmalarıdır. Üretim sürecinin doğaya uyguladığı yıkımla pek ilgilenilmiyor. Ta ki yıkım kapımızın önüne gelinceye dek. İtiraz safhasını aşıp mücadeleye kalkışınca da bu kez örgütlenme sorunları dikiliyor karşımıza. Bu konuyu ilerde detaylı tartışacağımızı söyleyip şunu ekleyelim: Örgütlenme sorunlarını anlamak doğanın teknik yıkımını anlamayı da kolaylaştıracaktır.

Başladığımız gibi bitirelim. Hem teknoloji harikası hem de doğa dostu ürünler aldatmacıdır, gözü ve sistemi yeşile boyama uğraşıdır. Biliyoruz ki; temiz kapitalizm yoktur ve kapitalizm yok ederek yol alır.

The post Doğanın teknik yıkımı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Teori üzerine https://gazetekarinca.com/teori-uzerine/ Sat, 02 Apr 2022 19:18:20 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205519 Eski Yunan klasik felsefesinde teori, görmek anlamına geliyor. Theoria kelimesinin kökenini oluşturduğu teori bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine giden, gittiği yerdeki tören, kutlama, ayinleri vd. izleyen ismi theos olan devlet memurlarının gördüklerini, izlediklerini olduğu gibi kendinden bilgi katmadan anlatmaları anlamına geliyordu. Theos‘un kökeni de thea sözcüğüdür ki bu da bakmak, izlemek, tiyatro anlamlarını […]

The post Teori üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eski Yunan klasik felsefesinde teori, görmek anlamına geliyor. Theoria kelimesinin kökenini oluşturduğu teori bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine giden, gittiği yerdeki tören, kutlama, ayinleri vd. izleyen ismi theos olan devlet memurlarının gördüklerini, izlediklerini olduğu gibi kendinden bilgi katmadan anlatmaları anlamına geliyordu. Theos‘un kökeni de thea sözcüğüdür ki bu da bakmak, izlemek, tiyatro anlamlarını taşır. Gösteriden düşünceye kadar giden köklü bir serüveni var teorinin.

Yukarıdaki kısa tanım da dikkat çekici bir nokta var: İzlenen şeylerin insan düşünce ve yorumuna kapalı şekilde aktarılması. Bu aynı zaman da insan ve onun algılayıp dönüştürme yeteneğini de engeller niteliktedir. Tarihsel olarak eski olan bu anlayışa ne yazık ki bugünde yabancı değiliz. İnsanın düşüncesinden onun koşullar karşısında ki yorumundan ve bunu geliştirmesinden koparılan teori zamanla ideolojik bir kılıfla kaplanacaktı.

Teorinin ideolojikleşmesindeki en önemli virajlardan bir tanesi de pozitivizm ile olan ortaklığıdır. Kişiyi putlaştırarak sahne alan pozivitizmin üzerinde ki pelerin felsefi ve bilimsel payaler taşıyacaktı. Putlaştırılan kişi elbette başka teorilerden etkilenmeyecek , etkilense bile bunu el çabukluğu ile gizleyecekti. Oyun etkileyici sözlerle ilerliyordu : Toplum sınıflara bölünmemiştir. Sınıflar olmadığı içinde sömürü yoktur, imtiyazlı kesimde yoktur !

Pozitivizmin dogmatik yapısı elbette bunlarla sınırlı değildi. Toplumsal yaşam ile doğal yaşam arasında bire bir sıkı ilişkilerin olduğu söylenirken aslında istenen ve amaçlanan toplumsal yaşamda olup biten her şeye (sömürüye, baskıya, savaşlara, talana, sefalete…) doğalmış, olması zorunluymuş gibi bakılmasını sağlamaktı. Doğal olan bu anlayış anlamlı sebeplere dayandırılacaktı. Kısa süre sonra muhteşem anlamlı sebepler dizisi yürürlüğe kondu ! Nasıl ki doğa yasaları değişmezdir o vakit toplumun işleyiş yasaları da değişmezdir. Bu anlamı ile toplum yasaları ve düzenin işleyiş mantığı insanın irade ve bilincinden bağımsız, onun dışında ve üzerindedir. Bu düşüncenin devamı tahmin edildiği gibi olacaktı: Toplumsal yaşamı ve işleyiş sistemini değiştirmeye çabalamak , daha farklı bir yaşamı arzulamak nafile ve boş bir çabadır. Var olan pozitif bir yaşam ve getirdiği sistemdir. Değiştirmek negatif bir istemdir ve imkansızdır !

Teorinin nesnelleştirilme çabası insanı ve iradesi ile bilincini birbirinden ayıracaktı. Pozitivizmle birlikte ivmelenen bu süreç hız kazanarak devam etti. Teori ile pratik arasında ki bağın koparılması da bu süreçte çok sarsıcı etkiler yarattı. Teori bir süre sonra kendi karşıtı olarak adlandırılacak pratik ile çatışma içine girdi. Bir noktayı belirterek devam edelim: Teori ve pratik arasında ayrım olması farklı bir şey, onları karşıt kutuplarmış gibi sunmak ayrı şeydir.

Teoriyi durağan, yerinde sayan, toplumdan kopuk zihinsel deney sayanlar dört elle pratiğe sarıldılar. O derece ileri gittiler ki; teorik hiç bir metne ve çalışmaya itibar etmediler. Teorisizm saptaması maddi gerçeğin salt soyutlaması olarak kalamazdı. Bir adım daha gerekiyordu ve atıldı: Yorumlama ve değiştirme arasına kökleri teori ve pratik ayrımında yatan kalın bir duvar çekildi. Yorumlama ve teori önce salt okumaya ardından etkisizleştirilme saplantısına daha sonra da pasifleşmeye vardırılacaktı.

Tabi ki okuma, anlama, yorumlama ve değiştirme arasında ki bağların kopmasından kendisine vazife çıkaranlar da olacaktı. Sözün eylemden kopması ile oluşan boşluğu uzmanlar ordusu doldurmakta gecikmedi. Her şeyi bilen bu profesyoneller hiç bir şey söylememek için her şeyi söylediler ve söylüyorlar. Lampedusa‘nın mükemmel sözünü kendilerine hatırlatalım “ hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek gerekiyordu.”

Teorinin ideolojikleştirilme süreci karşımıza iki kavram koyar. Birincisi koruma, ikincisi değiştirme. Koruma isteği daha kötü olandan, olacaklardan sakınmak isterken değiştirme isteği iyi olandan, olacaklardan bahseder. İki durumda da olan ve olacak olan tekele alınmış, insan irade ve eyleminden koparılmıştır. İnsanın tarihi yazan özne rolü gitmiş yerine tarihin yazdığı insan figürü konmuştur. Tarihi yazan insan tarihi yazılan insana dönüşünce de teorinin anlam kaybı yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Oysa teori ile pratik arasında çok sağlam iç içe geçişler, tamamlamalar söz konusu. Teori, yaşamın sadece yazılı bir metinden daha fazlası olduğunu bize her saniye anlatmakta. Teorinin pratik, pratiğinde teorik bir faaliyet olduğunu söyleyebiliriz.

İtiraz ve eleştiriye açık olmayan hiç bir teori gelişemez ve hatta yaşayamaz. Açık olmama durumu devam ederse önce karşıtına benzeyecek daha sonra yasalaşacaktır. Yasalaştığı andan itibaren de dokunulmazlık zırhına bürünecektir. Bu zırh hem dışardan içeriye hem de içerden dışarıya giriş çıkışları kapatacaktır. Katılaşma kaçınılmazdır. Oysa Marx‘ın söylediği gibi “katı olan her şey buharlaşacaktır.”

Başladığımız gibi bitirelim. Görmek, anlamak, değiştirmek arasında insan irade ve eylemi ile bütünleşmiş bağlar mevcuttur. Lenin‘in birbirinden ayrıymış gibi görülen ve yorumlanan ama aslında birbirini tamamen destekleyen iki çok önemli sözüne kulak verelim: “ Devrimi bir kez yapmak bin kez yazmaktan iyidir“ der Lenin ve ekler “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz.”

The post Teori üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eko (nomi-loji) birlikten ayrılığa https://gazetekarinca.com/eko-nomi-loji-birlikten-ayriliga/ Sat, 26 Mar 2022 20:17:38 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=204759 Ekonomi ve ekolojinin Antik Yunan’daki etimolojik kökenine bakarsak ikisinin de “Oikos” kelimesinden türetildiğini görürüz. Okio-nomia ve oikos-logos. Bu ortak köken, başlangıç için bize birçok şeyi anlatmakta. Her şeyden önce insan ve doğa arasındaki tarihsel ilişkiye gönderme yapmakta. Önce insanın doğanın içine girmesi, onunla bütünleşmesi sonra ona rağmen onu dönüştürmek istemesi ve en sonunda da ondan […]

The post Eko (nomi-loji) birlikten ayrılığa first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekonomi ve ekolojinin Antik Yunan’daki etimolojik kökenine bakarsak ikisinin de “Oikos” kelimesinden türetildiğini görürüz. Okio-nomia ve oikos-logos. Bu ortak köken, başlangıç için bize birçok şeyi anlatmakta. Her şeyden önce insan ve doğa arasındaki tarihsel ilişkiye gönderme yapmakta. Önce insanın doğanın içine girmesi, onunla bütünleşmesi sonra ona rağmen onu dönüştürmek istemesi ve en sonunda da ondan uzaklaşıp hükmetmeyi denemesi.

İnsanın yaşam için başlattığı üretme, tüketme ve dönüştürme isteği onu ekoloji karşısında hakim konuma yükseltip ekolojiyi ekonominin bir alt kümesi olarak görmesini sağlayacaktı. Başlangıçta “oikos” ev ekonomisi anlamında kullanılıyor. Yani hane halkı ekonomisi. Yeme, içme, barınma, üretme, tüketme… kısacası yaşamak ve devam etmek.
Oikos, insanı ve doğayı önce ev içinde buluşturan bir ortaklığı anlatıyor. Örneğin, eve ait bir bahçe ve ikisinin yaşam-geçim üzerine karşılıklı alışverişleri. Evin içinin yönetimi zamanla doğanın da yönetimini kapsamaya başlayacaktı. Bahçede yetişen elma doğal anlamı ile elmaydı ama ekonominin hakimiyeti ile birlikte elma olmaktan çıktı ve meta olarak karşımızda yer aldı. Buna elmanın doğal özelliklerinin kayboluşunu da ekleyelim. Başlangıç, ihtiyaç için üretimdi. Günümüzde ise üretim için ihtiyaç yaratılır oldu.

Oikos ile başlayan birliktelik son beş yüz yılın özellikle ikinci yarısında (sanayi devrimi sonrasında) iyice ayrıştı. Dünya ekonomi için bir şantiyeydi ve bu şantiyenin işlerlik alanı ekolojiydi ! Günümüzde kazma vurulmamış yerimiz (ne altımız ne üstümüz nede en üstümüz) kalmadı.

Ev tanımı aslında hem hanenin hem de hepimizin ortak yaşamını simgeliyor. Ortak ev tanımı kulağa hoş gelse de günümüzde işlevi kalmadı. Bu anlamı ile gezegen – ikinci gezegen ayrımı yapmak mümkün. Birinci gezegen tüm ayrıcalıklardan yararlanan yani iş bitirenlerin evi iken, ikinci gezegen bu ayrıcalıkların hiç birisinden (hatta temel değerlerden) yararlandırılmayan yani işi bitirilenlerin evsiz kalışı olacaktı.

Sınırsız büyüme isteği sınırlı bir coğrafya (tüm gezegen) için anlamsız görülebilir. Ama kapitalizmin yani ekonominin kalbi bu büyüme ile atar. Büyüme durursa kalpte durur. Öyleyse evin her yeri işgal edilmelidir. Bu durumda gezegen – ikinci gezegen kavramı bir kez daha karşımıza çıkar. Bu kez başka gezegenlere ihtiyaç duyulması anlamında.

Sürekli üretimin tükettiği evimiz iklim krizleri ve ekolojik yıkımla karşı karşıya. Ya evimiz ya hiçbirimiz noktasına doğru son sürat ilerliyoruz. Ekolojik sorunlar günümüz koşullarında ekonomik zorluklardan kaynaklanmakta. Tabi buda ekolojik ve ekonomik bakışları farklılaştırmakta. Buzulların erimesi ile kârların erimesi arasında neye nereden baktığımız ile ilintili doğrusal ilişkiler mevcut.

Kapitalizmle birlikte insanlık önemli bir şeyin daha farkına vardı. İnsan hem bulan hem de bozan sıfatlarını taşıyandı. Diğer canlılar doğada buldukları ile ve onunla uyum içinde yaşarken, insan bulmak için bozdu. Bozdukça, kurtarmak adı altında işlediği suçların üzerini örtmeye çalıştı.

Ekonominin her şeyi belirliyor oluşu sözü politik mücadeleyi asla geri planda bırakmamalı. Bu yazının sınırlarını aşan bir konu olsa da şunu belirtmek isterim ki , politikleşmemiş hiç bir mücadele biçimi kazanan tarafta olamaz.

Ekonominin bilim statüsüne çıkarılışı da belirli amaçları gözeterek gerçekleşti. İktisat, doğal bilimler mertebesinde insan iradesinden bağımsız ve hatta onun üzerinde yer alacak bir bilimdir ve adı da anlı şanlı ekonomidir ! İnsanı merkeze koyan bu bilimci anlayışa göre; kaynaklar kıttır çünkü nedeni bencil doğadır oysa ihtiyaçlar sınırsızdır nedeni de mükemmel insandır ! Bu bakışın bizi sürüklediği noktayı göstermesi açısından şu tanımı yapmak gerekli: Paranın satın alamayacağı şeyler günümüzde para için satılan şeylere dönüşmüş durumda.

Başladığımız gibi bitirelim. “Oikos” başlangıç noktası olarak alınırsa kökenler ortaktır. Ama bu ortaklık günümüzde ekonomi lehine ve ekoloji aleyhine sona ermiş durumdadır. Bize düşen en önemli görev, vakit kaybetmeden ekonomiye karşı ekolojiyi savunmak olacaktır.

The post Eko (nomi-loji) birlikten ayrılığa first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sosyal bilimler ve kopmalar https://gazetekarinca.com/sosyal-bilimler-ve-kopmalar/ Sat, 19 Mar 2022 20:23:21 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=203951 Hakan Yurdanur Uygarlığın sermaye biçimindeki var oluşu ile birlikte önce felsefe ile bilim arasında ki bağlar koparıldı. Bu ileride atılacak yıkıcı adımların ilki ve en önemlisiydi. Böylece bilimin sadece bilgi edinme etkinliği olarak yaşamasına izin verilirken onun eylem yani değiştirme biçimi öldürülecekti. Bu aynı zamanda gerçeğin ve olup biten hakikatin önüne büyük engeller koymak demekti. […]

The post Sosyal bilimler ve kopmalar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Uygarlığın sermaye biçimindeki var oluşu ile birlikte önce felsefe ile bilim arasında ki bağlar koparıldı. Bu ileride atılacak yıkıcı adımların ilki ve en önemlisiydi. Böylece bilimin sadece bilgi edinme etkinliği olarak yaşamasına izin verilirken onun eylem yani değiştirme biçimi öldürülecekti. Bu aynı zamanda gerçeğin ve olup biten hakikatin önüne büyük engeller koymak demekti. Direnişin gerçek bilgiye ulaşmadaki rolü yok edilmeye çalışılıyordu.

Atılan ikinci adımda söylem evrensellik mertebesine yükseltilip pazarlanıyor böylece sınıflı toplumlarda sınırların kalktığı ima ediliyordu. Hemen ardından büyük bir kopuş daha gerçekleşti: Sosyal bilimler ile doğa bilimleri ayrıldı.

Bu kopuş insanın toplumsal ve tarihsel var oluşunun temel çelişkilerinden biri, belki de en önemlisi olan üretim ve sömürü ilişkileri arasındaki birebir bağlantıyı da koparmak ve ayırmak üzere planlanmıştı.
Kopuşlar sol – sosyalist hareketlerin teori ve pratiklerinde de kendini gösterdi. Politik, ideolojik alanın dil üzerinden inşası ya da ekonomi merkezli katı merkeziyetçi anlayışlar vd…

Sosyal bilimler bu ayrışma ve kopuş biçimleri karşısında ki bölünmelerine hız kesmeden devam etti. Önce kendi içinde küçük bölümlere daha sonra daha alt bölümlere ve hatta daha daha alt bölümlere ayrışarak yol aldı. Bu ayrışmalar ve parçalanmalar öznelerini yaratmakta gecikmedi. Önce uzmanlaştılar ardından profesyonellik payesi kazandılar. Hemen hemen her televizyon kanalına (yada toplantı ve panele) çıkıp hiçbir şey söylememek için her şeyi söylediler… Sol – sosyalist cenahta da bu konuda pek değişim sergilenmedi. Aynı isimler hemen her yerde boy gösterip aynı şeyleri, farklı şeyler söylüyoruz şarkısı eşliğinde dinleyicileri ile paylaştılar. Ne yazık ki bugün de değişen pek bir şey yok. Nereye bakarsanız bakın aynı başrol oyuncuları sahnede…

Uzmanlaşma – profesyonelleşme – memurlaşma , arasında çok sıkı bağların olduğunu hatırlatalım. O nedenle nerede bu kendinden menkul, her şeyi bilen uzmanlar ile karşılaşırsanız bir kez daha düşünün derim.

Felsefenin bilimden koparılması ile başlayan süreç zaman içinde “iyi ve güzel“ olanın gerçek ve görünen olanla buluşmasını da engelledi. Böylece iyi olan ile olmayan, gerçek olan ile olmayan arasındaki net ayrımlar da grileşti, silikleşti. Bu aynı zamanda insanı tutsak eden ilişkilerin anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını, eyleme dönüştürülerek bunlardan kurtulunmasını frenleyici etki yaptı.

Sosyal bilimlerin doğa bilimlerinden kopuşunda ve parçalara ayrılışında kavram kaymalarının da önemi büyük. Olan gerçeği gizleyen yada olmayanı icat eden kavramlar bilinç ve eylem bulanıklığı yaratacaktı. Bu bulanıklıklar ne ilginçtir ki bilim kisvesi adı altında sunuldu. Amaçla araç yer değiştirdikçe bulanık görme derecesi yükseldi. Yağmur damlasının yere düşmek gibi bir niyeti yok ama bu niyet insan zihnine yüklenirse pek ala inandırıcı hale getirilebiliyor. Yürümemiz için ayağımızın olduğunu söyleyen bakış ile ayağımız olduğu için yürüdüğümüzü söyleyen bakış bizimde nereden baktığımızı belirler niteliktedir.
Kavramın kimin elinde ve kime karşı kullanılıyor oluşu da büyük öneme sahip. Kedi kavramı miyavlamaz ama bu kimin tekelinde olduğu ile de yakından bağlantılıdır.

Kopmalar insan eyleminin anlaşılmasının önünde de sorunlar yarattı. Bütünü görmek ve sonuçları hakkında analiz yapma yeteneği dumura uğradı. Bir önemli ayrım daha kapıda hazır bekliyordu. İçeri girmesi zaman almadı. Bilimsel çaba ile bu çabanın sonuçları arasındaki “etik” kaygılarda yok oldu. Bilimsel çaba ve onun aktörleri modern zamanların teknolojik harikalarını iktidar için geliştirirken, insana ve doğaya yapılan saldırılar karşısında susmayı, görmemeyi, duymamayı tercih edeceklerdi.

Diğer taraftan doğa ve sosyal bilimler arasındaki ayrışmayı tersine çevirmek isteyen yaklaşımlar da vardı. Doğanın işleyiş yasaları ile düşüncenin hareket yasaları arasında kurulması düşünülen birebir ilişkiler üzerinden yansımalar üretilirken, pozitivist kaymalarda su yüzüne çıkacaktı.

Felsefe – bilim , doğa – sosyal kopmaları kapitalizmin egemenliğini arttırmasıyla yabancılaşmayı da derinleştirdi. Yemek üreten fabrikada çalışıp evine aç dönen insan bu derinleşmenin ürünüydü. Bu aynı zamanda ürettiğine sahip olamamak, üretim ile ihtiyaç arasındaki bağın da kopması demekti.

İlginç olan bir durum var. O da, modern bilimin tarihi ile kapitalizmin insan ve doğa üzerinde sömürüye, yağma ve talana başlama tarihlerinin denk gelmesi ! Modernitenin yarattığı bu uygarlık hep batı uygarlığı olarak adlandırılıyor. Siz hiç buna kapitalist uygarlık dendiğini duydunuz mu ? Kapitalist sistemde çevre – az gelişmiş bir ülkenin, merkez – gelişmiş bir ülkeyi bilimsel vd. yollarla yakalayıp geçme şansı yoktur. Bu kapitalizmin işleyiş yasalarına ters bir durumdur. İşte o nedenle uygarlık sözünün önüne kapitalizm konmaz, konamaz !

Sosyal bilimler içinde tarihin, tarihin sonunu ilan ettiği, en mükemmel zamanlarda yaşadığımız nakaratını tekrarladığı, iktisadın sistemi kurtarmak için bilimsel oyunlar oynadığı bir süreçte kopmalar elbette saydıklarımız ile sınırlı ve sonlu olmayacaktır.

Başladığımız gibi bitirelim. Koparılmaların asıl amacı çözümün insan iradesi, örgütlü müdahalesi dahilinde olduğunun önce gizlenmesi sonra yok sayılmasıdır. Oysa “ Minerva’nın baykuşunun “ havalanması hem bilginin hem de bedenin ayaklanması anlamına gelecektir.

The post Sosyal bilimler ve kopmalar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekoloji ve algı https://gazetekarinca.com/ekoloji-ve-algi/ Sat, 12 Mar 2022 18:57:42 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=203217 Hakan Yurdanur Algının yaratılması kadar onu yaratan ve yansıtan unsurlarında deşifre edilmesi isimlerinin netleştirilmesi büyük önem taşımakta. Öneminin büyüklüğü ekoloji mücadelesinin yön ve hattına katkı sunuyor olmasından da kaynaklı. Net tanımlarla ilerleyelim… “Ekoloji mücadelesi ne sağcıdır ne solcu. Tarafsız bir doğa savunusudur…” Lafı baştan sona hatalar zinciri taşır. Ekoloji mücadelesi sınıfsal bir mücadele ve politik […]

The post Ekoloji ve algı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Algının yaratılması kadar onu yaratan ve yansıtan unsurlarında deşifre edilmesi isimlerinin netleştirilmesi büyük önem taşımakta. Öneminin büyüklüğü ekoloji mücadelesinin yön ve hattına katkı sunuyor olmasından da kaynaklı. Net tanımlarla ilerleyelim… “Ekoloji mücadelesi ne sağcıdır ne solcu. Tarafsız bir doğa savunusudur…” Lafı baştan sona hatalar zinciri taşır. Ekoloji mücadelesi sınıfsal bir mücadele ve politik tavır alıştır. Bu anlamı ile ezilen ve sömürülen tüm sınıf ve canlılardan yana açık bir şekilde taraf alır. Bilindiği gibi taraf tutmuyorum demek, egemenin tarafındayım dememek için yalan söylemektir.

Siyaset yapış tarzı olarak ekoloji mücadelesi hala daha gerektiği, hak ettiği önemi göremiyor. Siyasi ekoloji tam olarak gündeme oturamıyor. Bir çok neden saymak adettendir. Ekoloji mücadelesinin kendisinin siyasi bir duruş olduğunu belirterek devam edip ekleyelim: Ekoloji mücadelesinin önem kazanması tamamıyla pratik yani örgütlenme sorunudur. Bu sorunu ilerleyen süreçte uzun uzadıya tartışacağız bu sayfalarda…

“Daha az zararlı” lafını bir türlü anlayamadım! Ne demek daha az zararlı? Şu enerji tipinin kullanımı, bu üretim tekniği, o model araba, şu santral tipi, bu maden çıkarma yöntemi… daha az zararlı derken anlatılmak istenen ne? Bir kıvırtma biçimi olarak bu söze inananlara ne demeli peki! Zararlının azından ne anlıyorlar bilmiyorum ama, altında feci şekilde sistemi kutsama ve kurtarma operasyonunun yattığını biliyorum. Daha fazla kâr için yeni alanlar arayan sistemin önemli sayıda insanı uyutmak için kullandığı bir kavram bu: daha az zararlı… Bundan kurtulmak ve bu algıyı düzeltmek gerçekten önem taşımakta. Doğaya saldırının daha azının olamayacağının kavranması gerekmekte. Bunun aslında suçu örtme, bastırma, yanıltma ve yanlışa razı etme stratejisi olduğunun altı çizilmeyi beklemekte.

Ekolojik mücadelelerin olmazsa olmazı; döviz / pankartlar. Çok sık gördüğüm bir pankartla devam edelim. Şöyle yazıyordu: “ Biz buraya santral (maden araması) istemiyoruz “. Bu pankartta yazılanlar doğru ama önemli eksikler içeriyor. Burada falanca doğa talanı, yıkım vd. istemiyoruz ama az ötede yada daha uzakta olursa iyi olur mu denmek isteniyor? Benim bulunduğum yerde olmaması sorunu çözmeye yetiyor mu? Bir örnekle somutlaştıralım bu durumu: Evimizi temizlemek olmazsa olmazımız. Sürekli temizlikten bahseder dururuz. Bir kova suyun içine falanca temizlik malzemeleri (kimyasallar) doldurup evi bir güzel temizler siler süpürürüz. Buraya kadar tamam. Peki o kirlenen su ne olacak? Süpürülen silinen kirler nerede duracak? Lavabo ve çöp yolu ile evden atılacak. Ev hariç doğanın geri kalanı ile buluşacak. Kirli su ve çöpler yok edilmeyip uzaklaştırılacak. Sorun çözülmeyip ertelenecek… Bu bölgede istememek yetmiyor, her yerde ve zamanda istenmediğini söylemek gerek. Evimin önünü temizlemek için önce yanı başımdaki evin önünü kirlettiğimi unutmadan buna tüm sonuçları ile karşı çıkmak önemli.

Son günlerde zeytin talanı gündeme oturdu. Biliyoruz ki, zeytin bir ağaçtan çok daha fazlası. Aynı zamanda tarih, kültür mirası. Bu anlamı ile kıymeti paha biçilemez öneme sahip. Yok edilmesine her şartta karşı çıkmak gerek, ama orada durmamak koşulu ile. Çünkü ekoloji mücadelesi sonuç odaklı bir mücadele değildir ve orada noktayı koymamak gerekir. Zeytin katliamı, maden, enerji, kâr oranı, doğa ve insan sömürüsü, savaş… arasında bire bir bağlantı olduğunu unutmamalıyız. Zeytin ağacı kesilmediğinde (işte çeşitli nedenlerle kesim engellendiğinde) az önce saydığım bağlantılar ne yazık ki kesilmiyor! Zeytin ağacının kesimi bu bağlantıların sonucudur. Bunlar olsun, gerçekleşsin diye zeytin ağacını kesiyorlar. O nedenle sadece sonuca endekslenmiş eylemler sorunu çözmeye yetmiyor. O anı kurtarıyor o kadar. Yürütme sadece duruyor. O da bir süreliğine. Ekleyelim; bir şeyin durması tekrar hareketlenmeyeceği anlamına gelmiyor. Bir an için durur ama sonra tekrar yoluna devam eder. Bu durmayı önemsemek ama önemini abartmamak gerek. Abartı unutturur. Kapitalizm kendi hareket yasaları gereği durmaz, duramaz! Durmadan yürüyen (daha çok kâr diyen) sistem de yürü(t)meyi durdurmak anlık çözümdür. Sonuçta yürü(t)me bir şekliyle devam eder.

Algı yaratıcıları kadar algı pohpohlayıcıları ve bunu marifet gibi sunanların sayısı oldukça fazla. Sanki “içten sesler korosu” gibiler. Bu koronun başında bulunan kapitalist yöneticiler son günlerde Aziz Augustinus‘un ünlü duasını repertuvarlarından eksik etmiyorlar: “ Tanrım beni masum, namuslu, onurlu yap… Ama şimdi değil.“

Başladığımız gibi bitirelim. Politikleşemeyen her mücadelenin kısa ömürlü olduğunu ve geriye aktaracağı birikiminin bulunamayacağını tekrar hatırlatalım. Aktaracak deneyim ve birikimi olmayan mücadelede gerçek anlamda mücadele olamaz. O artık bir hurafedir, bir efsanedir ve sönüp gidecektir…

The post Ekoloji ve algı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekolojik mücadele ve yerelin önemi üzerine https://gazetekarinca.com/ekolojik-mucadele-ve-yerelin-onemi-uzerine/ Sun, 27 Feb 2022 06:30:21 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=199510 Hakan Yurdanur Yerel politik savunu, içine doğanın savunusunu da katarak oldukça geniş bir hatta yayılır. Sermaye gruplarının yoğunlaşan ve yayılan saldırılarına karşılık bu hat önemlidir ve genişletilmelidir. Doğal bir varlığın önemi coğrafi konumu kadar onunla etkileşim içinde bulunan tüm canlıların ve insanın kültürel, tarihsel, geleneksel miraslarının da barındığı bir yapıda olmasındandır. Örneğin; ormanlık bir alan […]

The post Ekolojik mücadele ve yerelin önemi üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Yerel politik savunu, içine doğanın savunusunu da katarak oldukça geniş bir hatta yayılır. Sermaye gruplarının yoğunlaşan ve yayılan saldırılarına karşılık bu hat önemlidir ve genişletilmelidir. Doğal bir varlığın önemi coğrafi konumu kadar onunla etkileşim içinde bulunan tüm canlıların ve insanın kültürel, tarihsel, geleneksel miraslarının da barındığı bir yapıda olmasındandır. Örneğin; ormanlık bir alan ile onun civarında yaşayan insanlar arasında da bu ilişkiler yaşanmakta, yaşatılmakta. Bu anlamı ile yerel toplumsal ilişkiler bir kez daha ama bu kez farklı gözler ve gözlemlerle okumalar yapmayı gerektiriyor. Yereli atlayıp genele ve sabırsız çözümlere ulaşmaya çabalamak, yereli ve mücadelesini küçümseyip yok saymak kestirmeci, indirgemeci muhalif çıkmazları gibi geliyor bana.

Yerelin kendisine ait olanı ve yaşanmışlıkları mücadelelerde hız kazandırıcı öneme sahip. Unutmamak gerekir ki, her mücadele hoşnutsuzluğun isyanıdır, öfkenin çoklaştırılmasıdır, dünyayı keşfetmek kadar onu değiştirme isteğidir. Hız beraberinde değişimin önemli bir yapı taşıdır.

Sadece o yöreye ait olan bir canlı türü düşünün. Bu canlı o yöre halkı için önemli ritüeller barındırır. Töresel kıymetler kutsal birer savunu ve mücadele değeridir. Bu canlının yok edilişine yönelik her saldırı büyük ve kapsamlı karşı çıkışlara neden olur. Bu refleks aslında örgütlü bir birikimin dışavurumudur.

Yerelin harekete geçişindeki önemli noktalardan bir tanesi de örgütlenme ve direnme arasındaki ince geçişin vurgusunda yatar. Soruyu şöyle sorabiliriz: Örgütlenmenin içine mi insanı davet etmeli yoksa insanın içinde mi örgütlenme var etmeli ? İçerde var olan vicdan, adalet, haksızlığa karşı çıkış, herkesle bir olma… gibi kavramlar örgütlenmiş insanın en önemli başlangıç adımlarıdır diye düşünmekteyim. Örgütlenmiş insan ile insanın örgütlenmesi arasındaki bağ sıkıca kurulunca karşımıza ortak mücadeleler kadar mücadelelerin ortaklığı kavramı çıkar ki bu da bağların sıkılaştığının ip uçlarıdır.

Direndik ama örgütlü değildik demek aslında insanın içindeki içselleştirdiği örgütü dışındaki sınıflar arası savaş ile birlikte bütünleştirmeye başlaması anlamına gelmekte. Değişimin başlangıcı insanın içidir ama tabiki yeterli değildir. Devam ettirilmeli dışarıya aktarılmalı iç direnç dış örgütle bütünleşmeli. İlk harekette içimizdeki sözün önemi büyük önem taşır. Sözün önemi, hareketin liderinin hareketin kendisi olduğunu göstermesi açısından da çok kıymetlidir.

Bir noktanın altını çizerek devam edelim. Yerel ve genel arasında kesin ayrımlar yapmak bana pek anlamlı gelmiyor. Zaten aralarında organik geçişkenlik yoksa bu mücadeleler daha baştan kaybetmeye adaydır diyebiliriz. Yerel genel ayrımı mekanik ve salt iktisadi ayrım içerebilir. Hareketli sermaye karşısında hareket etmeyen özne ve nesneler ister. Bu anlamı ile sermaye hareketini genele, karşısında ki hareketsiz özne ve nesneleri yerele indirger. Eğer bu katı ve dogmatik tanımı benimsersek kendi gerçeğimize kendi gözümüzle bakma fırsatını da kaçırmış oluruz. Yereli önce küçümser sonra da mücadele önünde engel olarak görürüz.

Kendi gözü ile bakamayan muhalif derken muhalefet ile muhalif olma arasında ki ayrımı da hatırlatalım. Muhalefet etmek için önce muhalif kimliğini taşımak gerektiğinin altını çizelim. Bu kimliğin de bir kıyafet markası olmadığının , dışarıdan zorla giydirilen ve her bedene uyan bir kumaş dokusunda bulunmadığını önemle belirtelim.

Tüm mücadeleler gibi ekolojik mücadeleler de iletişim ve dayanışma ağlarıdır. Kendi gerçeğini anlamaya, keşfetmeye yarayan orjinal fikirlerle doludur. Örneğin orman yangınında kendi söndürme aracını yapan yöre halkı buna iyi bir örnek olabilir. Bu örnek bir kaç şeyi daha bize göstermekte: ekolojik mücadele sadece insanın dışı ile ilgili değildir. Çevrenin, doğanın savunusudur ama daha fazlasıdır. İnsanın kişi olarak içi yani kişiliğinin de mücadelesidir.

Kapitalizmin her bölgedeki gelişimi ve uyguladığı iktisadi, siyasi, ekolojik yaptırımlar bir ve aynı değil. Bu anlamı ile her bölgenin gösterdiği karşı duruşta eş düzeyde değil. Sesin şiddeti aynı tonda yükselmeyebilir ve zaman aralıkları uzun olabilir. Bu nedenle erken ve haksız suçlamalarla karşılaşılabilinir. Buna dikkat etmek gerek diye düşünüyorum. Sonuçta ne olursa olsun hiçbir yöre kapitalizmin ekolojik (ve diğer türlü) saldırılarından kurtulamaz.

Yerel ekolojik mücadeleler o yörenin geçmiş yıllardaki direnme ve örgütlenme hafızasında ki birikimleri de taşır, gelecek kuşaklara bu mirası devreder. Yıllarca süren iktisadi, siyasi, kültürel, ideolojik, ekolojik savaşımlar ve kazanımlar yöre halkının zihin haritasında önemli bir yer işgal edecektir.

Ekolojik saldırıları insan vücuduna yapılan saldırılardan bağımsız düşünemeyiz. Bir saldırı tüm vücudu nasıl etkisi altına alıyorsa buda aynısı olacaktır. O nedenle yereli ayrıştırmak kadar ekolojik mücadeleleri de ayrıştırmak, ayrı önemler atfetmek hatalara yol açar. Maden saldırısı nükleer saldırıdan, orman katliamı gölün kurumasından daha az yada daha çok önem arz etmez. Verili o an hariç eş önem düzeylerindedirler.

İnsan en hızlı eylem anında öğrenirmiş. Bu çok kıymetli bir söz… İnsanın kendisini, çevresini, diğer insanları ve en önemlisi doğayı kurtaran en büyük kahraman olmadığının iyi bir göstergesidir eylem. Bugün ne yazık ki insanın insana yaptığı ile insanın çevreye ve doğaya yaptığı arasında bir fark yok.

Başladığımız gibi bitirelim. Yerel politik hatların oluşması önemli ama orada durmamak gerekli. Yerellerin birleşerek genişlemesi ilerlemenin ilk adımı olacaktır.

The post Ekolojik mücadele ve yerelin önemi üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eşitlik üzerine https://gazetekarinca.com/esitlik-uzerine/ Sat, 12 Feb 2022 14:55:09 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=197938 Hakan Yurdanur Egemenlik ilişkileri üzerine kurulu tüm kavramlar çıkış yolu olarak karşıtı üzerinden tanımlanmayı önemli bulurlar. Bu durumdan eşitlik kavramı da nasibini almakta. Eşitlik nedir sorusuna verilen cevaplar genel anlamda eşitsizlik nedir sorusunda bulunan cevapların içinde olmakta. Eşitsizlik kavramı üzerine oturtulan eşitlik tanımlamaları da istenileni bulmak ve anlamak konusunda kısır kalmakta. Elbette bir şeyi olmayanı […]

The post Eşitlik üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Egemenlik ilişkileri üzerine kurulu tüm kavramlar çıkış yolu olarak karşıtı üzerinden tanımlanmayı önemli bulurlar. Bu durumdan eşitlik kavramı da nasibini almakta. Eşitlik nedir sorusuna verilen cevaplar genel anlamda eşitsizlik nedir sorusunda bulunan cevapların içinde olmakta. Eşitsizlik kavramı üzerine oturtulan eşitlik tanımlamaları da istenileni bulmak ve anlamak konusunda kısır kalmakta. Elbette bir şeyi olmayanı üzerinden tanımlamak ilk hareket için gerekli olabilir. Ama orada kalınır ve ilerlenemez ise gerçek bulanıklaşır.

Eşitlik kavramının başına gelenlerde bundan farklı değil. Eşit oy hakkı, eşitsiz yani oy hakkının mülke geçirilmiş adaletsizliği üzerinden tanımlanırsa elbette kıymetlidir ve ileri bir adımdır. Ama eşit oy hakkının aslında bu sistem için geçiştirmeden, treni sallamaktan, sandığı kutsamaktan, oyu oyuna çevirip oyalamaktan ibaret olduğunu gizlememelidir. Anayasa karşısında tüm yurttaşlar eşit ise o vakit bu teraziyi tutan ve eşit olmaya izin veren başka birilerinin varlığı gereklidir ki, bu eşitliği ortadan kaldırıcı etki yaratmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Eşit sağlık hakkı eşit ölme hakkından ne kadar bağımsızdır ve gerçekçidir diye sormak gerek.

Eşitlik kavramı kendi varlığını çoğunlukla eşitsizlik kavramı üzerinden kuruyorsa eş kavramı da yeniden tanımlanmayı gerektirir diye düşünmekteyim. Eş kavramının eşit kavramı içinde tanım bulabileceğini söylemek gerekli. Eşit olabilmek eş olmaktan daha büyük önem taşımakta. 3=3 dersek 3, 3’ün eşitidir deriz. Ama 3= 2+1 dersek tek tek bakıldığında ne 1 ne de 2,3’ün eşiti değildir, bir araya gelip toplandığı zaman eşitlik sağlanmış olmakta. Bu biçimsel örnek bize derinlemesine bir şey kazandırmayabilir. Ama 1, 2 ve 3 sayıları arasındaki bağlantının kurulabilmesi için önce eşitin üretilmesi, ardından diğerlerinin birleşmesi (toplanması) gereklidir.

Eşitlik kavramını özgürlük kavramı olmadan konuşabilmek pek mümkün değil. Özgürlük ve eşitliğin modernite, sanayi kapitalizmi ve liberalizm gibi siyasi, ekonomik ve ideolojik yapılardan ayrı düşünmek sanırım eksik olacaktır. Bu yapılar hem kendi içlerinde hem de birbirleri ile organik iç içe geçmeler barındırıyor.

Özgürlüğün sahip olunandan çok sahip oldurulan konuma indirgenmesi söz konusu. Alışverişin özgürlüğü iktisadi statüde kabul görür hale geldiği andan itibaren alınanın özgürlüğü vereni gerekli hale getirdi. Sınıflı toplum da zaten özgürlük olmaz lafına katılmakla birlikte şunu da eklemek isterim: sınıflı toplum mücadele etmeyen toplum demek değildir. Mücadele hem insanın düşünsel hem de fiziki ama ikisi de örgütlü yapısının ürünüdür ve özgürlüğüdür.

Eşitlik, egemenin onu kurması, dağıtması üzerine kurulu ise o vakit bu bir sınırlamalar zinciridir. Sınırları çizilmiş eşitlik anlayışı özgürlüğü siler.

Bireyler arasında elbette biyolojik ve genetik farklar olacaktır. Bu farklılıklar doğal olarak yetenek ve ihtiyaç farklarını da yaratır. Ama bunlar eşitsizliğin dayanağı ve göstergesi olamazlar. Kaldı ki yeteneğin ne olduğu, ihtiyacın kimler tarafından belirlendiği gibi sorunlar da tanımlanmayı bekler.

Eşitlik kavramının eşitsizlikler üzerinden tanımı birkaç dayatmayı ve çarpıtmayı birlikte üretir. Hane halkı elektrik tüketim bedellerinde belirli eşitlemelere gidildi demek var olan enerji ihtiyacının kârlar üzerinden şekillendiğini maskeleyemez. Büyüyoruz onun için enerjiye ihtiyacımız var, büyümek eşittir kalkınmak demek büyümenin sermayenin büyümesi olduğu ve kalkınma anlamına gelemeyeceği gerçeğini gölgeleyemez. Elektrik faturasını ödememeyi bu çarkın işleyişine karşı çıkmayla eşitlemek demek, sonucu başa yazmak, kediyi sallayan kuyruğudur o nedenle kediyi hareket ettiren kuyruktur demek gibi şaşı bir bakışa sürükleyebilir.

Toplum kavramının da toplam kavramından ayrılarak incelenmesi ve içinde ki eşitsiz gelişimlerin deşifre edilmesi gereklidir diye düşünüyorum. Birey eşitsiz (genetik biyolojik) gelişimler yaşayabilir fakat bu onu eşitsiz haklara sahip olma sonucuna ulaştıramaz. Toplumu toplama indirgersek bir sorun daha karşımıza çıkar. Sınıflar arası ayrım gelir dağılımlarında da farklar yaratır. Asgari yaşam düzeyi ve ücreti eşit yaşam düzeyi ve ücreti olamaz. Bu nedenle mevcut ve kabul gören toplum kavramı birçok kısmı ile bütünleştirici ve eşitsiz toplamdan ibarettir.

Matematiksel örneğe geri dönelim. 3= 2+1 dendiğinde bu toplam egemen dilin toplum kavramı ile örtüşür. Bu vakit karşımıza 3=2 ve 3= 1 gibi acayip eşitlikler çıkar. Aslında birer eşitsizlik olan bu eşitler (çünkü ne 1 nede 2 , 3‘e eşit değildir.) toptancı toplum kavramında birer eşitliğe dönüştürülür. Devam edelim. 3= 2+1 dendiğinde üzeri örtülen bir başka eşitsizlik ile karşılaşırız. 3 daima 1 ve 2‘den büyüktür. 1 ve 2 tek başlarına ne yaparlarsa yapsınlar 3‘e eşit olamazlar. Geriye tek bir yol kalıyor o da 1 ve 2‘nin birleşmesi. Ama bu birleşme bize gösteriyor ki; tek tek ne 1 nede 2 birbirine eşit değildir. Ancak toplandıklarında kendi özgün yapılarını muhafaza edip şekil değiştirip 3’e eşit olabiliyorlar. Biraz daha ilerleyelim: Bu birleşme de 1 ve 2 aralarına bir başka benzemez 4‘ü de alırsa o zaman toplamları 3’ü kat be kat geçecektir.

Yukarıda değindiğim formal matematiksel yaklaşımlar toplumsal işleyişleri ve hareket yasalarını birebir kavramayı sağlayamaz. Ama toplum, toplam, eşitlik ve eşitsizlik işleyişleri için eksikte olsa bir adım olabilir. Zemini oluşturamaz belki ama birer çatı malzemesi olarak uçup da gitmemelidir diye düşünmekteyim.

Başladığımız gibi bitirelim. Birleşmek sadece karşıtı yok etmek için değil, büyümek içinde gereklidir. 4 sayısı eşitliği bozmakla kalmaz, içinde 1, 2 ve 3‘ü de barındırır.

The post Eşitlik üzerine first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Çalışmak ve çalmak https://gazetekarinca.com/calismak-ve-calmak/ Sat, 29 Jan 2022 17:30:27 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=196321 Hakan Yurdanur Çalışma belirli bir emek zamanın harcanmasını gerektiriyor ise o zaman çalışma (kapitalist sermayedar için iş görme) çalınan ve karşılığı ödenmeyen zaman demektir. Buna zamanların toplamı anlamına gelen yaşam dersek o vakit çalışma çalınan yaşam demeye gelir. Eğer yaşamı çalışmaya indirgerseniz (günde en az yol dahil 10-12 saat harcarsanız) bu durum da çalışmak hayatta […]

The post Çalışmak ve çalmak first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Çalışma belirli bir emek zamanın harcanmasını gerektiriyor ise o zaman çalışma (kapitalist sermayedar için iş görme) çalınan ve karşılığı ödenmeyen zaman demektir. Buna zamanların toplamı anlamına gelen yaşam dersek o vakit çalışma çalınan yaşam demeye gelir. Eğer yaşamı çalışmaya indirgerseniz (günde en az yol dahil 10-12 saat harcarsanız) bu durum da çalışmak hayatta kalmaya eşitlenir ki, bu durum tam olarak kapitalist sermayedarın istediği biçimdir.

Çalışma alanları ister açık ister kapalı olsun bu alanlar için ilk göze çarpan; içeri girilmez levhasıdır! Çünkü bu mekanlar sadece çalıştırma faaliyetini meydana getirmez. Buraları kârın yeniden üretimi ile birlikte çalıştırılan işçi ve emekçilerin yeniden üretildiği laboratuvarlardır. Bu laboratuvarlar meta dışı üretim içinde zorunludur.

Çalışma kavramını sadece iktisadi yasaların içine hapsetmek toplumsal sonuçlarını ıskalamak demektir. Çalmanın toplumsal boyutları o derece yüksektir ki, çalan için iyi olan çalışan içinde iyidir gibi acayip bir metafor yeryüzüne salınır. Bu salınım rıza, resmi şiddet vd. yollarla enjekte edilir. Bu işlem sonrası çalışanın çalanı savunmaya başladığı ilginç varyasyonlar bizleri bekler.

Çalan sistem hem çalışandan hem de doğadan hep bir fazlasını ister. Bu fazlanın miktar olarak hesap edilmesinden daha önemlisi kabul edilmesidir. Kabul etmek sorgulamanın önünde ki yolların da tıkanması anlamını taşır.

Denilir ki; çalışmak ihtiyaçları karşılamak için gerekli ve zorunludur. Bu aynı zaman da ciddi bir dayatmadır. İnsanın temel (yeme-içme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım…) ihtiyaçlarının ne kadarının (örneğin kaç kilowatt saat elektrik, kaç metreküp su) yeterli olacağına kim karar veriyor? Ve en önemlisi bu temel ihtiyaçlar neden meta nesnesi haline getirilip açık arttırma usulü pazarlanıyor! Bu pazarlama insan ve yaşam arasına sınır koyma anlamını taşır. Eğer bir sınırlama varsa o zaman ihtiyaçlar amaç, insan da araç olmuş demektir. Bu yer değiştirme sonucu insan ihtiyaçlarının esiri haline getirilir. Çalışma esir almaya dönüşür.

Çalışarak rehin alınan insan için artık her yer çalıştığı mekandır. Mesai saatleri içinde yada dışında olması durumu değiştirmez. Mesai saatlerinin tüm zamana yayılması birden fazla patronun varlığı demektir. Daha fazla patron bizden daha fazlasını istemek bunu yapabilmek içinde ihtiyaç yaratmak demektir. Artı ihtiyaç bir kez yaratıldı mı kar topu gibi çoğalarak devam eder. Bu andan itibaren ihtiyacın karşılanması sorunu çözmez tam tersine yeni sorunlar yaratır. Kuşkusuz yeni sorunlar yeni patronlara da gebedir.

Çalmak yer değiştirmeleri de hazırlamak ve servis etmek demektir. Düşünce ve onu ifade etme suça, özgürleşme ve onun için mücadele etme ihanete, eleştirmek de saldırmaya indirgenir. Bu indirgemeleri önce sessizlik, ardından sözün eksilmesi, en sonunda da sözün hapsedilmesi izler. İnsanın içi sözün hapishanesine döner. İnanmamız için bize yutturulan kavramlarla içimizde gerçeği arayan kavramlar ciddi bir savaşım verir. Galip gelen ağızdan çıkandır. Özgürleşme, ağızdan çıkanın izleyeceği yola bağlıdır. Eğer bu yol gönüllü kulluğun daha önce gittiği yol ise o vakit gönüllülük ile görevlilik arasında devir teslim merasimi başlamış demektir. Gönüllü kul yerini görevli kula bırakmaya hazırdır. Eğer bu yoldan değil de farklı bir güzergahtan ilerlenecek ise bu kez muhalefet ile mücadele etmek arasında ki ince çizginin aşılması gerekmektedir. Bu aşma süreci sanıldığı kadar kolay olmayabilir, hatta zorlu süreçlerle karşılaşılabilir.

Mücadele edenin uzun yolculuğu boyunca sırtında taşıdığı heybenin içinde korkunun ürünleri her daim var olacaktır ve olmalıdır. İnsanlığın ve doğanın şimdiki zamanı ve geleceği için duyulan korkular bozulmadan muhafaza edilmelidir. Heybenin üzerinde ki notta yazılanlar da heybeyi taşıyanı net anlatmalı: Mücadele korkunun ürünüdür ama mücadele eden asla korkak değildir…

Çalışmayı sadece iktisadi verilere indirgeyip, ekonomiyi tasarruf etmeye eşitlerseniz bir süre sonra muhalif olduğunuz sistemin dilinden konuşmaya başlarsınız. Eleştiriniz eleştirdiklerinizin esiri olur. Kapitalizme giriş kitaplarında (ismi iktisada giriş olsa da) yazmaz o nedenle biz ekleyelim: Market fiyatlarını indirmeye çalışmak muhalefet ile değil, mücadele ile olur…

Artı değerin ölçüsü için sadece zaman diyemeyiz. Artı değer çalınan zamandır. Çalınan değerin ölçüsü de fiyatlardır. Fiyatların ölçüsü de paradır. Bu indirgeme formülleri (ilki hariç, artı değer = çalınan zaman) basitleştirilmiş ve statik denklemlerle örülmüş gibi gelebilir, doğrudur da. Derinlere inince bu formüllerin bilerek üretildiğini asıl amacın çalanın rahat hareket alanı bulmasına yardım etmek olduğunu görürüz.

Başladığımız gibi bitirelim. Bir şeyin çalınmaması için iki yol var. Ya o şeyi çok iyi korumak, saklamak yada çalınmasına izin vermeden önce dönüştürerek yok etmek.

The post Çalışmak ve çalmak first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ekonomi ve demokrasi https://gazetekarinca.com/ekonomi-ve-demokrasi/ Sun, 16 Jan 2022 06:00:38 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=194957 Hakan Yurdanur Günümüzde ekonominin (hakim piyasa sisteminin) demokrasiyi belirlediği, içinde barındırdığı söylenmekte. Etkilenme yönünün ekonomiden demokrasiye doğru olduğu ve bunun tersinin düşünülemeyeceği birçok kesim tarafından kabul görmüş durumda. Ve bu kavrama inananların sayısı gün geçtikçe artmakta… Demokrasi yaklaşık 2500 yıldan bu yana insanlığın yaşam arayışını meşgul etmekte. Başlangıç tarihi olduğuna göre bitiş tarihinin de olacağını […]

The post Ekonomi ve demokrasi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Günümüzde ekonominin (hakim piyasa sisteminin) demokrasiyi belirlediği, içinde barındırdığı söylenmekte. Etkilenme yönünün ekonomiden demokrasiye doğru olduğu ve bunun tersinin düşünülemeyeceği birçok kesim tarafından kabul görmüş durumda. Ve bu kavrama inananların sayısı gün geçtikçe artmakta…

Demokrasi yaklaşık 2500 yıldan bu yana insanlığın yaşam arayışını meşgul etmekte. Başlangıç tarihi olduğuna göre bitiş tarihinin de olacağını söylemek mümkün. Ama bu bitiş egemenlerin değil halkın isteği ile, ileri bir dönüşümle gerçekleşirse anlam taşır. Demokrasi tanım gereği, halkın kendisini yönetebilme gücünü elinde bulundurması demek. Bu güç aynı zamanda iktidar ilişkilerini de barındırmakta. İktidar ilişkileri de devlete gönderme yapmakta. Belirtmekte yarar var, demokrasi devletsiz var olamaz fakat devlet demokrasisiz var olabilir.

Demokrasinin nasıl tanımlandığı kadar kimler tarafından tanımladığı da önem taşımakta. İktidar için demokrasi egemenliğini perçinlemek ise ezilen ve sömürülenler için de eşitlik, özgürlük, insana ve doğaya yaşam hakkı demek. Öyleyse herkes için uygun ve aynı anlama gelen bir tanım bulmak imkansız. Bir kavramı herkesin eşit derece de kabul ediyor olması da mantıksız. Ezen ezilen ilişkisi buna izin vermez.

Demokrasi sınıflı toplumlar da sınıf egemenliğinin biçimi. Örneğin, ortaçağa göre ileri aşamayı temsil eden burjuvazinin demokrasisi özünde iki yüzlü  sınırlı ve iktidar kutsayıcıdır. Burjuva demokrasisi kavramının bir diğer sıkıntılı yönü de burjuvazi sanki demokrasi üretiyormuş yanılsamasına götürmesidir. Bu yanılsama devam ettirilirse, demokratik sermayedar gibi kavramlar üretilir ki buda insanı gülme krizine sokabilir…

Demokrasinin ne olduğu kadar ne olmadığı, olamayacağını da sorgulamak gerekmekte. En başta gelen de demokrasiyi hem tanım hem de işleyiş olarak profesyonel politika alanına indirgememek olmalıdır. Politikayı meslek edinmiş ihraç fazlası politikacıların içi boş demokrasi söylemlerine de kendilerine de noktayı koymak gerekli. Demokrasiyi seçimden ibaret görenlere, gördüğümüz yerde her seçimin bir oligarşi yarattığını söylemek gerekmekte. Bunlar bizi siyasete alet etmek istiyorlar diyen siyasetçiye hem yaptığı işi hatırlatmak hem de demokratik siyasetten ne anladığını (şahsen ben bir şey anlamıyorum) sormak gerek. Seçimde oy veren çoğunluğu akılsız, cahil ve yoksul gören akıllı, bilgili ve zengin azınlık iktidara geldiğinde bunun demokratik bir hareket olmadığını vurgulamak gerek. Kimin kimi ve neyi temsil ettiğini dile getirmek gerek.

Temsili demokrasi de seçime giren partilerin (birkaçı hariç) çoklu tek parti biçimine büründüklerini belirtmek gerek. Adının üslubunun değişmesinin bir şey değiştirmediğini görmek gerek. Halkın iradesinin neden ille de sandıktan çıktıktan sonra milli olduğunu araştırmak gerek. Bu sistem de oy ile oyun arasında ki ince çizgiyi keşfetmek gerek..

Bugün serbest piyasa ile demokrasi arasında bire bir eşitlik olduğu söyleniyor. Hatta bir adım ileri gidilip ekleniyor; serbest piyasanın hakim olduğu toplumsal yapı uyum içinde dengededir, bu denge serbest piyasanın içinde ki demokrasinin varlığı sayesindedir. Zaten içinde demokrasiyi barındıran serbest piyasa düzeninin karşısına çıkıp demokrasi talebinde bulunmak, hak aramak, mücadele etmek boşunadır ve demokrasi düşmanlığıdır…

Bu mantık aslında demokrasi vurgusu üzerinden boğun eğdirmek, mevcut durumu kabul ettirmek, onaylatmak anlamlarını taşımakta. Bir ülkeye demokrasi gerekiyorsa onu getirenler, gelenin demokrasi olmadığını söyleyenleri anti demokratik olarak ilan edebilirler.

Bir diğer suçlama da şöyle: demokrasi ekonominin bir alt organıdır, ona bağlıdır. Toplumsal işleyiş sadece ekonomi yasalarına tabidir. Ekonomik işleyişe, sermayenin yeni alanlar kazanmasına karşı olmak demokrasi düşmanlığıdır ! Bunun için sermaye büyümeli, büyümek için topluma ve doğaya sınırsız saldırabilmeli, demokrasiden yana olanlar da olup biteni ya alkışlamalı yada uslu uslu yerinde oturmalı, televizyon kanalı değiştirerek büyük protestosunu yapmalı. Evinde televizyon olmayanlara muhalefetin mutlaka bir çözümü olacaktır. Çünkü muhalefete göre sorun sistemde değil evde televizyon olup olmamasındadır.

Bir ülkenin büyümesi, demokratik olarak ilerlemesi gelişmesi anlamına gelmez. Bunun tam tersinin olduğu dünyadaki örnekleri ile mevcut. Ekonomik büyüme, kalkınma ile sosyalleşme, refah seviyesinin artması, demokratikleşme ile özdeş sayılamaz. Büyüme gayri safi yurt içi hasılanın büyümesi ise o vakit paranın hareketi her şeye kadirdir diyemeyiz.

Özel mülkiyetin varlığı demokratik alanları daraltır. Azınlığın elindeki çokluk, çoğunluğun elindeki azlık çelişkisini sürekli kılar. Azınlığın iktidarı bu daralmanın ve çelişkinin sonucudur.

Temsili demokrasi önce şekli ardından da resmi demokrasiye dönüştü günümüzde. Bu dönüşüm sermayenin işleyişini sağlama alan kurum ve kuruluşların üzerinden var olan demokrasidir artık. Sermayenin elinde ki demokrasi de tahvilden, bonodan, hisse senedinden, altın ve dövizden farksız bir yapıya bürünür. Alınıp satılan bir metadır. Her şeyin fiyatının olması içi tamamen boşaltılmış demokrasi için de geçerlidir.

Başladığımız gibi bitirelim. Ekonominin demokrasiye tabi olması büyük insanlığın büyük mücadelelerine bağlıdır. Bu mücadeleler kazanıldığında işleyiş yönü demokrasiden ekonomiye doğru olacaktır.

The post Ekonomi ve demokrasi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Karmakarışık https://gazetekarinca.com/karmakarisik/ Sun, 02 Jan 2022 08:56:38 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=193501 Hakan Yurdanur Bir şeyi olduğu gibi adlandırmamak, onu ismiyle çağırmamak en hafif nitelemeyle yalan söylemektir. Fiilin yok edildiği dil siyasetinde adlandırmalar günün ihtiyaç ve çıkarlarına göre düzenlenmekte. Bu düzenleme ile birlikte birçok şey de değiştirilmekte. Lampedusa’nın “hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek gerekiyordu” sözünü hatırlatırcasına yapılmakta tüm bunlar. Sınıflı toplumda ki iktidarın sömürüyü […]

The post Karmakarışık first appeared on Gazete Karınca.

]]>

Hakan Yurdanur

Bir şeyi olduğu gibi adlandırmamak, onu ismiyle çağırmamak en hafif nitelemeyle yalan söylemektir. Fiilin yok edildiği dil siyasetinde adlandırmalar günün ihtiyaç ve çıkarlarına göre düzenlenmekte. Bu düzenleme ile birlikte birçok şey de değiştirilmekte. Lampedusa’nın “hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek gerekiyordu” sözünü hatırlatırcasına yapılmakta tüm bunlar.

Sınıflı toplumda ki iktidarın sömürüyü gizlemek, baskıyı meşrulaştırmak, düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla yaptıkları da tam da Lampedusa’nın söyledikleridir. Eğer bu söylenenlerin ve ardında yatan gerçeklerin kilidini açmak istiyorsak elimizde ki kavramların tanımlarını doğru yapmalı, yanlışları deşifre etmeliyiz. Bunun için de gündelik yaşam da sözü edilen şeyleri düşünce mertebesinde eleştirebilmeli, içselleştirebilmeli, kimden kaynaklandığını ve kime yöneldiğini iyice görebilmeliyiz. Bu aynı zaman da piyasacı tekçi düşüncenin de karşısında bir duruş demektir.

Bir yalanın büyütülmesi ve bunun içinde sık tekrarlanması o yalana inanan insan sayısı ile doğru orantılıdır. Yalanın büyüyerek inandırıcı gücünün artması için sınırsız konuşmalar ile gündem meşgul edilmekte, algı sınırları zorlanmaktadır. Hiç bir şey söylememek için çok şey söylenmektedir… Böyle olunca da söz değil ses yükselmekte, içerik anlamını yitirip boş bir kabuğa dönüşmekte.

Sürekli enflasyondan söz ediliyor. Ama enflasyondan ne anladığımız, anlamamız gerektiği üzerine sınırlar konuyor. “Sorumlu kim” sorusu hep devretmekte. Sınıflı bir toplumda tüm sınıflar aynı anda enflasyondan şikayet ediyorsa burada bir sorun var demektir. Sermayenin iradesi dışında enflasyon olabilir mi? Birde enflasyonun (ve diğer piyasa kavramlarının) insan üstü bir şeymiş gibi sunulması durumu var. 1980’lerin “enflasyon canavarı” tanımı boşuna uydurulmadı. Canavarla da sıradan insan baş edemeyeceğine göre insanüstü sermaye imdada yetişmeliydi. Enflasyon emperyalizmin ürünü, egemen sınıfların koruyucusudur! Gelin görün ki bunlar söylenmez. Çünkü emperyalizm demek savaşlar, katliamlar, insan ve doğa kıyımları, sömürgecilik, açlık, sefalet demektir de ondan.

Bir şeyi söylememek için başka şeyler söyleme literatüründe ileri durumdayız. Kumar dememek için şans oyunu demek buna bir örnek. Böyle adlandırılınca da oynayanın sürekli kaybettiği bu işleyiş masum hale getirilmekte. Hatta bir adım öteye gidip program sonu para ödemesi yapılan bilgi yarışmaları her televizyon kanalını süslemekte…

Kişi başına düşen gelir deniyor. Aslına bakarsanız kişi başına düşmeyen gelir demek daha uygun. Bu durum sadece para ile de sınırlı değil. Kişi başına düşmeyen özgürlüğü, eşitliği, adaleti de eklemeliyiz.

Borç dememek için kredi sistemi diyorlar. Sistemde herkes birbirine ve bu herkes toptan doğaya borçlu. Nedense bu borçtan hiç söz edilmez. Kredi kartım deniyor da neden adıyla çağırıp borç kartı denmiyor sormak gerek.

Yaşanan tüm finans oyunlarının kazananı bankalardır. Bankanın soyguncu olduğunu unutup paramızı ona teslim edebiliyoruz. Kedinin eline ciğer verilir mi diyoruz ama o kedinin ölüm kampı olan barınağa gönderilmesine sessiz kalabiliyoruz. Asıl soyguncu bankayı görünür kılmamak için kediyi sallayan kuyruğudur masalıyla avunuyoruz.

Kediyi öldürüp onu kuyruğundan sallayarak poz verenlerin spor adı altında avcılık yaptığını görüyoruz ama avcılık cinayettir diyenlere uzaktan bakıyoruz. Cinayetler bununla da bitmiyor. Kadınları öldüren erkek kapitalizmin sınıfsal ve politik saldırıları karşısında ağır tahrik indirimi kalkanı ile karşılaşıyoruz.

Yaşamı ölüme, ölümü de paraya çeviren bir sistemle karşı karşıyayız. Tüm bunlar olup biterken birilerinin “paraya bu kadar önem vermeyin, paradan daha değerli şeyler var hayatta..” demesine karşılık; iyi de paradan daha değerli şeyleri yapmak içinde yine para gerekiyor sistem böyle işliyor demek gerekiyor. Fiyatını bilip değerini bilmeme sorunu çağın hastalığı olmuş.

Seçimler ve sandıklar arasına sıkıştırılmış siyaset yapma biçimimiz gün geçtikçe daraltılıyor. Daha önceden kurgulanmış seçenekler arasında seçim yaptığımıza inanıyoruz. Neden irade sandıktan çıkınca milli oluyor sorusunun cevabı ile pek ilgilenmiyoruz.

İlgilenmeme durumu toplumsal mücadelelere tepkisiz kalmaktan çok, tepkisizliğin bir mücadele biçimi olarak görülmesinden kaynaklı sanırım. Hal böyle olunca da emek adı altında insanın, toprak adı altında doğanın satışını izleyen sayın seyirciler oluyoruz. Sayın seyircilerin siyasi özgürleşmesi ile paralel gerçekleşmesi gereken insani özgürleşmesi başka zamanlara ihale ediliyor.

Sistemin dayattığı köleler olmaya zorlanmak ve bu zorlanmayı unutmak başka soruların da kıyıya vurmasına neden oluyor. Neden herkes toplumun kötüye gittiğini söylüyor ve kabul ediyor ama kendisinin kötüye gittiğini söylemiyor ve kabul etmiyor? Toplum insandan bağımsız, başka bir yerde yaşayan bir tür canlı mı?

Başladığımız gibi bitirelim. Karmakarışık yapının bütününü değiştirmek için bir yerden başlamalı ve adıyla çağırmalı…

The post Karmakarışık first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eleştirel eleştiri https://gazetekarinca.com/elestirel-elestiri/ Sat, 18 Dec 2021 12:28:38 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=191976 Hakan Yurdanur Hem kavramların ortaya çıkışı ve kullanım yoğunluklarının artması hem de güçlerini yitiriyor olmaları arasında toplumsal mücadeleler tarafından belirlenen güçlü ilişkilerin olduğuna inanmaktayım. Eleştiri kavramı da bu bağlam da toplumsal mücadelelerin belirlenimi altında ilerlemekte. Bu da ona bağlı olan herkes için aynı anlamı taşımadığını taşıyamayacağını göstermekte. Eleştiri , asimetrik iktidar ilişkilerinin gizlenmesine veya meşrulaştırılmasına […]

The post Eleştirel eleştiri first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hakan Yurdanur

Hem kavramların ortaya çıkışı ve kullanım yoğunluklarının artması hem de güçlerini yitiriyor olmaları arasında toplumsal mücadeleler tarafından belirlenen güçlü ilişkilerin olduğuna inanmaktayım. Eleştiri kavramı da bu bağlam da toplumsal mücadelelerin belirlenimi altında ilerlemekte. Bu da ona bağlı olan herkes için aynı anlamı taşımadığını taşıyamayacağını göstermekte.

Eleştiri , asimetrik iktidar ilişkilerinin gizlenmesine veya meşrulaştırılmasına yol açabiliyor. Yol açtığı pek çok soruyu da peşinden sürükleyebiliyor: Eleştirinin kantar topuzunu kim neye göre ve nasıl belirliyor? Eleştirinin eleştirisi onu ileriye mi yoksa geriye mi götürüyor…?

Eleştirinin hedefi kesin doğrular yada kesin yanlışlar üzerine kurulmamalı diye düşünüyorum. Çünkü kesin doğrulardan daha doğru, kesin yanlışlardan daha yanlış şeylerde vardır.

Sadece retorik üretme üzerine kurulmuş eleştirilerinde devam sorunu taşıdığını söyleyebiliriz. Devam edebilmek için de eleştirinin kendinde saklı olanı çevresine gösterebilmesi ve saklanan tarihsel oluşları da su yüzüne çıkarması gerekmektedir.

Eleştiri özgürleştirici, insani potansiyeli harekete geçirici yeni ilişkiler yaratabilmelidir. Bu yönü ile farklı ihtiyaçların oluşumunu da gündeme getirmelidir. Eğer bunları yapamıyorsa yada yapmak istemiyorsa o zaman kurumsallaşma girdabına kapılması kaçınılmaz olacaktır. Kurumsallaşma beraberinde profesyonelleşmenin oluşması ve bunun getirdiği egemenlik tarzı olan yeni siyasi iktidarların doğmasına yol açacaktır. Kurumsallaşmanın asayiş sorunları yarattığını da eklemek gerek.

Bir kere, kurumsallaşma ve uzmanlaşma birlikteliği olup bitenlerin ve tarihsel fırsatların anlaşılamaması, değerlendirilememesi ve bunların önünün kapatılmasına yol açacaktır. Böyle olunca da tartışmak, yeni ve farklı şeyler söylemek, çıkış yolları aramak… Engellere takılacak, mevcut olan mevcut kalmalıdır denerek perde indirilecektir!

Eleştirinin yok edilmesi yani bir şeye muhalif olanların yada yanında yer alanların bertaraf edilmesi, gözden uzak tutulması, etkisizleştirilmesi… Oysa eleştiri, eleştirel bir analiz aracıdır. Eleştirel olduğu içinde ilerici ve devrimcidir. Amacı kurgu dışı gerçeği gerçekten anlamak ve bunu ortaya çıkarmaktır. Eğer böyle olmasaydı eleştirel ve devrimci sıfatlarını bir tarafa bırakıp resmi ideolojinin devamcısı, tamamlayıcısı olarak resmi eleştiri adını alacaktı. Hal böyle olunca da her yeni yorum, her farklı gözlem ve söylem resmi eleştiri tarafından ve taraftarlarından yanlış yorum damgasını yiyecekti.

Resmi üniformasını çıkarmış eleştiri yani eleştirel eleştiri Dünya ile kurduğumuz ilişkinin seyretme ilişkisinin ötesine geçmesine yardım etmeli. Gerçekten kabullenilmiş olandan sadece gerçek olana doğru yaptığımız yolculuklar da bizi uyarmalı, uyardığı dil de kurgusal ve sentetik olmamalı. Tam tersine organik bağları koparmadan, taklit etmeye karşı gelen itiraflara zorlamalı. İtiraflar üçgeninin köşelerine şu sözler asılmalı: Toplum rehabilite edilecek bir bünye değildir! İnsanlar hastalıklı ordular değildir! Sizler de onları kurtaracak kahramanlar değilsiniz!

İtiraflar üçgeni sözün geçersizleştirilip, eleştirel eleştirinin simgeye dönüştüğü ve bir süre sonra da muhalefetin bu simge pelerini içinde kaybolmasını önleyen bir panzehirdir.

Eleştirel eleştirinin bayağılıklara karşı verecek bir cevabı her zaman bulunur: Bayağılıklar gizleyicidir. Egemen hayatı ve onun biçimlerini örgütleyicidir. Bu anlamı ile eleştirel eleştiri bayağılıklara karşı bir duruştur. Bayağılıkların kullandığı piyasacı dil özünde sözün hapishanesidir. Bu hapishanenin içinde inşa edilmiş okullarda itaat, suça ortaklık, umutsuzluk, umursamazlık, unutkanlık, geleceksizlik… zorunlu dersler olarak okutulmaktadır! İşin ilginç yanı bu dersleri zorla okutanlar asla o hapishanelerde bulunmaz, tabiri caizse içeri atılmaz. Neden mi ? Çünkü hapishanenin anahtarları ceplerindedir de ondan !

Geçmişe doğru yapılan eleştirilerin en kırılgan noktalarından birisi de, geçmiş ve bugün arasında ki uzaklıklığın getirdiği yorgunluğun neden olduğu bugünü anlamada ki dirençsizliktir. Bugünün ihtiyaçlarını belirleme konusunda ki bitkinliktir. Eğer eleştiri aynasını başkaları tutuyor ve siz kendi gerçeğinize başkalarının tuttuğu aynadan bakıyorsanız o zaman gerçeği görmek, kavramak ve değiştirmek sizin elinizde olamaz. Eleştirel eleştiri başkalarının tuttuğu aynaya taş atabilmek onu kırmak ve gerçek aynayı ele almak demektir. Kırılan her bir cam parçası geleceği bilme garantisini elinde tuttuğunu sanan eleştirilemez bilgininde parçalara ayrılmasıdır.

Bir noktaya daha kısaca değinmek istiyorum. Eleştirinin önüne eklenmiş “öz”ön eki ile kullanılan – öz eleştiri – kavramında ki “öz” eğer özgürlük sözcüğünün ilk iki harfine gönderme yapıyorsa kıymetlidir ve eleştireldir. Ancak özgür eleştiri öz eleştiri olabilir . Özgür eleştiri eleştirel eleştirinin kapılarını sonuna dek açabilir.

Eleştirel eleştiri, geriye doğru anlayıp ileriye doğru yaşadığımız hayatında önemli dayanaklarından bir tanesidir. Bu dayanak siyasi özgürleşmeyi insani özgürleşmeye doğru dönüştüren önemli adımların başında gelmektedir.

Küçük bir kesimin büyük ihtiyaçlarına karşın büyük bir kesimin küçük ihtiyaçlarının dahi karşılanamadığı günümüz koşullarında eleştirel eleştiri şu soruyu sormalıdır: Yaşadıklarımız bir şeylerin cevabımı? Yoksa asıl soru cevaplanmadı mı?

Başladığımız gibi bitirelim: Asimetrik iktidar ilişkileri karşısında eleştiri sözcük üretmek ise, eleştirel eleştiri sözcüğü yaratmaktır.

The post Eleştirel eleştiri first appeared on Gazete Karınca.

]]>