Ana SayfaManşetUmut İlkesi üzerine (III)

Umut İlkesi üzerine (III)


Mehmet Nuri Özdemir*


Her engel, engel olarak hissedildiğinde aşılmış demektir. Çünkü engele yüklenmek bile onun üzerinden aşacak bir hareketi varsayar, o hareketin tohumunu taşır içinde.” Ernst Bloch

Bloch’un Umut İlkesi’de kurduğu sözü uzatmak apayrı bir yetenek hikayesidir; çünkü kendisi bir çok şeyi uzun uzun anlatırken size sabırla onun anlattıklarını başka bir evrene aktarmak için köprü olmak, belki de bir tür yorumlamaya girişmek ve sükunetle boyun eğmek gerekiyor. Bazen de bir aforizmasıyla sizi tahrik ederek, belki ömrünüzün bir bölümüne el koyacak kadar ileri giderek stabil duruma müdahale edebilir. Bunun böyle olması için sizin reel hayatınızla “teorik olan” arasındaki hakikatin bağını kurabilmenize bağlıdır.

Umudun filozofu olarak kabul gören Bloch, “hayal gücünün katili” olarak gördüğü modern çağda, düşlerin ve dolayısıyla umudun sistematik bir şekilde askıya alınmasına karşı çelikten bir direnç geliştirmektedir. Birinci ve ikinci dünya savaşlarını yaşamış, Nazi faşizmine maruz kalarak uzun yıllar sürgünde kalmış ve 68 hareketine tanıklık etmiş bir filozof olarak Bloch, “irade yakıtı” denilebilecek düşlerin ve umudun hiçleştirilmesi, alaya alınması, hayal kırıklığı ile tehdit edilmesine karşı ezilen, sömürülen ve yok sayılan kitlelere ‘umut bilinci’ taşıma çabası içerisine girmiştir. Yoğun bir şekilde umudun bilincini üretmek için umut işçiliği yapan Bloch, yaşadığı çağın buhranlarının hem tanığı hem de sanığı olarak modernitenin saldırısına karşı dönemin somut direniş biçimi olan Marksizm başta olmak üzere sanat, siyaset, felsefe, tarih, sosyoloji, iktisat, din, mimari ve daha birçok disipline başvurarak düşlerden umutlara doğru giden zahmetli ama mümkün olan bir ‘yol’ çizer.

Bloch’un derdi, diğer yazılarda belirtildiği gibi umudu bir bilinç, felsefe, iman ve nihai olarak yaşanan her kötülük ve çirkinlik karşısında ilkesel bir yaklaşım haline getirmektir. Önceki yazımızda Bloch’un düş ve umut ilişkisine dair bir giriş yapmıştık. Bu yazıda bu çerçeveyi biraz daha derinleştirmeye çalışacağız.

Gece ve gündüz düşleri

Bloch, düşlerin kendi çağının ve bir sonraki ‘çağın eğilimini’ resmettiğini düşündüğü için detaylı bir analize girişmektedir. Bu analizlerle umut için temel itki konumunda olan gündüz ve gece düşlerine itibar kazandırarak düşlerin içi boş hayallerden oluşmadığına ve buradan hareketle insan yaşamında makro ve mikro tasarımların oluşmasında önemli kritik bir basamak olduğuna inanmaktadır.

Gündüz ve gece düşlerini uzun uzun irdeleyen Bloch, gündüz düşlerine daha çok yoğunlaşmaktadır. Onun için gündüz düşleri insanın gelecekteki yaşamına yönelik bilinçli tasarımlar gibidir.

Bloch’a göre insanın daha iyi halde olma isteği uykuya yatırılamaz. Bu durum gündüz düşlerinin kişiyi kontrolsüz ve gevşek değil, uyanık tutması ile ilgilidir. Çünkü “gündüz düşlerinin taşıyıcısı, bilinçli olan ve bilinçli kalan ‘daha iyi yaşam isteğidir’; kahramanı da daima insanın kendi yetişkin kişiliğidir.”

Gündüz düşlerinin Bloch için en çok dikkat çeken yanı sadece bireysel değil kolektif duyguyu da içermesidir. Uyanıkken görülen düş başkalarını da temsil edebilir. Böylelikle gündüz ve gece düşlerini ayırt eden önemli özellikler genişlik, kapsayıcılık ve daha iyi bir dünya adına görülen düşlerdir.

Bloch’a göre gündüz görülen arzu düşü, ‘bir yerden kazılıp çıkartılmaya ve yorumlanmaya muhtaç değildir’, ama ‘teyide ve somutlanmaya’ ihtiyaç vardır. Bu yönüyle gündüz düşleri ‘yorumlanmayı değil işlenmeyi’ talep eden fikri buluşlar sunabilir.

Bloch’un övdüğü gündüz düşleri insanı egemenlerin sistematik kuşatması karşısında uyanık tutarak ona geçmiş, gelecek ve anın tasarımlarını ve planlamalarını ölçülü bir şekilde yapabilme olanağı sunar.

Gündüz düşlerinin gece düşlerinden temel farkı gündüz düşlerinde “hayal yoluyla” önceden tasarlamanın mümkün olabilmesidir. Düşlerin geleceğe dönük tasarı ve hazırlığı rasyonel bürokratik plan ve tasarımlardan farklıdır. Burada önemli olan insanın yeni bir yaşam için kendisinin özne olduğu bir içeriği özgür bir şekilde görebilme ve bunu öğrenme becerisidir.

Bloch için gece düşü şimdinin ayıklığına it tüm zaman-mekan kavramlarından, uygarlığın kabuğuna ait tüm nedensellik biçimlerinden uzaklaşmıştır. O mantık öncesidir. Geriye dönüş içinde yaşar ve hiçbir seçimi yapmadan imgelerin içine çekilebilir. Gece düşünde eskiye dair arzunun doyuruluşu söz konusu iken gündüz düşü imgelerini geleceğe yansıtır.

Bloch, gece ve gündüz düşlerinin iç içe olabileceğini de söyler. Ona göre, “Birbirinden farklı olmak ilişkisiz olmak demek değildir.”

Bloch’a göre “Her düş henüz pek az şeyi başarmış, pek az tamamlanmış olmasıyladır ki, düş olarak kalır.” Bunun için eksik olanı unutamaz, her şeyde açık kapı bırakır. Umut o yarı açık kalan kapıdan içeri girer. Bloch’un perspektifi tamamlanmamış, dikişsiz bir umut paradigmasını inşa etmeye kararlıdır. Bu perspektifte Tamamlanmamış olan her şey insana her zaman yeniden yürüme şansı verir.

Düşler insanın gelişimsel parametreleri ile iç içedir

Bloch umudu ve düş kurmayı irdelerken bir bütün olarak insan yaşamının tüm evrelerine odaklanır; düş ve umut yolculuğunu çocuklukla başlatır, gençlik ile sürdürür ve yaşlılıkta asla peşini bırakmayacaktır.

“İnsan boş başlar hayata” der Bloch. Doğuştan beynin boş bir levha şeklinde olması büyük bir avantajdır. Çocuklar için bu dönem sempatik gelen “tatlıcıların avcı, düğmelerin cadı” olduğu zamanlarda, “kertenkelelerin henüz zarar vermediği, kelebeğin henüz tehdit etmediği bir yer olarak” çocuğun rüyası muhafaza edilmelidir. Çocuk erken yaşta korku başta olmak üzere ‘çirkin’ olanla yüzleşmemelidir; rüyası, düşleri ve umutları darbelenmemelidir.

Bloch’un çocuğa dair gözlemi çocuk kadar narin ve incedir; gözlemin gücü sade ve objektiftir. Çocukların, paket yetiştirme programları ile tektipleştirildiği çağımızda Foucault’ya atfen klinik ile başlayan ev, kreş, okul ve fabrika ile devam eden insanın kapatılma hikayesinde; Bloch’un “çocukların rüyalarının muhafaza edilmesi çağrısı” çok soyut gibi görünse de ilk çağlardan itibaren nüfusun erken yaşta bükülmesi ve modernitenin çocukları kapatma-tecrit etme programlarına karşı özgürlükçü bir çağrıdır.

Her yaşın kendine has düşleri vardır. En hassas düşler gençlik dönemlerine ait olsa gerek. Gençlikten serbestçe, rastgele seçilmiş vasat dediğimiz ve alaya alınan türden “gündüz düşleri” Bloch için bir araştırma nesnesidir ve umudu tetikleyen temel parametrelerin başında gelmektedir. Bloch, “İnsan genç iken kabileden fazla uzaklaşmadan ortalamaya ve yerleşik olana karşı bir hoşnutsuzluk, bir nefret geliştirir” der. Daha erkenden talih yoklanır ve gençler için tadı yasak olanın sonuçları, her şeyi ‘yeni’ kılmaya yetecektir.

Genç insanlar neredeyse tarihi kendileriyle başlatırlar. Bloch, gençler için “ilkbahardan başka mevsim geçerli değildir” der. Şövalye ruhlu gençlik, keşfedilecek güzelliklerin ve uğruna dövüşülecek büyüklüğün rüyasını doyasıya yaşamaktadır. “Kendi hayatı çok uzak olduğundan her uzaklık güzellenir” onlarda. Fakat Bloch akışın eğilimini, debisini doğru hesaplamak için gençliğin zamanla durgunlaşacağını söyler ve ekler: “Hemen her şeyin tadını almak isteyen insan zamanla ‘beklemeyi’ de öğrenecektir” durmayı, düşünmeyi ve ayıklamayı…

Yaşlılıkta ise insan ‘unutmayı’ öğrenir. Kışkırtıcı arzular geri çekilir. ‘Bu nedenle yaşlılığın selamı esasen bir veda selamı’dır Bloch için. Voltaire ise yaşlılık için şöyle demişti: “bilmeyenler için kış gibidir yaşlılık!”…Ve “her yaşlı hayattan yorulmuş olma izni ister kendine; dünyanın koşuşturmasının içinde bulunuyorsa da, kısmen, sanki orada bulunan bulunmuyormuş gibidir.”

Umutsuzluğa, kötümserliğe ve korkuya karşı umut, iyimserlik ve cesaret

Bir tutku taneciği girdi mi kalbe bir fiyasko taneciği de bir imkan olarak oradadır artık.” Stendhal

Stendhal’ın “tutku tanecikleri” ile “fiyasko tanecikleri” arasındaki gerilim Bloch’un umut ile umutsuzluğun, iyimserlik ile kötümserliğin kadim kavgası gibidir. Umudun olduğu her mekan ve zamanda umutsuzluk da oralarda kendine yer arar; onun için umutlarımızı besleyen “tutku tanecikleri” ile umutlarımızı kesintiye uğratması için dört gözle bekleyen “fiyasko tanecikleri” her zaman bir aradadır. Fiyasko ile sonuçlanma riski olan her tutku ise ‘korku’yu üretir. Korkunun ve dehşetin oluşturduğu olumsuz beklenti duyguları her türlü savunmaya rağmen insanı tümüyle baskı altına alır ve insan bu baskının esiri haline gelir.

Bloch korkunun en güç, en sert biçiminin ‘umutsuzluk’ olduğunu, korkuyu yok eden şeyin de ‘umut’ olduğunu söyler: “Umut korkuyu boğar; umudun hiçbir varoluşsal analizinde ölüme (hiçliğe ve dolayısıyla karamsarlığa) koşan kararlılık yoktur.

Devamla: “Umut tam da ölüm noktasında kendisini bir ışık ve yaşam kararlılığı olarak tasarlamıştır. Son sözü asla başarısızlığa vermeyen bir içeriği vardır”. Dahası umudun mayasında korku yerine cesaret, kötülük yerine iyilik, kaybetme yerine kurtuluş ve nihai olarak ölüme karşı yaşam ısrarı vardır. Korku ve dehşetin kötülükleri karşısında umut ‘duygu niteliğinde bir beklenti duyusu’ olarak kendini var eden bir karşı hamledir. Bloch’a göre tam da bu nedenle umut, ‘bütün gönül hareketlerinin en insanisidir ve sadece insana açıktır’.

Korkunun ve dehşetin insan hayatında yarattığı fiyasko taneciklerinin tuzaklarına karşı ‘en önemli beklenti ve en esaslı özlem duygusu’ umuttur. Umut bu yönüyle Bloch için ‘militan bir duyudur.’ Ancak bunu idrak etmek için “insanın bilinçli emeğe ve bilinçli eyleme” cüret etmesi gerek.

Hayal kırıklığından korkmamak

Bloch’ta umutsuzluğun yarattığı karanlık ve korku ile umudun yaratabileceği aydınlık ve cesaret iç içedir. İkisi birbirlerini salınım halinde tutarlar. Modern yaşamın formel rasyonelleşmesine (formel rasyonelleşme: Herhangi bir amaca ulaşmak için en etkili araçları, nihai insan değerlerini düşünmeksizin araştıran akıl olarak tanımlanabilir) teslim olan insanlar, tözsel rasyonelliği (tözsel rasyonelleşme: Adalet barış gibi nihai insani değerleri içeren rasyonalite) ıskalayarak umudun hayal kırıklığına neden olabileceği kaygısıyla umuda mesafeli durmaya çalışırlar. Bu mesafeli duruş kişiyi adeta paranoyak hale getirerek yaşamında sürekli tedbirli olmaya ve kaygıdan kaynaklı gerilimin hakim olduğu bir yaşama mahkum eder.

Hayal kırıklığına uğrama riskini göze alamayan insanlar umuttan uzaklaştıkça büyük felaketler karşısında daha büyük çaresizliklere, karamsarlıklara ve kötülüklere sürüklenip okyanusun ortasında fırtınalara hazırlıksız yakalanmış gibidirler. Umuttan çok umutsuzlukla ilişkilenmenin daha gerçekçi olduğuna inanmak, kişiyi geri dönülemez biçimde karanlığa mahkum edebilir. İnsanın umuda kapıyı açık bıraktığı için yaşayabileceği ‘hayal kırıklığı’, umutsuzluktan beslenen ‘karanlık ve karamsarlık’tan daha derin ve onarılamaz değildir. Buradan hareketle şunu söylemek mümkün: İnsanın politik, kültürel ve iktisadi yaşamında kendine, topluma ve geleceğe dair düşleri reelle, dolayısıyla umutla ilişkilendirme becerisi ve bu konudaki kat ettiği yol ve kazandığı deneyim, hayal kırıklığının ve umutsuzluğun beslendiği korku ve karanlığın olası tahribatına karşı öz savunma niteliğindedir. Onun için insan hayatını en küçük umut taneciği bile umutsuzluktan fazla savunur.


*Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.
  Umut İlkesi üzerine (I)
  Umut İlkesi üzerine (II): Mesele umut etmeyi öğrenmek

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
İzmir depreminde yaşamını yitirenler
Sonraki Haber
Öldüren deprem değil