Ana SayfaManşetKürtler yavaş yaşar!

Kürtler yavaş yaşar!


Mehmet Nuri Özdemir*


“İnsanlar üzerinde gitmeyi istedikleri yere varsınlar diye yapılmamış yol yoktur.”[I]

Bu yazı, modern zihniyetin sınırları içinde kalarak okunduğunda bol bol hamaset içerdiğine kanaat getirilebilir; lakin modern zamanların ötesine gitmeyi başaran kendine has ve yatay bir zihinle okunduğunda bir yerli halkın hakikatine eşlik edebilir.

İtalya’nın faşist Mussolini rejiminde trenler hep zamanında gelirmiş, gecikmezmiş. Ama trenlerin hızlı ve dakik oluşu sonradan oluşan gizli işsizliği, düşük ekonomik performansı ve yozlaşmayı önlemeye yetmemiş. Ve sonradan malumunuz İtalya büyük bir çöküş yaşadı. Türkiye’de ise 7 Haziran itibariyle, özellikle Başkanlık sistemine geçildikten sonra iktidar adeta alarmist bir moda girerek ve toplumu da buraya sürükleyerek tüm kararları çok hızlı almaya başladı. Gelinen aşamada İtalya’nın yaşadıklarına benzer durumlar söz konusu ve birçok konuda kararlar çok hızlı bir şekilde alınmaya devam ediliyor.

Kürtlerde ise trenler hep geç gelir. Doğrusu ya trenler geç gelir ya da Kürtler trene geç kalırlar. Hızlı yaşayan toplumların örneği aslında hızın hayra alamet bir şey olmadığını bize gösteriyor. Kürtler modern zamanların tüm baskısına karşı hala yavaş yaşamaya devam ediyor… Ağlamalar, gülüşler, kucaklaşmalar uzun sürüyor. Yollar modern zamanlarda bile uzun uzun bekleniliyor. Her an birilerinin gelebileceği umudu tüm Kürtlerin kirpiklerinde asılı duruyor.

Umudu Mezopotamya’dan, sabrı bizzat kendisinden öğrenen Kürtler her zaman ortasındadır bildiklerinin… Hiçbir şey onlar için tamamlanmamıştır. Dolayısıyla kervan yerleşik değildir, evcilleştirilemez, çünkü yol da hareket halindedir. Evcilleştirmeyen, tersine kendi olmayı öğütleyen yol yolcudan daha kıymetlidir. Onun için Kürtler yolcuya değil yola bakarlar, yol tamamlanmamış bir hakikati temsil eder.

Kürtler kararlarını yavaş alırlar. Çok düşünür, çok tartışır, az yaparlar. Aceleleri yoktur. Çok iş yapmaya, maddi olanı biriktirmeye her zaman mesafeli dururlar. İlk kent, ilk devlet, ilk saray diplerinde kurulduğunda, İskender gelip geçtiğinde ve modern mikroplar çoğaldığında da Kürtler vazgeçmediler ve hiç tereddüt etmediler yavaş yaşamdan.

Onun için çabuk tükenmesini istemezler, ne yasın ne de şenliğin. Savaş yerine barışı, ölüm yerine yaşamı düşlemeyi severler. Düşlerken hayal eder, umut eder ve bunun için yabancılaşan ve kendilerine ait olmayan zamanın dışına çıkarlar, kendine ait olan zamana uzanmak için.

İnsanları ve dostları seçerken duygularına, sezgilerine bakarlar; insan kalan yanlarına; yürürken karıncayı ezmemek için bileğini burkmayı göze alır mı, ona bakarlar. Yanındakine dönüp bakmayı, selam verip konuşmayı, hal hatır sormayı severler. Hiçbir insanın ırkına, diline, dinine bakmadan onları kadim insanlık diyalogunun doğal bir partneri olarak görürler. Diyalogun sanatını icra eden dengbêjlerin stranlarıyla filtrelenen bir gelenekten gelmenin ölçüsüz hümanizmasıdır bu hesapsız dostluk. Uzun kış gecelerinde egemenlerin hakim tarih anlayışına karşı çiroklarla, dengbêjlerle meydan okunur, hatırlanır ve özlemler, öfkeler dile getirilir. Fakat bu gösteride komşuya ters gözle bakılmaz, komşuya verilen değeri belirleyen şey Kürt’ün tarihsel olarak dostluğa inanmasıdır. Kürt’ün egemen tarihe ihtar çekmişliği, tarihin gidişatına bazı zamanlarda yön vermişliği de vardır elbette. Fakat her zaman abartıya ve kibre mesafeli durup mütevaziliğe yakın olmak Kürt halkı için zorunluluk değil bir tercihtir.

Kürtler mağduriyetin kime ait olduğuna takılmadan onu anlatmayı severler, anlatmanın bir iyileşme biçimi olduğunu çok erkenden idrak ettiklerinde… ‘Uyaranlar oluyor arada, yapmayın böyle, efendim siz direnen bir halksınız, mağdur dilini kullanmayın!’ Kürdün söz ile kurabileceği iyileşmeyi ve direnişi elinden alarak…

Moderniteye bulaştıklarından beri (tersi de doğrudur) hızlı ölmeye başladı Kürtler. Ağrı, Dersim, Zilan, Halepçe, Roboski ve Kobani… Şimdi kentlerde hızlı yaşamak ve her an her yerde hızlı gömülmek dayatılıyor Kürtlere… Ve öyle ki son zamanlarda ölümler kesintisiz, cenazeler hızlı kaldırılmaya başlandı. Ne de olsa modernitede söz sahibi olacak ya, bunun bedeli de peşinen ve hızlıca ödenmelidir.

Uygarlığın süreksizlerini yan yana dizerek, ’size gücümüzü göstereceğiz’ diyenler… Krallığa, halifeliğe, devlete, silaha, tanka, sermayeye başvurmadan bir arada durmanın, tarihin başından itibaren uygarlığın nehirlerinde yüzme bilmeden bugüne gelmenin sırrını bilemezler. Yok olmadan, kimsenin malına, evine, barkına göz koymadan, kimsenin canına kıymadan bugüne gelmenin dilini, kültürünü, siyasetini ve ekonomisini; komşuluklarını, dostluklarını, aile biçimini, çocukluğunu ve kadınlığını yaşatarak… Düşündükleri gibi yaşadılar, yaşadıkları gibi düşündüler; hala tamamlanmamış zamanın peşinden yol yürüyorlar şimdi, zamanı sollamadan, gerisine düşmeden…

Tüm tehlikelere rağmen Kürtleri bugüne taşıyan tarihin, toplumun, dilin ve kültürün gücü devletleşmenin, sermayeleşmenin ve daha birçok yapısallığın gücünden daha büyükmüş. Elbette devletler sisteminde devletsiz olmalarına rağmen ulus kalabilmenin kökleri bu yapısallıklarda aranmalıdır. Onun için toprağın altına gömülü olanı, insanların dilinde saklı olanı bulup çıkarmalı ve korumalı. İşte güç böyle biriktirilir, korkuyla, kaygıyla, başkalarını tehdit ederek değil, koynunda asırlarca saklayıp koruyarak…

Kürtler böyle bir halktır. Uzun uzun anlatmayı severler. Acının paylaşılarak dağılacağına inanır, önüne gelene anlatır, sonra bilmediği, tanımadığı insanlara sarılabilirler. Acının en saf halidir onların ki. Ve acı kibirli değildir hiçbir zaman, kendini saklama gereği duymaz.

Kürtlerde her şey yavaş yaşanır. Onlar hissederek, düşünerek, sezerek, sevinerek, üzülerek, korku ile cesaretin dayanışmasını sağlayarak yavaş yaşamaya devam ediyorlar. “Duygusalsınız, çabuk inanır, çabuk kanarsınız, sizin inandığınız dünya bir ütopya” diye eleştirirler Kürtleri… İşte Kürtler belki de o ütopyanın peşinden gidiyorlar, tamamlanmamış ve henüz olmamış ütopyanın… Başaracaklar mı onu bilemeyiz ama yolda olmanın dayanılmaz hafifliği var Kürt sokağında.

“Şimdi, Nisan güneşi toprağı ısıtıyor, vadilerden hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyordu. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyordu. Ve arkadaşlar, tekrar tekrar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi daha berrak bir şekilde vuruyorlar vuruyorlardı. İnsanlar yetişiyor, kara kin dolu bir ordu, bir asır sonraki hasada hazırlanıyor, tohumlarını patlatıyordu.”[II]


[I] Ernst Bloch, Umut İlkesi
[II] Emile Zola, Geminal

*Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Covid-19: Dünya genelinde vaka sayısı 94 milyon bandında
Sonraki Haber
Buzulların altında yaşayan mikroplar dünya dışı yaşama göz kırpıyor