Onur Hamzaoğlu - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Thu, 13 Oct 2022 06:54:25 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Onur Hamzaoğlu - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Seçimlere giderken HDP https://gazetekarinca.com/secimlere-giderken-hdp/ Wed, 12 Oct 2022 21:05:53 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=222836 Türkiye’de seçim tarihi, dolayısıyla seçim takvimi henüz belli olmasa da seçim atmosferine çoktan girildi. İktidar, tercih ettiği uluslararası kampın ekonomik, siyasi ve sosyal olarak en zor durumdaki ülkeleri arasında yer almasına karşın, beklendiği gibi tüm olanaklarını; varlığını devam ettirmek, seçimler sonrasına taşıyabilmek için kullanıyor. Ülkenin jeopolitik konumunun “nimetlerini” ve mülteci-göçmen sorununu uluslararası alandaki pazarlıklarda kendisi […]

The post Seçimlere giderken HDP first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Türkiye’de seçim tarihi, dolayısıyla seçim takvimi henüz belli olmasa da seçim atmosferine çoktan girildi. İktidar, tercih ettiği uluslararası kampın ekonomik, siyasi ve sosyal olarak en zor durumdaki ülkeleri arasında yer almasına karşın, beklendiği gibi tüm olanaklarını; varlığını devam ettirmek, seçimler sonrasına taşıyabilmek için kullanıyor. Ülkenin jeopolitik konumunun “nimetlerini” ve mülteci-göçmen sorununu uluslararası alandaki pazarlıklarda kendisi adına kazanım(lar)a dönüştürebilmek için hiçbir Makyavelist tutumdan kaçınmıyor. Öte yandan, ülkede haklar ve özgürlükler daha da kısıtlanırken, zor-şiddet, kara propaganda ve ötekileştirme günümüzde rıza üretme araçlarının ön sıralarına yükseldi. Dozu, her geçen gün daha da artıyor. Geçen yılın son aylarından itibaren neredeyse patlar tarzda artan enflasyon ve yoksulluğun yarattığı “şok dalgasının” etkisiyle ortaya çıkan; kitleleri mobilizasyon sorununu iktidar, bugünlerde yeniden yönetmeye başladı bile.

Her türden olumsuzluğa rağmen, iktidarın varlığını sürdürüyor olması sadece dünyada yaşananlarla, ülkenin konumu ve iktidarın yeteneğiyle açıklanamaz. Yıllardır medyayı merkezi olarak yönetiyor-kullanıyor olmasının yanında, ana muhalefet başta olmak üzere, muhalefetin iktidarın yörüngesinden çıkamamış olmasının da etkisi büyük. İktidarın ülkenin bekası olarak tanımladığı tüm konu ve zamanlarda “bu muhalefet” iktidarın yanında ya da arkasında diziliyor. Alternatif üret(e)miyor. Ve her seferinde de neredeyse başa dönülmüş oluyor.

“Bu muhalefet” bir süre önce bir araya gelerek, seçimlere yönelik olarak “Millet İttifakı’nı” kurdu. İttifak’ın kamuoyuyla paylaştığı ortak ve ana gerekçesi; ‘Cumhurbaşkanını değiştireceğiz, parlamenter sisteme dönecek ve güçlendireceğiz’. Peki sonrası? Haklar, özgürlükler, demokrasi, yoksulluk, Kürt sorunu, ötekileştirilenler, Sünni-İslami yaşam dayatmaları vb. toplumsal yaşam alanlarında ne yapacaklar? Oralarla ilgili herhangi bir değişim ve geliştirme hedefleri de önerileri de yok. Yalnızca cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yarattığı erozyona karşılık restorasyon vaadi söz konusu. O kadar.

Bunların yanında, bir de ülkenin ilk ve tek kongre partisi olma özelliğindeki HDP var. HDP, altı siyasi partiyle beraber, kadın hareketleri, inanç gruplarıyla ötekileştirilmiş, dışlanmış olanların kurduğu birçok yapının, derneklerin ve bireylerin katılımıyla var oldu ve devam ediyor. Başta siyasi bileşenleri olmak üzere, önerdikleri toplumsal yaşamın öncelikli nitelikleri eşitlik, özgürlük, demokrasi, çoğulculuk, barış, kamuculuk, sekülerlik gibi başlıklardan oluşuyor. Bu başlıklar programlarında da yer alıyor. Dolayısıyla, HDP’nin de öyle. HDP’nin çağrısıyla altı siyasi partinin katılımıyla kurulan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nda da aynı şekilde.

Emek ve Özgürlük İttifakı program çerçevesini; insanca çalışılacak ve yaşanacak bir ekonomik düzen; halkın egemenliğine dayanan bir demokrasi; Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm; kadınlar için adalet, eşitlik ve özgürlük; gençler, engelliler ve dezavantajlı gruplar için eşitlik ve özgürlük ile doğanın, çevrenin ve kültürel varlıkların korunması başlıklarında açıklayarak, ittifakın seçim sonrasını da kapsayan bir hedefle ülkenin inşası için kurulduğunu ilan etmiş oldu. Kuruluşu çok büyük bir coşku ve toplumsal katılımla, 24 Eylül’de duyurulan İttifak’ın kamuoyunda görünürlüğü konusunda aynı şeyleri söyleyebilmek oldukça zor. Öyle ki İttifak ve bileşenleri, en kısa sürede sonlandırılmasını arzu ettiğimiz, derin bir sessizlik içinde.

HDP, Emek ve Özgürlük İttifakı alanında sesiz olmakla birlikte, bu ittifakı da içeren çok daha geniş içerikteki “demokrasi ittifakı”nın sağlanabilmesi için bir yandan var olan ittifakın genişletilmesi diğer yandan bu ittifak dışında Kürt illerindeki siyasi parti ve yapılarla bir ittifak kurmak için çalışmalar yürütüyor. Bununla birlikte, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla enerjisinin azımsanmayacak bir bölümünü de Millet İttifakı’na karşı bir sitem hali olarak harcıyor. Başlangıçta, bu ittifaka davet edilmeme üzerinden kurulan cümleler, son zamanda cumhurbaşkanının değişiminde “anahtar” konumda olmak üzerinden devam ediyor. Durum böyle olunca, insan sormadan edemiyor. Diyelim ki davet edildi, HDP millet ittifakı içinde olabilir mi? Her şeyi bir tarafa bırakalım parti programı buna el veriyor mu? Okuduğumuzdan anladığımız kadarıyla kendimiz yanıtlayalım. Hayır! Geriye bazı olaylar ve durumlar için ortak tutum alma-alabilme hali kalıyor. Bu başlık da cumhurbaşkanlığı seçimini parlamento seçiminden ve seçim sonrası ülkenin inşası faaliyetlerinden ayırarak ele almayı gerektiriyor. Böyle olunca, günümüzdeki aritmetiğe göre HDP’nin “anahtar” olma özelliği ortaya çıkıyor. Bu durumu yalnızca anahtarın kendisi değil, dışındakiler de biliyor. Gözü gören herkesin görebileceği, görmeyenlerin de duyup anlayabileceği kadar somut ve orta yerde. Bunu konuşmamak ya da konuşmak için ısrar etmek, durumu değiştirebilecek herhangi bir etkiye sahip değil. Zamanı geldiğinde anahtar kilidi açacak, sorunu çözecektir. Son yerel seçimlerde böyle olmuştu. Çoğumuz anımsayacaktır; kamuoyuna yansıyan bilgiler ışığında edindiğimiz izlenime göre, o dönemde anahtar olmak üzerinden, herhangi bir ilkesizlik ya da mahkûmiyet vb. sıfatlarla nitelenemeyecek bir çerçevede, siyasi ahlak ve diplomasinin gereğine zeval getirmeden bir çözüm yaratıldı. Anahtar, kilidi açtı. Kendisine saygısızlık, hürmetsizlik etmeyenlerle sınırlı olmak üzere, dayanışıldı. Ve iktidara kaybettirildi. Toplumsal muhalefete “gereğini yaparsak iktidarı sandıkta değiştirebiliriz” duygusu, heyecanı, umudu yaşatıldı. Çok da iyi yapıldı. Küçük de olsa kısa süreli de olsa nefes alabildik. Muhalefetin öz güven kaybı süreklilik halinin dışına çıkabildi.

HDP, hem kendisi hem de içinde yer aldığı, alacağı ittifaklarla birlikte, kendi seçmenini konsolide etmenin yanı sıra, kararsızlar başta olmak üzere tabanda büyüyebilmek, genişleyebilmek için daha fazla gecikmemeli. Türkiye halklarının, işçilerinin, emekçilerinin, kadınlarının, gençlerinin, köylüsünün, esnafının, çiftçisinin, emeklisinin, işsizinin, yoksulunun, ötekileştirilmiş olan herkesin umuda ve güvene gereksinimi var. HDP daha fazla gecikmeden, başlamış olan seçim sürecini gerek kendi kurumsal yapısı gerekse oy almayı hedeflediği kitleler için bir fırsata dönüştürebileceği adımları atabilmeli.

Bu nedenle HDP, artık hiç kimsenin görmezlikten gelemeyeceği, gelmediği “anahtar” rolü üzerinden söylemleri bir tarafa bırakmalıdır. Yerine, seçim güvenliğinin nasıl sağlanacağından başlayarak, seçimlerde sağlayabileceği-sağlamayı hedeflediği meclis grubunun da katkılarıyla, kurmak için mücadele edeceği “Demokratik Cumhuriyet”in içeriğini en küçük ayrıntısına kadar kamuoyuna anlatmaya başlayabilmelidir. Bir yandan hedeflerinin içeriğini bileşenleri ve ittifak üyelerinin, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, dernekler vb. yapılarla birlikte bireylerin de katılımına olanak tanıyan süreçlerde güncelleştirmeli, geliştirmeli öte yandan, onlarla birlikte, bir plan ve program kapsamında yarından başlayarak kamuoyuna açıklamaya başlamalıdır. “Üçüncü seçenek” olabilmek için program da birikim de kadro da mevcut. Bunu bekleyen milyonlar da var. Ancak “bekleyenler” başkalarının da ilgi alanında ve zaman daralıyor.

Umut ve güven buzdan heykel gibidir. Zamanı, mevsimi geldiğinde yapılır. Daha fazla gecikilmemelidir. Bu bağlamda ve unutmadan, tabii ki yapılanların korunması ve geliştirilmesi de büyük bir emeğe ve özene muhtaç. Ancak imkânsız değil…


 

Onur Hamzaoğlu kimdir?

Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.

The post Seçimlere giderken HDP first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Seçimler ve ırkçılık https://gazetekarinca.com/secimler-ve-irkcilik/ Wed, 28 Sep 2022 21:05:12 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=220982 Dünya genelinde eşitsizlikler derinleştikçe, yoksulluk arttıkça hükümetlerin ve sermaye sınıfının toplumlarını yönetebilmesi zorlaşıyor. Rıza araçları daha çok zora, şiddete dayalı olmaya başlıyor. Eş zamanlı olarak toplumlar, iç dinamikleri üzerinden karşıt kamplara ayrılmaya çalışılıyor. Türkiye özelinde bir çırpıda Türk/Kürt, Sünni/Alevi, terörist/yurttaş, mülteci (Suriyeli, Afrikalı, Afganlı vb.) /yurttaş, LGBTI+/heteroseksüel vb. örnekler sıralanabilir. Oluşturulan kamplar, toplumun çok büyük […]

The post Seçimler ve ırkçılık first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünya genelinde eşitsizlikler derinleştikçe, yoksulluk arttıkça hükümetlerin ve sermaye sınıfının toplumlarını yönetebilmesi zorlaşıyor. Rıza araçları daha çok zora, şiddete dayalı olmaya başlıyor. Eş zamanlı olarak toplumlar, iç dinamikleri üzerinden karşıt kamplara ayrılmaya çalışılıyor. Türkiye özelinde bir çırpıda Türk/Kürt, Sünni/Alevi, terörist/yurttaş, mülteci (Suriyeli, Afrikalı, Afganlı vb.) /yurttaş, LGBTI+/heteroseksüel vb. örnekler sıralanabilir. Oluşturulan kamplar, toplumun çok büyük bir çoğunluğunu yoksullaşma, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşamama vb. gerekçelerle günlük yaşamın sorunları üzerinden ortaklaşıp, yan yana gelerek haklarını arayabilecekken neredeyse birbirinin boğazına sarılacak “düşmanlar” haline dönüştürebiliyor. Çok sık yaşanmasa da “Gezi-Haziran İsyanı” dönemlerinde toplum bu oyunu bozabiliyor. Ancak hem dünyada hem de Türkiye’de böylesi kitlesel farkına varışlar ve iktidara karşı ortak tutum alışlar arzu ediliyor olsa da oldukça az sayıda ve çok özel dönemlerde gerçekleşebiliyor.

COVID-19 pandemisi, Temmuz 2007’de dönemin amiral gemisi ABD’de ortaya çıkan morgate krizi ile görünür hale gelen neoliberal politikaların tükenişini ve neoliberal kapitalizmin finansal krizini hızlandırdı. Böylece, yüzyılın başında ortaya çıkan “yaşamın krizi” pandemiyle birlikte, herkesin görebildiği, hissettiği bir olgu haline geldi. Pandeminin ilk döneminde bocalayan burjuvazi ve hükümetler birkaç ay içinde söz konusu “zafiyetten” kendilerini kurtarıp sınıf bilincinin gereklerini olanakları çerçevesinde yerine getirmek için tutum almaya başladılar. Pandemi dönemindeki kayıplarını giderebilmeleri için bir yandan sömürü oranını artıran mekanizmaları hızla devreye sokarken, eş zamanlı olarak topluma “sorunun ötekinden kaynaklandığını” dikte eden ve tutum aldırabilen politikaları devreye koydular. Son bir yıl içinde genel seçimlerin yapıldığı ülkelerin neredeyse tümünde sağın, ırkçıların ve mülteci karşıtlarının oyu arttı. Artmaya devam ediyor. Benzer dönemde ortaya saçılan ABD ile Rusya-Çin arasındaki hegemonya mücadelesi de süreci hızlandırıyor. Dünya halklarının yaşamakta olduğu “ekmek sorunu”nun üzeri otoriter hükümetler eliyle “ötekilere karşı mücadele sosu”yla örtülüyor.

Irk ayrımcılığı, ırkçılık 2020 yılının ilk yarısında, COVID-19 pandemisiyle birlikte, aniden ortaya çıkmadı. Sadece ırkçılığın, her zamankinden daha fazla farkedilmesini, mücadele edilmezse yarattığı sorunların daha sonra hangi boyutlara ulaşabileceğini açık bir şekilde görünür kıldı. Örneğin; ABD Minneapolis’te George Floyd’un gözaltı işlemi sırasında, polisler tarafından boğularak öldürülmesi, New York’da COVID-19 hastalığına yakalananların, sağlık hizmetine ulaşamayanların, ölenlerin ve öldüklerinde topluca gömülenlerin, okuldan bir öğün yemek alamazlarsa o günü aç geçiren çocukların, beslenme sorununu yaşayanların kimliğindeki öne çıkan ortaklık-“siyahlık” idi. Bir diğer örnek olgu, İngiltere’de etnik azınlıkların COVID-19’a yakalanma ve ölme risklerinin çok daha fazla olmasıyla birlikte, eşitsizliklerin salgın koşullarında çarpıcı bir biçimde görünür hale gelmesidir. Hemen hemen tümü; sağlık hizmetine ulaşamayan, açlık sorunu yaşayan, evleri olmayan ötekiler. Yakın tarihte yaşanan bu olgular ırkçılık üzerindeki perdeyi düşürdü. ‘Kral çıplak kaldı.’ Öncelikle ABD’de olmak üzere, sorunun büyüklüğü ve etkisinin ne boyutta olduğu saklanamaz olurken, beraberinde dünya genelinde devasa bir öfkenin de ortaya çıkmasını tetikledi.

Dünya tarihi incelediğinde, ekonomi alanı başta olmak üzere, kriz zamanlarında ırkçılığın yükselişe geçtiği/geçirildiği, damgalanma ve ötekileştirmenin arttığı açık olarak izlenebilmektedir. Ancak, bu yaşananlarda iktidarların tutumlarına ve payına özel olarak dikkat edilmelidir. Örneğin, Kara Ölüm sırasında Yahudi mezalimi, AIDS/HIV’in tanımlanması ve yaygınlığının artması sırasında LGBTI+ gruplara, Ebola salgını sırasında batı Afrika kökenli insanlara ve çok daha yakın tarihte COVID-19 salgınının başlangıcında uzak doğululara bütün bunlar yoğun ve sistematik olarak uygulandı, yaşatıldı. Kapitalizmin her geçen gün derinleşen yapısal krizinin günümüzde de ırkçılığın hükümetler tarafından “rıza üreten” politikaların üst sıralarına yerleştirildiğine ve seçimlerde de “meyvesinin toplandığına” tanık oluyoruz.

“Irk” kavramının Avrupalıların, 15. yüzyılda bilmedikleri coğrafyaları keşfe çıkıp, ulaştıkları toprakları sömürgeleştirmeye başlamasıyla birlikte, insanlığın kelime dağarcığına girdiği tahmin ediliyor. Böylece, insanları birkaç grup altında toplayabilmek ve bu kavram üzerinden yaratılan grupları hiyerarşik olarak dizmek gibi bir olanağı elde ettiler. Bu sayede, ekonomik, hukuksal ve sosyal eşitsizliklerin kaynağını biyolojik bir temele dayandırarak, sömürgeleştirmeyi ve sömürüyü meşrulaştırabilmenin önü açılmaya çalışılmıştır. Özetle, ırk kavramı, emperyalizmin ideolojik bir ürünü olarak ortaya çıkarılmıştır. O dönemde bu yeni kategoriler için en uygun kriterlerin morfolojik-fiziki özellikler olması nedeniyle, bedensel karakterlerdeki farklılıkların tercih edilmiş olduğunu söylemek mümkün. Zaman içinde ırk kavramı fiziki özelliklerden çok, genetik özellikler üzerinden açıklanmak, tanımlanmak istenmiş olsa da bugün için tüm insanlığın genetik farklılığının binde ikinin de altında olduğunun ortaya konduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Son dönemlerde kan grupları üzerinden konuyu gündeme getirenlerin sayısı hiç de az sayılmaz. Ancak unutulmamalıdır ki ırk, biyolojik değil, sosyal bir meseledir.

Toplum bilim alanının sözlüklerinde, ırk, iklim koşulları, yaşama biçimi ve kalıtım nedeniyle değişik özellikler kazanmış, beden biçimleri ve görünüşlerine göre ayrılan insan topluluğu olarak tanımlanıyor. İnsanlar arasında, fiziksel özelliklerine bakılarak, ekonomik, siyasal ve hukuksal haklar açısından ayrım yapılması, ırk ayrımı olarak; ırka, renge, soya, ulusal ya da etnik kökene dayanarak, temel insan haklarının herkese eşit koşullarda uygulanmaması gerektiğini ileri süren inanç ve ideoloji, ırk ayrımcılığı; varsayılan kimi toplumsal, zihinsel ya da bedensel özellikleriyle ilişkilendirerek, belli bir ırka yönelik ayrımcılığı haklı gösteren belirlenimci düşünüş ve eylemler de ırkçılık olarak tanımlanıyor. Pek çok bilimsel çalışmada da ortaya konduğu gibi, ırkçılık eşitsizliklerin meşrulaştırılmasının araçlarından birisi olarak ortaya çıkmış, yine bilimsel olarak çürütülmüş olmasına karşın, egemen sınıflar için kullanışlı olma özelliğini koruduğundan, her seferinde “insanlığı yeniden öldürme” pahasına gündemleştirilmekten çekinilmiyor.

Günümüz toplumlarında, etnik kökene göre yaşamın tüm olanaklarına ulaşmada yaşanmakta olan eşitsizliklerin yanı sıra, meslek grupları arasında ve meslek grupları içinde de ücret ve kariyer olarak eşitsizlikler yoğun olarak yaşanmaktadır. Yanı sıra, bazı insanlar etnik kimliklerinden dolayı, neredeyse düzenli olarak tacizle karşı karşıyalar. Ve bunun yarattığı korku kültürünü edinmek zorunda kalmışlardır. Irkçılık, eşitsizlikleri artırıyor. Artan eşitsizlikler, bedensel, zihinsel ve sosyal sağlığı bozuyor. Irkçılığa maruz kalanlar bu döngünün içinde daha çok hastalanıyor, sakat kalıyor ve ölüyor. Irkçılık, nihayetinde doğrudan ya da dolaylı olarak öldürüyor. Hem insanları ve hem de insanlığı öldürdüğü için “ırkçılık bir halk sağlığı sorunudur”. Bu nedenle geleneksel algılarımıza uymayan ırk, etnik kimlik, cinsel yönelim, cinsiyet, engellilik ya da diğer kimlikleri ve özellikleri öteki yapmamalı, aksine farklılık ve çeşitlilik içinde bir apartman, mahalle, kent, ülke ve dünya yaşantısı için kendimizden, ailemizden, çalışma ortamımızdan başlayarak mücadele edebilmeli, mücadelenin toplumsallaşabilmesi için öncelikli ve yoğun bir çaba içinde olabilmeliyiz. Yoksa, yine çok geç olacak.

Seçim sürecine girmiş Türkiye’de konunun toplumsallaştırılması hem iktidara kaybettirecek hem de geleceğin inşasında önemli bir araç olabilecektir. O nedenle sandık kurulduğunda, sol, sosyalist muhalefetin ve ittifaklarının AKP-MHP iktidarını tarihin tozlu sayfalarına gönderebilmesi ve demokratik, eşitlikçi özgür ve barış içinde bir ülkeyi inşa edebilmesi için ırkçılık, ötekileştirme karşıtı politik hedefler büyük önem taşıyor.


 

Onur Hamzaoğlu kimdir?

Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.

The post Seçimler ve ırkçılık first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünya Bankası, AKP, SGK ve Özel Hastaneler https://gazetekarinca.com/dunya-bankasi-akp-sgk-ve-ozel-hastaneler/ Wed, 14 Sep 2022 21:02:54 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=220081 Dünya Bankası (DB), Birleşmiş Milletler’in mali konulardaki bir ihtisas kuruluşu olarak 15 Kasım 1947’den beri yürüttüğü faaliyetlerine 1980’li yılların başından itibaren “bilgi kuruluşu” işlevini de ekledi. Ve yeni işlevini bugünlerde de etkisini sürdüren “Sağlık Hizmetini Finanse Etmek: Reform İçin Gündem” ile “Yoksulluk-Dünya Gelişim Raporu” başlıklı iki çalışmayla ortaya koydu. Bu çalışmaların ilkinde, ülkelerin sosyal güvenlik […]

The post Dünya Bankası, AKP, SGK ve Özel Hastaneler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünya Bankası (DB), Birleşmiş Milletler’in mali konulardaki bir ihtisas kuruluşu olarak 15 Kasım 1947’den beri yürüttüğü faaliyetlerine 1980’li yılların başından itibaren “bilgi kuruluşu” işlevini de ekledi. Ve yeni işlevini bugünlerde de etkisini sürdüren “Sağlık Hizmetini Finanse Etmek: Reform İçin Gündem” ile “Yoksulluk-Dünya Gelişim Raporu” başlıklı iki çalışmayla ortaya koydu. Bu çalışmaların ilkinde, ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarıyla sağlık sistemlerini neye ve nasıl dönüştürmeleri gerektiğini açıkladı. Tabii ki kendince bunun gerekçesi (sağlık krizi) ve önemini (sürdürülebilirlik) de. İkincisinde, yoksulluğun tanımını yaptı ve sınıflandırdı (göreli yoksulluk, öznel yoksulluk vb.). Ayrıca, yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılabileceğinin değil, yoksulların sisteme nasıl entegre edilebileceğinin ve varlıklarının sistem için kazanıma dönüştürülebileceğinin bilgisini paylaştı. Kapitalizmin neoliberal politikalarının temelini oluşturan çalışmalar arasında ilk sıralarda sayılabilecek bu iki çalışmada önerilenler, sisteme katılan bütün ülkeler tarafından neredeyse eksiksiz olarak hayata geçirildi. Günümüzde sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında pek çok ülkede tanımlanan sorunların benzerliğinin/aynılığının temelinde böylesi bir ortak başlangıç yatıyor.

Türkiye’de “reform” faaliyetleri her ne kadar 1980’li yıllarda, 12 Eylül asker darbesinin güvencesinde uygulanmaya başlamışsa da 2000’li yılların başına kadar yapılanlar DB ve uluslararası sermaye tarafından yeterli bulunmadı. Örneğin, “sosyal güvenlik kurumları arasında eşitsizlikler var” uyarısının gereğinin yerine getirilmesi bile AKP tarafından gerçekleştirildi. Recep T. Erdoğan başkanlığındaki 2. AKP Hükümeti tarafından Mayıs 2005 tarihinde çıkartılan 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Yasası ile 16 Haziran 2006 tarihinde yasalaşmasına karşın, muhalefetin karşı duruşu nedeniyle, 1 Ekim 2008 tarihinde uygulamaya girebilen, 5510 sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası ile sosyal güvenlik sisteminin finansman modeli başta olmak üzere, yapısı ve işlevi DB’nin talep ettiği şekle sokuldu. Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) adıyla tek çatı altında toplandı. SGK, sigortalıların sağlık harcamalarını karşılamasının yanı sıra, “sağlık piyasasını” düzenleyen bir kurum haline getirildi. O yıllardan itibaren sağlık hizmetlerinin finansmanında Sağlık Bakanlığı’nın esamesi okunmuyor. Çünkü kamu tarafından neredeyse bir vergi gibi toplanan sağlık sigortası priminin miktarının, her tür tıbbi faaliyetin fiyatının, hastaneye ve aile hekimine her bir başvuruda sigortalının maaşından-ücretinden kesilecek reçete parasının, katkı payının, eş değer ilaç farkının vb. durumların belirleyicisi de kasası da artık SGK.

SGK, topladığı bu paralarla sağlık hizmetini kimden, ne kadar ve kaça satın alınacağını da belirliyor. Örneğin, özel hastanelere hizmet bedeli karşılığında SGK’nin yapacağı ödemeye ek olarak, sigortalılardan özel hizmet farkı adıyla SGK’nin belirlediği-ödediği toplam bedelin %200’üne kadar da ceplerinden ödeme talebinde bulunabilme hakkı tanındı. Buna göre, özel hastane bir hizmetin karşılığı olarak SGK’den 1000 TL alırken, aynı hastadan aynı işlem için ayrıca 2000 TL talep edebiliyor. Böylece devlet hastaneleri ile devlet üniversite hastanelerinin 1000 TL’ karşılığında sunduğu hizmet, yaklaşık 2/3’ü sigortalılar tarafından doğrudan-cepten ödenmek üzere, özel hastaneler (vakıf üniversite hastaneleri dahil) tarafından üç katı fiyat karşılığında sunuluyor. Neden? Orada sunulan tıbbi hizmetler üniversite ve devlet hastanelerinden daha mı nitelikli? Hayır, elbette değil. Otelcilik hizmetleri yönünden bazı farklar ve sıra beklemenin daha az olmasının dışında, bilinen bir fark söz konusu değil. Temel neden DB tarafından önerilmiş olan sağlık sisteminin AKP tarafından Sağlıkta Dönüşüm Programı adıyla hayata geçirilmiş olması ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda çarkların özel sektör için döndürülmesi. AKP görevini yapmaya devam ediyor, özel hastaneler de kâr adı altında kasalarını dolduruyor.

Öyle ki SGK, 2. basamak devlet hastanelerine her bir hasta başvurusu için Mayıs 2009 itibarıyla ortalama 42 TL öderken, aynı tarihte özel hastanelere yapılan her bir hasta başvurusu için ortalama 71 TL ödemiş. Mayıs 2022 tarihinde ise her bir hasta başvurusu başına ortalama olarak yaptığı ödeme özel hastanelere 258 TL iken 2. basamak devlet hastanelerine 100 TL olarak gerçekleşmiş. SGK aynı hizmeti özelden satın almayı tercih ederek, her bir hasta başvurusu için kamuya göre 2009 yılında 1.7 kat, 2022 yılında ise 2.6 kat daha fazla ödeme yapmış. Tüm çıplaklığıyla görüldüğü gibi, bu tutum bütünüyle siyasi bir tercihtir. Herhangi bir bilimsel ve/veya tıbbi gerekçeye dayalı değildir.

Türkiye’de sağlık hizmet sunumunun sermaye sahipleri için yeni bir birikim alanı olarak tanımlanmaya başlandığı AKP’li yıllarla birlikte, özel hastaneler ülke genelinde yaygınlaşmıştı. Kamu sağlık finansman kurumu olarak SGK de tedavi edici sağlık hizmetlerinin satın alınmasında özel hastaneleri tercih etti ve bunu sistemli hale getirdi. Kârı olabildiğince artırabilmek için sağlık emekçilerinin büyük bölümüne karşı uygulanan düşük ücret politikası, hekimleri bir çalışan olarak istihdam etmemeyi de beraberinde getirdi. Günümüzde, özel hastanede çalışan hekimlerin çok büyük bölümü, çalıştığı hastaneye sağlık hizmeti satan küçük şirket sahibi konumunda. Başlangıçta ekonomik nedenlerle hekimlere cazip gelen bu durum, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik buhran ve artan özel sektörde çalışma tercihi nedeniyle herhangi bir özlük hakkının ve gelir güvencesinin olmadığı koşullara dönüştü. Bir süre önce gelinen aşamada da sorunlarını ve çözüm taleplerini yetkililere duyuramıyorlar. Çünkü “yetkililer” can kulağıyla hastane sahiplerini dinliyor.

Bütün bunlar hastane patronlarına yetmiyor. Kendisi de hastane patronu olan eski Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’dan sonra, Dr. Fahrettin Koca da yurt dışından hasta toplamak için büyük gayret gösteriyor. Yakın zamana kadar turizm, dinlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan gezi olarak tanımlanıyordu. Günümüzde bir de “sağlık turizmi” adıyla anılan bir uygulama söz konusu. Buna göre yabancı ülkelerden tedavi olmaları için hastalar getiriliyor. Gezmek, görmek yok! Hasta gönderen ülkelerin sağlık sigorta şirketleri neden başka bir ülkeyi tercih ediyor? Şirket olduğuna göre öncelik de işin doğası gereği kâr olacaktır. Peki kendi ülkelerine göre, Türkiye’deki özel hastanelerden daha ucuza hizmeti nasıl satın alıyorlar? Hizmetin niteliği kötü olsa sorun yaşanır, hastalar gelmez. O zaman? Türkiye’deki özel hastane patronları benzer nitelikteki sağlık hizmetini yabancı sağlık sigorta şirketlerine nasıl daha ucuza satabiliyor?

Maliyeti düşüren en önemli kalem sağlık emekçilerinin ücreti. Düşük ücret, fazla çalıştırma, yoğun çalıştırma özetle sömürü oranının yüksek olması. Sağlık Bakanları’nın yurtdışı programlarını izlediğimizde, kendilerinin çok iyi bildiğinden şüphe duymadığımız özel hastane patronlarının kârlarına kâr katacak olduğu. Bununla birlikte, hemşireler, hekimler, teknisyenler ne olacak? Yanıtı çok basit; sağlık hizmetlerini üretenlerin-sağlık emekçilerinin çalışma koşulları daha da bozulacak, devam etmek isteyenler köleleştirilmeye çalışılacak.

AKP hükümetleri döneminde yaşadıklarımız da gördüklerimiz de değişmiyor. Başbakanlar/Cumhurbaşkanı da sağlık bakanları da patronları tercih ediyor. Umudumuz yalnızca kendi ellerimizde, örgütlülüğümüzde.

Bu işi özel hastaneye hizmet satmak durumunda kalan hekim arkadaşlarımızdan başlayabilir miyiz?

 


Onur Hamzaoğlu kimdir?

Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.

The post Dünya Bankası, AKP, SGK ve Özel Hastaneler first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Üçüncü seçenek için iki yapılanma https://gazetekarinca.com/ucuncu-secenek-icin-iki-yapilanma/ Wed, 31 Aug 2022 21:02:26 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=219137 Öncelikle, hepimizin 1 Eylül dünya barış günü kutlu olsun. Silahların susması, silahlı çatışma ve savaşların sonlanması olarak barış! Tabii ki yetmez! Eşitlik ve özgürlük için barış! Kasım 2021’de “umut edebilirsek” başlıklı yazıyla birlikte, genel seçimler ve sonrasına yönelik olarak bazı düşüncelerimizi bu köşede paylaşmaya çalışıyoruz. Başlangıçta ülkenin ve Türkiye halklarının, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, yoksulların, […]

The post Üçüncü seçenek için iki yapılanma first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Öncelikle, hepimizin 1 Eylül dünya barış günü kutlu olsun. Silahların susması, silahlı çatışma ve savaşların sonlanması olarak barış! Tabii ki yetmez! Eşitlik ve özgürlük için barış!

Kasım 2021’de “umut edebilirsek” başlıklı yazıyla birlikte, genel seçimler ve sonrasına yönelik olarak bazı düşüncelerimizi bu köşede paylaşmaya çalışıyoruz. Başlangıçta ülkenin ve Türkiye halklarının, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, yoksulların, işsizlerin, LGBTİ+ bireylerin, köylünün, küçük esnafın içinde bulunduğu durumu ve sorunları sıraladık. İktidarın hırsızla, yolsuzluk yapanla değil, onları ihbar edenle, görünür kılanla; katille değil, öldürülenle uğraşır hale geldiği saptamasını paylaşmıştık. Artık yaşam koşullarının da yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, şiddet, adaletsizlik, pandemi, hukuk dışılık, sağlıksızlık, eğitimsizlik, yasaklar, yakın gelecek için bile yaşanan belirsizliklerle mutsuzluk gibi somut ve can yakıcı sorunlar nedeniyle daha fazla dayanılamayacak aşamaya ulaştığına yönelik gözlemlerimizi aktarmıştık.

Bunların karşısında öncelikli gereksinimimizin Türkiye halklarının, işçi sınıfının, gençlerinin, kadınlarının, ezilenlerinin, ötekileştirilenlerinin yeniden umut etmesi olduğunun altını çizmiştik. Öncelikle, 20 yıllık AKP iktidarının sandıkta sonlandırılabileceğine, yerine toplumsal yararı önceleyen, kamucu bir toplumsal yaşantıyı hedefleyen hükümetin ve demokratik bir parlamenter sistemin kurulabileceğine yönelik toplumsal heyecan ve umuda gereksinimimiz var. Bu topraklarda ifade özgürlüğünden başlayarak, özgürlüklerimizi kazanabileceğimize, barışı, adaleti, eşitliği sağlayabileceğimize, isteyen herkesin işinin, sağlıklı bir evinin ve sofrasında aşının olabileceğine, eğitimin, sağlık hizmetlerinin, beraberinde ilacın parasız ve koşulsuz olarak gereksinime göre sunulmasının, devletin yurttaşları arasında hiçbir ayrımcılık yapmamasının, iş cinayetlerinin ve kadın cinayetlerinin sonlanmasının mümkün olduğuna olan umudun yeşertilmesine ve bir salgına dönüştürülmesine gereksinimimiz var. Bunu da ancak, sol ve sosyalist parti, yapı ve bireyler birlikte mücadele ederek gerçekleştirebilir. Bütün bunları son 10 aylık zaman diliminde değişik cümlelerle yazmış, paylaşmıştık. Ancak, bu kadarla da sınırlı kalmayıp, üçüncü seçeneğin yapısal olarak bileşenleri, yöntemi, örgütlenmesi ve hedefleri üzerinde de durmuştuk (https://gazetekarinca.com/daha-da-gecikmeden-amasiz-fakatsiz-bir-ucuncu-secenek-icin/).

Günümüz itibarıyla hem seçimlerde AKP iktidarının kaybetmesi hem de sonrasında ülkede halkların, ezilenlerin son 40-20 yıl içinde, neoliberal ekonomi ve politikalarla AKP hükümetleri döneminde yitirdiği bütün toplumsal kazanımların, kamusal kurum ve değerlerinin yeniden inşa edilebileceği umudunu filizlendirip, salgına dönüştürebilecek iki yapılanma; Emek ve Özgürlükler İttifakı ve Sosyalist Güç Birliği gerçekleşti. Dileriz, hiçbir sol-sosyalist parti ve yapı bu süreçte yalnız başına kalmaz.

Okuduklarımızdan anladığımız her iki yapılanma da hem AKP iktidarının seçimlerde kazanamaması, gitmesi hem de seçimler sonrasında ülkenin yeniden inşası için bir iddiaya sahip. Söz konusu iddianın hayata geçirilebilmesinin ise bize göre öncelikli iki gerekliliği var: İlki, bu yapıların, toplumda değiştirebilme irade ve umudunu yeşertebilmenin ve geliştirip, salgına dönüştürebilmenin aracı oldukları konusundaki kararlılıkları ve her koşulda bunu tutuma dönüştürebilmeleri. İkincisi de her ne pahasına olursa olsun, kendilerini birbirleri üzerinden değil, kendi amaç, hedef, yöntem ve araçları üzerinden tanımlayabilmeleri. Tarihsel olarak biliyoruz ki birbirleri üzerine, hele de olumsuzluklarla konuşmak, bırakın yapıyı var etmeyi ve büyütmeyi özünde temel hedeflerin ön sıralarında yer alması gereken “toplumun değiştirebilme umut ve kararlılığını” daha da sönümlendirecektir. Tersinden, en riskli olumsuz tutumun ilki, oluşturulan yapıyı araç olarak değil de amaç olarak ele almak olacaktır. İkincisi de AKP ve destekçileriyle mücadele yerine birbirleriyle mücadele etmektir. Eğer bunlar yaşanırsa, fark etmeden de olsa hem yapının kendisinin hem de üçüncü seçeneğin toplumsal muhalefette yarattığı etkinin zayıflaması risk büyük ölçüde artacaktır.

Oysa öncelenmesi gereken, oluşturulan yapılanmaların bu döneme ilişkin araçlar olduğu, kurum, yapı ve birey olarak bileşenlerinin hedeflerine uygun bağlamda olabildiğince genişleyebilmesi için çalışmaktır. Bir çatı yapı olmak yerine, geniş toplum kesimlerine fabrikada, evde, okulda, atölyede, tarlada, sokakta vb. ulaşarak değiştirme iradesini geniş toplum kesimlerine yaygınlaştırabilmek, bunun gerçekleşebileceği yönündeki umudu, heyecanı olabildiğince yaygınlaştırabilmektir. Bunun yanında, her iki yapılanmanın rekabetçi değil de dayanışmacı bir ilişkide olduğu toplum tarafından görüldüğünde, bu tutum umudun daha da yaygınlaşmasına ve güçlenmesine katkıda bulunacaktır.

Matematiksel olarak da biliyoruz ki her iki yapılanma bir araya da gelse tek başına değiştirme ve/veya yeniden inşa için sandıkta çoğunluğu sağlayabilme olanağına sahip değil. Ancak, bu yapıların varlığı ve faaliyetleri en azından muhalefetin çok daha sosyalizan, özgürlükçü, kamucu, barışçı bir program ve adayla toplumun karşısına çıkma gereksinimi artacaktır. Ayrıca, (pazarlık söylenti ve karalamalarına ihtimal vermeden) milletvekili seçimlerinde bu yapılar aracılığıyla olabildiğince çok sayıda sosyalistin seçilmesi, parlamenter demokrasiye dönüşüm sağlandığında toplumsal mücadeleye sosyalizm adına küçümsenmeyecek somut katkılar sağlayabilecektir.

Türkiye’de genel seçim süreci bir süre önce başladı. Toplumda yaygın olarak yaşanmakta olan, öncelikli sorunların ve nedenlerinin sıralanmasına gereksinim de kalmadı. Bugün için gerekli olan; toplumun en yakıcı sorunlarından başlayarak, yakın vadede, sandıkta ve hemen sonrasında nasıl çözülebileceği ile ilgili önerilerin toplumla paylaşılmasıdır. Sürece, toplumun tüm kesimlerinin aktif olarak katılabilmesinin araçlarını geliştirebilmektir. Böylece, politikleşmekte olan toplumda umut, heyecan, kendine ve geleceğe güven duygusu yaratılabilir, değiştirebilme iradesi güçlendirilebilir.

 


Onur Hamzaoğlu kimdir?

Gülhane Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Halk Sağlığı ile Epidemiyoloji uzmanlık eğitimlerini tamamladı. 1988 yılından itibaren tabip odaları ve TTB’nin komisyon ve kollarında çalıştı. 2001-2003 yıllarında soL Meclis, 2011-2016 yıllarında HDK yürütme kurulu üyeliği ile 2016-2019 yıllarında da HDK eş sözcülüğü yaptı. Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayın kurulu, araştırma danışma kurulu üyesi olarak çalıştı ve bir süredir editör olarak görev yapıyor. Sağlık hizmetlerinin politik iktisadı kapsamındaki konularda yazıyor ve sağlık hakkı mücadelesi yürütüyor. Sosyalist Türkiye İçin Sağlık Tezi, Sosyalist Türkiye’de Sağlık, Sosyal Güvenliğin Gaspı, Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler, Bologna Süreci Sorgulanıyor, Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite ile 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem başlıklı kitapların yazarlarından ve Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerindendir. Dilovası’nda sanayinin neden olduğu çevre ve sağlık sorunlarının ortaya çıkartılması için bilimsel çalışmalar yürüttü ve Kocaeli’nde Sanayi Doğa ve İnsan kitabını hazırladı. Barış Akademisyenlerinden olduğu için Eylül 2016’da KHK ile üniversiteden çıkartıldı. Kurucuları arasında yer aldığı Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ve Karaburun Bilim Kongresi Düzenleme Kurulu üyesidir.

The post Üçüncü seçenek için iki yapılanma first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Daha da gecikmeden; amasız fakatsız bir üçüncü seçenek için https://gazetekarinca.com/daha-da-gecikmeden-amasiz-fakatsiz-bir-ucuncu-secenek-icin/ Wed, 17 Aug 2022 21:05:16 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=218005 Başlıkta yer alan “seçenek” kelimesinin erken ya da zamanında yapılacak genel seçimle ilgili bir sınırlılık yaratmamasını diliyoruz. Daha önce de bu köşede tartışmaya çalıştığımız gibi, AKP hükümetlerinin 20 yılda ülkeyi getirdiği durum; seçimlerde gitmesi için gerekli olan planlı, sistemli, kapsayıcı, kararlı ve yoğun bir çalışmanın seçim sonrasında da devamını zorunlu kılıyor. Aksi halde, AKP hükümeti […]

The post Daha da gecikmeden; amasız fakatsız bir üçüncü seçenek için first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Başlıkta yer alan “seçenek” kelimesinin erken ya da zamanında yapılacak genel seçimle ilgili bir sınırlılık yaratmamasını diliyoruz. Daha önce de bu köşede tartışmaya çalıştığımız gibi, AKP hükümetlerinin 20 yılda ülkeyi getirdiği durum; seçimlerde gitmesi için gerekli olan planlı, sistemli, kapsayıcı, kararlı ve yoğun bir çalışmanın seçim sonrasında da devamını zorunlu kılıyor. Aksi halde, AKP hükümeti her ne kadar gitse de onun yerini alacak hükümet, benzer koşullarda devam edecekse geniş toplum kesimleri için olumlu herhangi bir şeyin hayata geçebilme olasılığı oldukça zayıf olacaktır.

Seçim sonrasında hızla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi yerine parlamenter sisteme geçiş çok önemli olmakla birlikte, yeterli olamayacağı da aşikâr. Çalışma yaşamı, adalet, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, enerji, ulaşım, tarım, sanayi, bankacılık vb. hemen bütün sistemlerin toplumsal yarar bağlamında yeniden yapılandırılması gerekiyor. O nedenle, var olan cumhur ve millet ittifakları dışında topluma üçüncü bir seçeneğin sunulması zorunluluk taşıyor. Hem seçimlerde AKP hükümetinin gitmesini, partisiz ve toplumun tüm farklılıklarına saygılı bir cumhurbaşkanının seçilmesini hem de seçim sonrasında ülkeyi toplumsal yararı önceleyerek yeniden yapılandırmayı hedefleyebilecek bir seçeneğin, üçüncü seçeneğin daha fazla gecikmeden yapılandırılması ve “Biz de Varız” demesi gerekiyor. Daha da gecikilirse başta süre vb. nedenlerle toplumla buluşabilme, anlatabilme ve örgütlenme olanağı birçok sınırlılıkla karşılaşacak. Ve böyle bir faaliyet işlevsel olamayıp, yalnızca, “ihmal edilmemiş-yapılmış” olmakla kalacak. Gecikme nedeniyle, ulaşabileceği pek çok hedefine ulaşması mümkün olamayacak. Hiç arzu edilmediğinden emin olsak da maalesef, “dostlar alışverişte görsün” gibi algılanacak. Bunların tümü, başlıkta da yer verdiğimiz kaygımızın ana nedenini oluşturuyor.

Bilindiği gibi, HDP’nin çağrısıyla bu yılın Ocak ayında bir araya gelen sosyalist, sol parti ve yapılardan 7’si, birlikte, “Demokrasi İttifakı” adını verdikleri bir yapılanmayla; ülkede yaşanmakta olan sorunların çözümünün yanı sıra, seçimleri de kapsayan bir program hazırlayacaklarını aylar önce duyurmuştu. Geçtiğimiz günlerde de yazılı metinlerini 25 Ağustos’ta kamuoyuyla paylaşacaklarını açıkladılar. Umarız daha fazla ertelenmeden metin paylaşılabilir. Peşinen söyleyelim, bu ittifakta yer alan ve/veya alma olasılığı olan herhangi bir parti ya da yapının millet ittifakı içinde yer alabilme düşüncesi, çabası olduğunu düşünmediğimiz gibi, çağrıştıracak ip uçlarıyla karşılaşmadığımızı da belirtelim. Bunun yanında, gecikmesinin stratejik olarak hatalı olduğunu düşündüğümüz metin henüz paylaşılmamışken, biz de “üçüncü seçenek-demokrasi ittifakı”nın bileşenleri, yöntemi, örgütlenmesi ve hedefleri başlıklarında bazı önerileri dile getirebileceğimizi düşündük. Böyle bir ittifakın/seçeneğin;

Öncelikle, bileşen sayısı sosyalist, sol 7 siyasi parti/yapı ile sınırlı kalmamalı. Henüz katılmamış olanların da süreçte katılabilmesine açık olmalı. Yanı sıra, böyle bir yapıda demokratik kitle örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri de yer alabilmeli. Beraberinde, emek hareketleri, kadın hareketleri, ekoloji ve gençlik hareketlerinin, inanç gruplarının ve bireylerin de katılımına açık olabilmeli.

Yöntem olarak, çözülmesine talip olunacak sorunları “biz (7’li) çözeceğiz” olarak, salt kendileri tarafından çözüleceği şeklinde değil, onu yaşayanlarla hep birlikte çözmeyi hedeflemeli. Toplum katılımını aktif olarak sağlayarak, siyasette toplumun önünü açarak beraberinde sorunları da birlikte çözmeyi benimseyebilmeli.

Yalnızca bir “çatı yapı” olarak örgütlenmemeli. Aksine, mahallelerde, atölyelerde, inşaatlarda, fabrikalarda, madenlerde, liselerde, üniversitelerde vb. örgütlenmeyi hedefleyebilmeli.

Yaşanmakta olan sorunları sıralamak yerine, her bir sorunun nasıl çözülebileceğini dile getirmeli, paylaşmalı. Topluma umut, heyecan, kendine ve geleceğe güven duygusu verebilmeli. Dayanışmacı, moralli, örgütlü ve mücadeleci bir toplum hedefini önceleyebilmeli. 12 Eylül 2010 ve 17 Nisan 2017 tarihli anayasa değişikliği referandumlarındaki kayıpların geri alınmasını hedefleyebilmeli. Kumpas davalar, KHK’ler vb. geniş toplum/muhalefet kesimlerini ilgilendiren, iktidar olmanın gücüyle yaratılmış olan mağduriyetlerin çözümü öncelikler arasında yer alabilmeli. Şirket devlet yerine, toplumsal yararı önceleyen kamucu bir devletin inşa edilmesini öncelemeli. Bunun için de PETKİM, TÜPRAŞ, TEKEL ve SÜMERBANK gibi mülkiyet olarak özelleştirilen, satılan kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT’lerin) ve eğitim, sağlık, ulaşım gibi özelleştirilen hizmetlerin kamulaştırılmasını hedefleyebilmeli. Kadına, çocuğa, sağlıkçılara vb. yönelik şiddetin tümüne karşı önlemlerin bütünlüklü bir şekilde ele alınacağı, İstanbul Sözleşmesi’ni de aşan uygulamaların hayata geçirilmesi hedeflenebilmeli. Coğrafi, bölgesel, yerleşim yeri, sınıfsal, cinsiyete ve yaşa dayalı vb. eşitsizliklerin azaltılması hedefine yer verilmeli. Rantın, faizin, kârın da vergilendirildiği, çok kazanandan çok az kazanandan az ve doğrudan alınan vergilerle bir genel bütçe oluşturmanın yanında, temel hak ve gereksinimlerden başlayarak, yaşamın kamusal olarak sağlanan olanaklarla örgütlemesi de hedefler arasında yer almalı.

Unutulduğu zannedilmesin! Tabii ki bütün bunlar demokrasi, barış, adalet ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere özgürlükler sağlanmadan olamaz. Çünkü, bugünün Türkiye’sinde halklara, işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere, yoksullara, işsizlere, ezilenlere üçüncü seçenek olabilmenin yolu tam da buradan geçiyor.

The post Daha da gecikmeden; amasız fakatsız bir üçüncü seçenek için first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Üniversitelerin hali ve Bologna Süreci https://gazetekarinca.com/universitelerin-hali-ve-bologna-sureci/ Wed, 03 Aug 2022 21:02:00 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=216940 Dünya yıkılıyor, ülke yanıyor da peki üniversiteler ve oradaki öğretim elemanları nerede diye sormadan edemiyor insan. Boğaziçi Üniversitesi’nde 4 Ocak 2021’de “kayyum rektöre” karşı başlatılan direniş, “üniversitelerin özerkliği” talebini de içererek devam ediyor. Onun dışında “yaprak kımıldamıyor/kımıldayamıyor” diyebiliriz. Bu durumun önde gelen nedenlerinden birisi, daha önce üniversitelerde eğilim belirlenerek atanan rektörlerin yerine, 29 Ekim 2016’da […]

The post Üniversitelerin hali ve Bologna Süreci first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünya yıkılıyor, ülke yanıyor da peki üniversiteler ve oradaki öğretim elemanları nerede diye sormadan edemiyor insan. Boğaziçi Üniversitesi’nde 4 Ocak 2021’de “kayyum rektöre” karşı başlatılan direniş, “üniversitelerin özerkliği” talebini de içererek devam ediyor. Onun dışında “yaprak kımıldamıyor/kımıldayamıyor” diyebiliriz. Bu durumun önde gelen nedenlerinden birisi, daha önce üniversitelerde eğilim belirlenerek atanan rektörlerin yerine, 29 Ekim 2016’da yayımlanan 676 sayılı KHK ile birlikte, başvurular arasından doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanması-kayyum rektörlük- uygulanmasına geçilmesidir. İlki 19 Ağustos 2019 tarihinde HDP’li üç büyükşehir belediyesine atananlar gibi, üniversitelere de kayyum atanmaya başlandığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Bunları düşünürken, bir yandan da yakın tarihimizde üniversitelerimizde egemen olan popülizmi ve üniversitelilerin “üç maymuna” dönüşümünün önemli nedenlerinden biri olan sonuçlarını da tatsız bir biçimde anımsadık.

Doksanlı yılların sonunda, 29 Avrupa ülkesi, yükseköğretimde, ‘kalite güvencesi sistemi’ne dayalı olarak standardizasyonu sağlayacaklarını, böylece ülkeler arasındaki farklılıkları zaman içerisinde kaldıracaklarını açıkladılar. Bu süreci yürütebilmek, söz konusu hedefe ulaşabilmek için de “Avrupa Yükseköğretim Alanı”nı oluşturduklarını paylaştılar. Avrupa Yüksek Öğretim Alanı zaman içinde Bologna Süreci olarak adlandırılır oldu. Konunun sahipleri tarafından Bologna Süreci’nin, Avrupa’da yükseköğretimin düzenlenmesi amaçlı olduğu ısrarla vurgulanmasına karşın, Alan’ın üniversiteler dışındaki en önemli üyesinin Avrupa Sanayi ve İşverenler Konfederasyonları Birliği (ETUCE) olduğu ve 2005 yılında Avrupa dışındaki ülkelerin de sürece dahil edilmesine karar verildiği biliniyor. Dikkatimizden kaçırmamamız, sorgulandığında görünenin/söylenenin arkasındaki gerçeği ortaya çıkarabilecek yer de tam burası.

Sürecin başından itibaren yayımlanan resmi metinler dikkatlice okunup, sistematik ve bütünlüklü olarak değerlendirildiğinde, Bologna Süreci’nin açıklanmayan hedefinin; Avrupa’da ABD yükseköğretim pazarına alternatif bir yapılanmanın kurularak, hem yükseköğretimin sistemli bir biçimde piyasaya açılması ve ticarileştirilmesi hem de ucuz emek gücü sağlamak adına, uzmanlaşmış emek gücü göçünü AB ülkelerine yönlendirme çabaları olduğu görülebiliyordu. Ancak, popüler olan, bilimsel bilginin ve tarihsel deneyimlerin önüne geçti. Üniversite içinde “taşın altına elini koyan” öğretim elemanı makbuldü. Tartışan, sorgulayan eleştirel yaklaşan değil! O nedenle de Bologna Süreci’ni önerenler dışında, toplumcu üniversite penceresinden değerlendiren kuramsal çalışma neredeyse hiç yapılmadı, yapılamadı. Az sayıda öğretim elemanı tarafından desteklenmesine karşın, öğrenci eylemlerini de unutmadık.

Bologna Süreci’ne katılım, kapsamdaki ülkelerde, her üniversitenin yönetiminin kendi kararına bırakılmış olmasına ve 2009 yılına kadar ülkemizde de bu biçimiyle uygulanmış olmasına karşın, YÖK, üniversitelerin 2011 yılına kadar Bologna Süreci’ne katılım işlemlerini tamamlamalarını emretti. YÖK’ün konuyla ilgili metinlerin içeriğiyle çelişen bu tutumu dahi öğretim elemanlarının dikkatini çekmedi, uyarıcı olmadı. Rektörlükler de emrin yerine getirilmesi yönünde hummalı bir çalışma ve birbirleriyle rekabet içerisine girdiler. Bu süreç için her bir üniversitede kurulan birimler, yönetimlerin yakın çevrelerinden oluşan kadrolarla dolduruldu. Bunlar da kendi üniversiteleri içinde halka halka genişlediler. Müfredatı, değerlendirme teknikleri ve ders/sınıf geçme sistemini Avrupa’nın istendiği gibi düzenlediler. Söz konusu kadrolardan bazıları da bu işleri özgürlük, demokrasi adına bir kazanım olarak değerlendirmekten geri kalmadı. Hatta sözüm ona solcuların “o zaman kadar ihmal ettikleri”, “eğitim adına birlikte bir şeyler yapabilme” olanağı sunduğu saptamalarına dahi şahit olduk.

Oysa, niyet eden ve okuma yazması olan herkesin okuyup görebileceği gibi, “Avrupa Yükseköğretim Alanı” içerisinde öğrenci ve emek örgütleri yoktur, alınmamıştır. Bologna Süreci ile ilgili yayımlanan belgelerde “her ülkede ulusal durum ve kültürle uyumlu olmak kaydıyla eğitimin kalitesini iş dünyası …… beklentilerine uygun bir şekilde artırmayı …………… amaçlamaktadır” ifadesi, “müşteri ve ürün” olarak tanımladıkları öğrencilerin, yükseköğretimin paydaşı (hissedarı) olarak belirledikleri kapitalistlerin gereksinim ve talepleri doğrultusunda eğitileceklerinin teminatıdır.

O tarihlerde üniversite mezunlarının alanlarının pratiğinden çok farklı yetiştirildikleri, bunun önemli bir ekonomik kayıp olduğu vb. tartışmaları hızla yaygınlaştırıldı. Müfredattan kuramsal dersler çıkartılıp yerine uygulama ve işyerlerinde stajlar kondu. “Fakültatif” eğitimin yerini “teknik” eğitim aldı. Düşünen, sorgulayan değil, söyleneni yapan mühendisler, hekimler vb. yetiştirme süreci resmi politika haline getirildi.

Bir zamanlar tüm şaşasına karşın, artık ne YÖK’ün ne de üniversitelerin yapılanmalarında da web sayfalarında da Bologna Süreci ile ilgili hiçbir şey görünmüyor. Bununla birlikte, hedefine ulaştığı ayan beyan ortada. Günümüzde Bologna Süreci’nin ürünü kadrolar yalnızca işyerlerinde değil, aynı zamanda üniversitelerde. Söyleneni yapmaya hazır bekliyor, söylendiğinde de yapıyorlar. O nedenle üniversitelerin bugünkü sessizliği hiç de rastlantısal değil. Görülmeyen, görülmek istenmeyen hatta bir parçası olunan “tehlikenin” bir sonucu. Bununla birlikte, umudumuzu bütünüyle yitirmediğimizi de söylemeliyiz. Çok az sayıda kalmış olsa da toplumcu üniversitelerin yeşertilmesine kök hücre olabilecek kadroların varlığını hissedebiliyoruz.

Not: 703 saylı KHK ile rektör atamaları için “profesör olma koşulu”, 9 Temmuz 2018 tarihinde kaldırıldı.

The post Üniversitelerin hali ve Bologna Süreci first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bit-me-di ! https://gazetekarinca.com/bit-me-di/ Wed, 20 Jul 2022 21:01:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=215979 Tahmin ettiğiniz gibi, konumuz yine COVID-19. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Haziran 2020 tarihinde kamusal önlemlerin önemli bölümünün artık uygulanmayacağı ilanından sonra, resmi verilere göre, 10 Temmuz 2022 tarihine kadar en az 14 milyon 849 bin 359 yurttaşımız hastalandı ve bunlardan 94 bin 548 kişi de hayatını kaybetti. Bunların en azından bir bölümü engellenebilirdi. Ancak tercih edilmedi. […]

The post Bit-me-di ! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Tahmin ettiğiniz gibi, konumuz yine COVID-19. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Haziran 2020 tarihinde kamusal önlemlerin önemli bölümünün artık uygulanmayacağı ilanından sonra, resmi verilere göre, 10 Temmuz 2022 tarihine kadar en az 14 milyon 849 bin 359 yurttaşımız hastalandı ve bunlardan 94 bin 548 kişi de hayatını kaybetti. Bunların en azından bir bölümü engellenebilirdi. Ancak tercih edilmedi. Çünkü, toplu taşıma araçlarında, okullarda, fabrikalarda, hastanelerde vb. toplu yaşam alanlarında yetersiz de olsa o zamana kadar sağlanan hastalığın bulaşmasını engellemeye yönelik önlemler bir anda ortadan kaldırıldı. Dünya genelinde nüfus büyüklüğü yönünden 18. sırada olan Türkiye, hükümet tarafından resmi olarak açıklanan COVID-19 hasta sayısı üzerinden yapılan sıralamada hala 10. sırada. Sekiz sıra daha önde. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nun verilerine göre, bir eğitim öğretim yılı boyunca, pandemi nedeniyle okullarını en uzun süre kapalı tutan ülkeler arasında ise 4. sırada. Türkiye’nin önünde Afganistan, Suriye ve Irak var. Bunların yanında, medya aracılığıyla öğrendiğimiz kadarıyla, pandemi boyunca herhangi bir yatılı dini eğitim biriminin kapanmamış olduğu bilgisini de paylaşalım.

Engellenebilir olmasına karşın, COVID-19 nedeniyle ölümler de hastalanmalar da çocuklarımızın modern eğitim alamaması da AKP Hükümeti’ni biraz olsun utandıramıyor. Attığı hatalı adımlarını geri aldıramıyor. Aksine ısrar ve yeni hatalı kararlarla toplumun mağduriyetini daha da artırmaya devam ediyor. Öyle ki 30 Mayıs 2022 tarihi itibarıyla, 8 Eylül 2020 tarihinde tüm kapalı ortamlarda ve toplu taşıma araçlarında zorunlu olan maske uygulaması hastaneler dışında kaldırıldı. Bu defa açıklamayı yapan Sağlık Bakanı. Sunduğu gerekçe de “salgını kontrol altına aldık”, “günlük yeni vaka sayımız 1000 kişinin altına düştü” oldu. Buna karşın, yine kendi açıkladıkları verilere göre, 30 Mayıs-10 Temmuz 2022 tarihleri arasında 225 bin 767 kişi hastalandı ve hastalananlardan da 127 kişi hayatını kaybetti. O tarihten itibaren salgınla ilgili bilgiler günlük olarak değil, haftalık olarak yayımlanıyor. Yapılan PCR test sayısı ile pozitif çıkanların sayısı bile artık kamuoyu ile paylaşılmıyor. 30 Mayıs-05 Haziran 2022 tarihlerinde 1046 olan günlük ortalama yeni hasta sayısı, 04-10 Temmuz haftasında 16 kat artarak 16 bin 728’e ulaştı.

Bizzat yaşayanlardan öğrendiğimize göre, 30 Mayıs’tan sonra Sağlık Bakanlığı hastanelerinin bir bölümünde PCR tanı testi yalnızca mesai saatlerinde yapılmaya bazılarında da hiç yapılmamaya başlandı. Özel hastanelerdeki durumu hiç konu yapmıyoruz. Hastalıkla ilgili belirtileri olanlara dahi test uygulanmayınca, salgın “kontrol altına alınmış” gibi propaganda yapılabiliyor olsa bile bu durum birkaç haftayı geçmedi. Hastane kapılarından geri çevrilenlerin sayısı artmaya başlayınca konu, gündemin ilk sıralarına yerleşti. Kamuoyu değişik kanallarla da olsa durumu öğrendi, sorunu yaşayanlar yalnız olmadıklarını fark etti. Test talebi her geçen gün daha da artıyor. Çünkü hastalık yeniden yaygınlaşmaya başladı. Ancak, uygulamada henüz herhangi bir değişiklik yok. Görmezden gelme ve pişkinlik hali devam ediyor.

Türkiye’de hala 12 yaş ve üzerine yönelik olarak yürütülmekte olan aşılama uygulamaları 2022 yılının ilk aylarından itibaren neredeyse durdu. Aşılama sayılarında aylardır anlamlı bir ilerleme yok. Türkiye vatandaşlarından (çünkü aşı genel olarak yalnızca onlara yapılıyor) 15 milyon 829 bin 679 kişi henüz aşısız. Bir tek doz bile aşı yapılmadı. Aşı uygulaması kapsamına alınan 12 yaş üstü yurttaşlardan 25 milyon 247 bin 797 kişi tam (iki doz) aşılı. Bunların üçüncü (hatırlatma) dozlarının zaman geçirilmeden yapılması gerekiyor. Çünkü bugünlerde Türkiye’de de yaygınlığının arttığı tahmin edilen Omikron varyantının BA.4, BA.5 ve BA.2.75 alt varyantları hem 2 doz aşının sağladığı hem de hastalanarak kazanılan bağışıklıktan kaçabiliyor. Bu varyantların ağır hastalık yapmasını engelleyebilecek olan 3 doz aşısı yapılmış kişi sayısı yalnızca 27 milyon 845 bin 910. Başka bir ifadeyle, toplam nüfusun yalnızca %32,8’i, 12 yaş üzeri nüfusun da yalnızca %40,4’ü. Gelişmiş ülkelerin aksine, 5-12 yaş grubu çocuklarımız için aşı uygulaması hala başlatılmadı. Bu yaş grubundaki yaklaşık 9 milyon 843 bin 278 çocuğumuzun aşılarının okullar açılmadan tamamlanması gerekiyor.

Günümüz itibarıyla, ülkemizde de yaygın olduğu düşünülen (çünkü bakanlık etkenin genetik yapısıyla ilgili çalışma sonuçlarını paylaşmıyor) Omikron alt varyantlarının öncekine göre daha bulaşıcı ve aşıdan kaçma özelliğinin daha fazla olduğu biliniyor. Bu nedenle, her ne kadar yaygın test yapılıyor olmasa bile hızla yayılmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz. O nedenle, Hükümetin üç maymunu oynamaktan bir an önce vazgeçmesini, toplumsal sorumluluğunu, hiç olmazsa COVID-19 pandemisi açısından, yerine getirmesini sağlayabilmek için toplumsal muhalefet gereğini yapabilmelidir. İnsan yaşamı ve sağlığının turizm gelirlerine daha fazla feda edilmesini önlemeliyiz.

Pandemi bitmedi. Devam ediyor. Dünya genelinde son bir hafta içinde yeni tanısı konan günlük ortalama hasta sayısı 910 bin’in, COVID-19 nedeniyle yaşamını kaybedenlerin sayısı da bin 500’ün üzerinde seyrediyor. Bu sayılar azalma değil, aksine bir süredir artış eğiliminde. Salgın her yerde bitmeden hiçbir yerde bitmeyecek.

Nasıl ki COVID-19’un etkeni virüs, SARS-CoV-2 hastalarla yurtdışından geldi. Diğer ülkelerdeki yeni varyantlar, alt varyantlar da gelmeye devam edecek. Başta ülkemizde yaşamakta olan herkesin (göçmenler ve sığınmacılar da dahil) 3 doz aşısı yapılmalı, toplu taşım araçlarında ve kapalı mekanlarda maske zorunluğu ile HES kodu uygulaması yeniden başlatılmalıdır. Maske satılmamalı, Sağlık Bakanlığı tarafından parasız dağıtılmalıdır. Kapalı alanların ve toplu taşıma araçlarının havalandırma ve fizik mesafe yönünden düzenlemesi uygulamalarına bırakıldığı yerden geliştirilerek devam edilmelidir. Hastaların izolasyonu ve takibi ile temaslıların karantinası ve izlemi uygulamaları önceki dönemde yaşanan eksiklikler giderilerek ve
onlardan ders çıkartılarak yeniden başlatılmalıdır.

Bizler hem bu hizmetleri talep etmeli hem de uygulamaların takipçisi olabilmeliyiz. Biz istemez ve takip etmezsek AKP iktidarı bir toplumsal sorumluluğundan daha kaçabilecektir. Böylesi bir olanağı sunmamalıyız.

The post Bit-me-di ! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
3 Temmuz’da Ankara ve sonrası https://gazetekarinca.com/3-temmuzda-ankara-ve-sonrasi/ Thu, 07 Jul 2022 07:31:47 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=215167 Ankara’da, 3 Temmuz Pazar günü birisi kamuya açık, diğeri kapalı iki ayrı toplantı yapıldı. Kapalı toplantı, bilindiği gibi İyi Parti’nin ev sahipliğinde beşincisi gerçekleştirilen “altılı masa” liderler toplantısıydı. Ancak, bu toplantıya geçmeden önce altılının varlık gerekçesi olan AKP-MHP iktidarının durumundan kısaca bahsedelim. Dünya genelinde yaşanmakta olan krizle birlikte, son üç yılda azalan ulusötesi sermaye desteği […]

The post 3 Temmuz’da Ankara ve sonrası first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ankara’da, 3 Temmuz Pazar günü birisi kamuya açık, diğeri kapalı iki ayrı toplantı yapıldı. Kapalı toplantı, bilindiği gibi İyi Parti’nin ev sahipliğinde beşincisi gerçekleştirilen “altılı masa” liderler toplantısıydı. Ancak, bu toplantıya geçmeden önce altılının varlık gerekçesi olan AKP-MHP iktidarının durumundan kısaca bahsedelim.

Dünya genelinde yaşanmakta olan krizle birlikte, son üç yılda azalan ulusötesi sermaye desteği nedeniyle, ülkeyi hemen her alanda iflasın eşiğine getiren Erdoğan Hükümeti’nin ekonomik politikaları, Haziran 2022 itibarıyla iflasını ilan etti. Bu tarihte, bilindiği kadarıyla cumhuriyet tarihinde ilk defa, yılın henüz ilk yarısında o yılın merkezi hükümet bütçesi tükendiği için bütçenin yüzde 50’sini aşan ek bütçeyi TBMM’de onaylattılar. İlk altı aydaki enflasyonu işçi ve memurlar ile emeklilerin maaş ve ücretlerine yansıtacağız sözünün bizzat Cumhurbaşkanı tarafından verilmesine karşın, TÜİK’in her türden spekülasyona açık enflasyon rakamlarının dahi altında zam oranları parti üyeleri tarafından bile tepkiyle karşılandı. Bir yandan NATO’nun genişleme politikalarını kendi çıkarları için pazarlık konusu yapmaya kalkışıp dünya basınına siyasi magazin konusu olurken, diğer yandan “Kaşıkçı cinayeti dosyası”nı faillerine teslim eden AKP-MHP iktidarı, seçime kadar idare edebilmek için, Suudi Arabistan’dan da sıcak para beklediğini saklayamıyor. Haziran’ın son haftasında bir günlüğüne Türkiye’ye gelen Veliaht Prens, en üst devlet protokolü ile ağırlandı. Ziyareti sırasındaki uluslararası nezaketi aşıp, hakarete varan davranışları karşısında dışişleri de Cumhurbaşkanı da koalisyon ortağı Bahçeli de yutkunmaya bile cesaret edemedikleri basına yansıdı. Adeta kaderlerine razı bir mahcuplukta, sessiz sedasız görmezden geldiler ve Veliaht Prensin ülkeden memnuniyetsiz ayrılmaması için ne arzu buyuruyorsa özenle yerine getirdiler. Öyle ki bizzat bakanlığın ihmali nedeniyle büyümesi engellenemeyip felakete dönüşen Marmaris’teki orman yangınına karşın, kadınların alınmadığı fasıllı yemek ziyafeti de eksik bırakılmadı. Özetle her alanda iflas etmesinin yanı sıra, bu durumun her tarafından salkım saçak döküldüğü bir iktidar var. Böylesine bir tabloya rağmen, muhalefet neredeyse oturduğu yerde sayıyor. Her türlü sayısal veri de gösteriyor ki mutfakların bile yangın yerine döndüğü bir ülkede muhalefet buna karşılık geldiği söylenebilecek bir varlık gösteremiyor.

İktidarın karşısına, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini güçlendirilmiş parlamenter sistemle değiştirme iddiasıyla, önce üç siyasi parti tarafından kurulan Millet İttifakı ile çıkan, daha sonra üç sağ muhalefet partisinin de katılımı ile “altılı masa” olarak adlandırılan muhalefet ittifakı, Türkiye siyasetinde bir ilk. Önceledikleri bir hedef/amaç için biraraya gelişleri önemli bir adım. Bununla birlikte, “sosyal demokrat” ana muhalefet partisiyle, biri milliyetçi, diğeri dinci üç partiyle başlayan serüven AKP’den kopan iki grubun ve bir de merkez sağdan nerdeyse seçmeni olmayan bir partinin katılımı ile oluştu. Böyle olunca ana hedefleri dışında iktidardan ne gibi farkları olduğunu ortaya koyabilmek oldukça zor. Zor, çünkü “altılı masa”, uygulanmaya başlandığı 80’li yıllardan bugüne kadar insanlığın ve doğanın başına açtığı felaketlerle tarihe geçen kapitalizmin neoliberal politikalarına bağlı olduklarını ve uygulamaya devam edeceklerini, ülkenin çözüm bekleyen öncelikli siyasi sorununun Kürt meselesi olmadığını açık bir şekilde ifade ediyor. Böyle bir bileşen her ne kadar AKP-MHP iktidarından önemli sayılabilecek bazı farklılıklar içeriyor olsa da toplumsal ve kişisel özgürlükler, barış, bölüşüm vb. alanlardaki farksızlıklarının önemsenmesi gerekiyor. Temmuz 2022 itibarıyla, bu ittifakın seçmenden alabilecekleri oyun ne cumhurbaşkanlığını, ne de meclis çoğunluğunu kazanabilmek için yetmeyeceğini kendileri de dahil herkes biliyor. O zaman hedefine nasıl ulaşacak? Neyi hesaplıyor? Baştan belirtelim, siyaset alanındaki başarısı bir yana, Maliye Bakanlığı’ndaki görevi döneminde “üstat” düzeyine ulaşmış, başarılı, dürüst, çalışkan bir hesap uzmanı, başmüfettiş olarak tanınan Kılıçdaroğlu’nun seçim aritmetiği hesaplamalarında yanılacağını düşünmek istemiyoruz. Söz konusu açığın nasıl kapatılacağı ile ilgili olarak ne kendisi ne de diğer parti başkanları bu zamana değin kamuoyuna akla uygun herhangi bir açıklamayı bu zamana kadar yapmış değiller. İktidarın toplumu bu kadar kutuplaştırdığı da ortadayken böylesi bir açıklama gerekiyor mu? Ya da nasıl bir bağlamda açıklama gerekiyor? diye de sormak mümkün. Daha sonra devam etmek üzere, buradan 3 Temmuz’un ikinci toplantısı olan HDP’nin 5. Olağan Kongresi’ne geçebiliriz.

Ankara Spor Salonu’nda gerçekleştirilen Kongre’ye katılım oldukça yoğundu. Temmuz ayı olmasına rağmen, salonun tüm koltukları ve ortasındaki saha tümüyle doluydu. Yanı sıra, salonun dışında da kurulan görüntülü sistemle Kongreyi izleyebilenlerle birlikte, katılım yaklaşık olarak 20 bin-25 bin kişiydi. Partililerin coşku ve heyecanı yönünden de Kongre’nin ortalamanın üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Özetle, yandaş medyadaki iddiaların aksine, Kongre ortamında HDP seçmenlerinin konsolidasyonunda herhangi bir sorunun yaşanmakta olduğunu gösteren belirtiye rastlanmıyordu. Oldukça yoğun sayılabilecek uluslararası katılım da partinin yurtdışı faaliyetlerindeki iddiasını ifade eden bir içeriğe sahipti. Konuşmaların ana konusu Türkiye’nin, ötekileştirilenlerin ve Kürtlerin sorunları ve çözüm önerileri oldu. Bunun yanında, konu seçimlere geldiğinde iktidara karşı yapılan benzer eleştirilerin “bizi dikkate almıyorsunuz, bu tutumunuzu sürdürürseniz görürsünüz” içeriği de eklenerek “altılı masa”ya da yapılıyor olması dikkat çekiciydi. Diğer yandan, Demokrasi İttifakı’nın varlığının önemsendiğine yönelik vurguların da altını çizmek gerekiyor.

Ancak, konuşmaların hem sandıkta AKP-MHP iktidarına son verilmesi hem de ülkenin çöken kurum ve değerlerinin revizyonu değil, yeniden inşası için kilit parti durumunda olan HDP’nin ve geliştirilmeye çalışılan Demokrasi İttifakı’nın bu gerçekliği karşılayamayan dili ve içeriği dikkat çekiciydi. Konuşmalarda meselenin ilkeler olduğuna, kişiler ve isimler olmadığına yer verilmesine karşın, “neden bizi muhatap almıyorsunuz” vurgusu daha görünür oldu. Bu söylemin, kitleler karşısında kurumsal olarak yetersizlik ve başarısızlık algısını körüklediği, neredeyse “aba altından sopa gösteren” tehdit diline dönüştüğü için de şiddetin her türlüsünden kurtulmak isteyen toplum kesimleri için itici, uzaklaştırıcı olduğunu görebilmek gerekiyor. Ayrıca, söz konusu tutum ve dilden bir an önce vazgeçilmesi seçim ve yeniden inşa sürecinin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi açısından da önemli.

Bunun için de Demokrasi İttifakı olarak hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimleri için ilkelerinin ne olduğunu bir seferde net ve herkesin aynı şeyi anlayabileceği bir şekilde kamuoyuna açıklanmalı, yazılı olarak sunulmalıdır. Devamında da ülkenin, toplumun içinde bulunduğu sorunları nasıl, ne şekilde çözebileceğini takvimiyle birlikte hazırlamalı ve konu konu kamuoyu ile paylaşmalıdır. Demokrasi İttifakı kendini tanımlamayı, ifade etmeyi karşıtlıklar üzerinden değil değerleri, ilkeleri, programı vb. kendi üzerinden anlatmalıdır. Gerilimin seçmene cazip geldiği ve konsolide ettiği hatta sayısını artırdığı günler geride kaldı. Hem Demokrasi İttifakı’nın hem de “altılı masanın” hedeflerine ulaşabilmesi için birbirleriyle işbirliğinin en azından aritmetiksel olarak gerekli hatta zorunlu olduğunu “sağır sultan” dahi biliyor. Bilinenin, herkesin gözü önünde gerçekleşmesi de bunun için ısrar da gerekmiyor. Bu tutumda ısrar etmek yalnızca kaybettiriyor. Siyasetin bunca deneyimli kadrolarına, böyle devam ederse kazananın iktidar olacağını, anımsatmak tabii ki bize düşmez. Yalnızca dostça bir paylaşım olarak değerlendirilmeli…

The post 3 Temmuz’da Ankara ve sonrası first appeared on Gazete Karınca.

]]>
AKP seçim hazırlıklarını tamamlamak üzere! https://gazetekarinca.com/akp-secim-hazirliklarini-tamamlamak-uzere/ Wed, 22 Jun 2022 21:01:22 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=213900 Ülke genelinde tüm sınıf ve katmanlar tarafından hissedilen, faturası emekçilere, ezilenlere çıkartılmak istenen ekonomik ve siyasi kriz dolu dizgin devam ediyor. Aralık 2021’i çok büyük değer kaybıyla kapatan TL, yılbaşından bugüne kadar %25’ler civarında değer yitirdi. AKP-MHP iktidarı, ülke tarihinin en büyük krizini bir yandan kendi yandaşlarına yönelik kazanımlara dönüştürmeye gayret ederken diğer yandan da […]

The post AKP seçim hazırlıklarını tamamlamak üzere! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ülke genelinde tüm sınıf ve katmanlar tarafından hissedilen, faturası emekçilere, ezilenlere çıkartılmak istenen ekonomik ve siyasi kriz dolu dizgin devam ediyor. Aralık 2021’i çok büyük değer kaybıyla kapatan TL, yılbaşından bugüne kadar %25’ler civarında değer yitirdi. AKP-MHP iktidarı, ülke tarihinin en büyük krizini bir yandan kendi yandaşlarına yönelik kazanımlara dönüştürmeye gayret ederken diğer yandan da becerebildiği kadarıyla zaman kazanmaya çalışıyor. Hem de iktidara geldiği günden itibaren dahil olmak için büyük çaba gösterdiği küresel kapitalist sistemin bilinen uygulamalarını reddederek. Bunca sorun yaşanırken, geçen zaman çok daha aleyhte sonuçlar doğuracak olduğundan bir yandan da “seçim” hazırlıklarını sürdürüyor.

Cumhurbaşkanı kendi adaylığını açıkladı. Ancak yeniden aday olabilmesi için seçimlerin 18 Haziran 2023’den önce yapılması gerektiğini de biliyor. Bu durumu polemik konusu yapabilecek koşullarını bir süredir yitirdiği için erken tarihte bir seçim kendisi için de en uygunu gibi görünüyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan savaş son güne kadar ABD ve AB ülkelerinde büyük varlıklara sahip olan Rusyalı oligarkların dışlanması ve mal varlıklarına el koyma tehdidi sonrasında kendilerinin Türkiye’ye davet edildiğini basından öğrendik. Hedef gerçekleşirse yüklü miktarda sıcak para girişi sağlanmış olacak. Yanı sıra, ülkenin mal varlıklarının ve kamuya ait şirketlerinin BAE, Katar başta olmak üzere Arap sermayesine peşkeş çekilmesiyle de bir miktar sıcak paranın yine yakın vadede giriş yapacağı ile ilgili bilgiler herkesin malumu. Bu girişler, çalışanlara yılın ikinci yarısı için yapılacak zamlara bir miktar “seçim zammı”nın daha eklenmesini sağlayabilecek gibi görünüyor. Özellikle doğalgaza ve elektriğe yapılmış olan ve yapılacak zamlar kışın, “kara kış” olarak geçmesinin ön koşullarını şimdiden hazırladı bile. Çok özet olarak sıralanan başlıklar nedeniyle, kıştan önce bir seçim olasılığı oldukça yüksek görünüyor.

Bu nedenle olsa gerek iktidar toplumun haber alma özgürlüğü üzerindeki sınırlılıkları daha da artırmaya gayret ediyor. İşini şansa bırakmamak adına, “iktidarın sesi” gazeteci, televizyon ve gazetelerin dışında iki elin parmaklarını geçmeyen sınırlı sayıdaki “bağımsız”lara da tahammül göstermeyen iktidar, bugünlerde sosyal medya yasaklamalarını sağlayacak bir yasal düzenlemeyi tamamlamak üzere. İktidarın buyruğu ile “dezenformasyon” olarak tanımlandığında kişilere üç yıl hapis cezası verilebilecek.

Ancak, iktidar bununla da yetinemiyor. Geleceği için riskli bulduğu bütün alanları seçim öncesinde dikensiz gül bahçesine dönüştürme gayretinde. Muhalif gazetecilerin sudan nedenlerle tutuklanması uygulamasına büyük bir hız verdi. Diyarbakır’da geçtiğimiz günlerde topluca gözaltına alınan 16 gazeteci, “suç işlemelerini önlemek” amacıyla tutuklandı. Hem sansür yasası hem de tutuklamaların özellikle ana muhalefet tarafından yeterince gündem yapılmadığına tanıklık ediyoruz. HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sürecindeki tutumuna benzer bir tutum hâkim gibi görünüyor. Ancak hem ana muhalefet hem de muhalefet bilmeli ki, bu sefer sahiden geç olacak ve sandık hezimete dönüşecek. O nedenle, iktidarın medya ve sosyal medya alanındaki oyunlarını toplumun öncelikli gündemi yapmaları ve iktidarın geri adım atmasını sağlayacak kitlesel eylem programlarını bütün muhalefetin katılımıyla gerçekleştirmeye çalışmaları gerekiyor.

Aksi halde, bu tutum, öncekinden farklı olarak, kendilerini de en başından itibaren kaynayan kazanın içine atacak gibi görünüyor. Maalesef…

The post AKP seçim hazırlıklarını tamamlamak üzere! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
AKP’li yıllar, paramiliter yapılar ve fikri takipsizlik https://gazetekarinca.com/akpli-yillar-paramiliter-yapilar-ve-fikri-takipsizlik/ Wed, 08 Jun 2022 21:01:33 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=212361 Üsküdar Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti üyesi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Güvenlik Politikaları Kurulu üyesi emekli general Adnan Tanrıverdi’nin adı son haftalarda yeniden ülke gündeminde. Ana muhalefet partisi genel başkanının seçim güvenliğini ortadan kaldırmaya yönelik hazırlıklar içinde olduğu anlamına gelen açıklamalarını bizzat binasının bahçe kapısının önünde kurmaylarıyla birlikte yaptığı SADAT, Tanrıverdi’nin başkanlığında kurulan ve İstanbul […]

The post AKP’li yıllar, paramiliter yapılar ve fikri takipsizlik first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti üyesi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Güvenlik Politikaları Kurulu üyesi emekli general Adnan Tanrıverdi’nin adı son haftalarda yeniden ülke gündeminde. Ana muhalefet partisi genel başkanının seçim güvenliğini ortadan kaldırmaya yönelik hazırlıklar içinde olduğu anlamına gelen açıklamalarını bizzat binasının bahçe kapısının önünde kurmaylarıyla birlikte yaptığı SADAT, Tanrıverdi’nin başkanlığında kurulan ve İstanbul Valiliği’nin Haziran 2012 yılında düzenlediği ‘Özel Güvenlik Belgesi’ sahibi bir ticari kuruluş. Muhalefetin konunun üzerine gitmesinin ardından, bizzat Cumhurbaşkanı “SADAT ve yöneticileriyle hiçbir alakam yok” açıklaması yapmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, kamuoyuna açık belgeler bunu doğrulamadı.

AKP hükümetleri döneminde bilebildiğimiz kadarıyla, ilk defa 30 Temmuz 2016’da gerçekleşmiş, 8 Haziran 2017’de bir gazeteye haber olabilmiş cinayet olayı ile birlikte, “Türkiye’de bu dönemin iktidarı tarafından kurulmuş PARAMİLİTER YAPI var mı?” sorusu yeniden gündeme geldi. Bu haberle, sivil- katılımcıları- siyaset kanadı halâ açıklanmamış olan,15 Temmuz şaibeli asker kalkışması da o gece Emniyet Genel Müdürlüğü envanterindeki bazı silahların sivillere dağıtıldığı haberi de yeniden gündeme gelmişti. Çünkü katil zanlısı(sivil MM)ifadesinde: “… bu tabancaları 15 Temmuz gecesi, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün önünde dağıtmışlardı. Ben de oradan almıştım” diyor.

Olayın duyulması üzerine, Ankara Valiliği 9 Haziran 2017 tarihinde, yazılı bir açıklama yaparak, 15 Temmuz gecesi herhangi bir kayıt tutulmadan silah ve mühimmat dağıtımı yapıldığını kabul ederken, kayıt tutulmadan yapılan dağıtımın sivillere yapıldığını kabul etmedi. Bununla birlikte, dağıtımın tahmin edilebilir miktarı bile dudak uçuklatan cinsten. Açıklamada:“… İl Emniyet Müdürlüğü’nün silah depolarının kapılarının kırılarak uzun namlulu silahların ve mühimmatının personele dağıtılması talimatı verilmiştir. … yazılı olarak zimmet kaydı tutulmaksızın silah-mühimmat dağıtımı yapılmıştır. Emniyet Müdürlüğü’nün deposunda bulunan silahlara ilave olarak Emniyet Genel Müdürlüğü’nden kamyon ile getirilen silah ve mühimmatta aynı yöntem ile dağıtılmıştır” ifadeleri yer aldı.

Bu olaylardan yaklaşık bir hafta sonra, Düzce AKP İl Gençlik Kolları Yönetim Kurulu üyesinin(sivil MA), ülkemizde sivillere satışı olmayan, kısa namlulu otomatik (katil zanlısınınki ile aynı olan, MP5 makinalı tabanca) bir silah elinde haliyle fotoğrafını “Vur de vuralım, öl de ölelim. Reis meydanlar boş değil, emrin yeter” notuyla sosyal medyada paylaştı. Ardından olay gazetelere de yansıyınca, bilinen, ancak bir hafta on güne kadar sonra çok konuşulmayan bu konu yeniden gündeme taşınmış oldu. Yetmedi!

Haziran’ın üçüncü haftasında bu sefer, Cumhurbaşkanlığı resmi Twitter hesabında yer alan ve AKP Genel Başkanı Recep Erdoğan tarafından, 22 Haziran 2017’de çiftçilerle birlikte olduğu iftar yemeğinde “Savunma alanında, her şeyimizi kendimiz yapmadan bize huzurlu bir uyku yok” açıklamasından bir gün sonra, Cumhurbaşkanlığı Arşiv Müdürü Muhammet Safi’nin, 23 Haziran 2017 tarihinde: “Her eve bir otomatik tüfek ve 1000 mermi projesi şart” paylaşımını yaptığını öğrenmiştik. Bitmedi!

Hemen ertesi gün, 24 Haziran 2017 tarihinde yayımlanan 30106 sayılı Resmi Gazete’de konuyla ilgili bir düzenleme dikkatimizi çekti. İçişleri Bakanlığı’nın toplam üç maddeden oluşan “Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun’un Uygulanmasına İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” yürürlüğe girdi. Bu düzenleme ile “Görevin niteliği uzun namlulu silah bulundurmayı ve taşımayı gerektiriyorsa, valiliklerce Genel Kurmay Başkanlığı’nın bu konudaki görüşü alınarak, uzun namlulu silahın niteliği ve sayısı Komisyon tarafından tayin edilir” düzenlemesinin bulunduğu Yönetmeliğin 26. maddesi, “Görevin niteliği uzun namlulu silah bulundurmayı ve taşımayı gerektiriyorsa, uzun namlulu silahın niteliği ve sayısı komisyonun kararı ve valinin onayı ile tayin edilir” biçiminde değiştirildi.

Artık, özel güvenlik şirketleri Genel Kurmay Başkanlığı’nın görüşü alınmadan komisyon kararı ve valilik onayı ile uzun namlulu silah kullanabilecek. Böylece, uzun namlulu silahlara hem ulaşma hem de kullanma ülke genelinde standart bir süreç yerine, 81 ilin her birinde farklı gerekçelerle sağlanabilecek.

AKP’li yıllarda “Halkın Özel Harekatı, Ak Gençlik Ocakları, Özel Harekat Derneği ve SADAT”tan sonra, Mayıs 2022’nin son günlerinde İzmir’de polis aramasında bir kişide ruhsatsız silah ile birlikte, üzerinde Cumhurbaşkanlığı forsunun bulunduğu “Türkiye Devlet Fedaileri Temsilci Tanıtım Kartı” çıktığı basın yoluyla kamuoyu ile paylaşıldı. Bu zamana kadar tanık olduğumuz durum; konunun genellikle basında yer aldıkça gündem olabilmesi ve kısa bir süre sonra da unutuluyor olması. Genellikle fikri takip dışında kalması. Oysa, konu oldukça yaşamsal.

İktidar krizinin de yaşanmakta olduğu, erken seçimin sıklıkla konuşulduğu, toplumsal buhran içindeki Türkiye’de Mayıs 2022’de yeniden güncellenen “Türkiye’de bu dönemin iktidarı tarafından kurulmuş PARAMİLİTER YAPI var mı?” sorusunun kesin yanıtı alınmadan gündemden düşmesine asla müsaade edilmemelidir. Çünkü, biliniyor olmakla birlikte, yinelemekte yarar görüyoruz: Milis, gerektiğinde kısa sürede savaşa sürülebilen, sınırlı askeri eğitim görmüş silahlı sivillerden oluşturulmuş askeri güç, örgütlenmedir. Paramiliter(yarı askeri) güç ise, söz konusu milislerin devlet tarafından desteklenerek oluşturulmuş yapı olarak tanımlanmaktadır.

Bu yapıların varlığının araştırılması ve eğer varsa en kısa sürede, toplumsal muhalefet de gündemine ön sırada yerleştirerek, lağvedilmeleri sağlanmalıdır. Aksi halde kendileri ortaya çıktıkları gün iş işten geçmiş olacak. Dileriz işler bu aşamaya gelmeden gerekenler yapılabilir.

The post AKP’li yıllar, paramiliter yapılar ve fikri takipsizlik first appeared on Gazete Karınca.

]]>
29 Mayıs’ta Ankara’da: Haklar, krizler ve birlikte mücadele https://gazetekarinca.com/29-mayista-ankarada-haklar-krizler-ve-birlikte-mucadele/ Wed, 25 May 2022 21:01:30 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=211115 Yalnızca hekimlerin ve sağlık emekçilerinin değil, bütün yurttaşların hatta ülkede yaşayan herkesin katılmasını gerekli kılan taleplerle, 29 Mayıs Pazar günü Ankara’da “Emek Bizim Söz Bizim Sağlık Hepimizin Mitingi” yapılacak. Afişlerdeki sıralamayla mitingin çağrıcıları; Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası, Birinci Basamak Sağlık Çalışanları Birlik […]

The post 29 Mayıs’ta Ankara’da: Haklar, krizler ve birlikte mücadele first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yalnızca hekimlerin ve sağlık emekçilerinin değil, bütün yurttaşların hatta ülkede yaşayan herkesin katılmasını gerekli kılan taleplerle, 29 Mayıs Pazar günü Ankara’da “Emek Bizim Söz Bizim Sağlık Hepimizin Mitingi” yapılacak. Afişlerdeki sıralamayla mitingin çağrıcıları; Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası, Birinci Basamak Sağlık Çalışanları Birlik ve Dayanışma Sendikası, Aile Sağlığı Çalışanları Ebe ve Hemşire Dernekleri Federasyonu, Genel Sağlık ve Sosyal Hizmet Kolu Kamu Çalışanları Sendikası ileTüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği. Seçim sathı mahalline girildiği bir dönemde olmamız nedeniyle, mitingin toplumsal muhalefet adına da ayrı bir önem taşıdığını/taşıması gerektiğini düşünüyoruz. Gerekçemizi çok uzun olmamak üzere paylaşalım.

Siyaset, toplumsal sınıf, grup ve partilerin sınıfsal çıkar ve amaçları yönündeki faaliyetleri olarak tanımlanıyorsa ki tarihsel olarak katılmamak yanlış olur, günümüz dünyasında bir sınıfın(emekçiler) çıkarına olan diğer sınıfın(patronlar) çıkarına olmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist toplum biçiminin gereksinimlerini karşılayacak nitelikli emek gücü arzının yetersizliği, reel sosyalizmin toplumlarda yarattığı etkilenmeyle de birleşince, kapitalist ülkelerde patronlarla emekçiler arasında toplumsal mutabakat sağlanmıştı. Beraberinde de pek çok sosyal ve ekonomik hak toplumsal boyutta tanımlanıp hayata geçirildi. Bununla birlikte, 1970’li yılların başında kapitalizmin tüketim krizine girmesi, emek gücü arzının talebin üzerinde olması ve reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte kapitalist ülkelerde toplumsal mutabakat patronlar tarafından tek taraflı olarak bozuldu. Yeni bir dönem olarak, ABD hegemonyasında, kapitalist neoliberal politikalar uygulanmaya başlandı. Eş zamanlı olarak sınıf mücadelesindeki geri çekilmenin de kolaylaştırıcı etkisiyle sosyal devlet uygulamaları döneminde tanımlanmış toplumsal haklar bir bir budandı, ortadan kaldırıldı.

Günümüze kadar ulaşmış, haklar ile ilgili “başyapıtlar” sıfatıyla tanımlanan metinler, çalışmalar ve uluslararası sözleşmeler incelendiğinde, iki temel saptamaya ulaşabiliyoruz. Bunlardan ilki, “hak kavramı, talep olarak var olduğundan bu yana, hiçbir zaman mülkiyet ilişkileri dışında ele alınmamıştır. Mülkiyet sınırını aşan bir hukuk ve hak anlayışı geliştirilmemiştir”. İkincisi ise “hak(lar), konjonktüreldir”. İkinci saptamamızla ilgili gerekçelerimizi, köşe yazısı sınırlılıkları nedeniyle, kapitalizmin sosyal devlet uygulamaları dönemini temsil ettiğini düşündüğümüz Avrupa Sosyal Şartı ile kapitalizm neoliberal dönemini temsil ettiğini düşündüğümüz Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı metinleri üzerinden somutlayarak paylaşmamızın mümkün olabileceğini düşünüyoruz.

Yaklaşık 40 yıl ara ile yayımlanmış olan Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı peş peşe okunup değerlendirildiğinde, yukarıdaki saptamamızın gerekçesini ortaya koymak daha da kolaylaşmaktadır: Ekim 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği’nin, üyeleri için neler önerdiği ve neleri sağlayacağını taahhüt ettiği önemlidir. Şöyle ki; “Madde 11- Sağlığın Korunması Hakkı: Akit taraflar (…) uygun önlemler almayı taahhüt eder. Madde 12- Sosyal Güvenlik Hakkı: (…) bir sosyal güvenlik sistemi kurmayı ya da korumayı,…en az Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 numaralı sözleşme kapsamından daha düşük düzeyde olmamak üzere yeterli bir düzeyde tutmayı,… taahhüt eder. Madde 13- Sağlık ve Sosyal Yardım Hakkı: (…) hakkının etkin biçimde kullanılmasını sağlamak için;…herkese yeterli yardımı sağlamayı ve hastalık halinde bunun gerektirdiği bakımı sunmayı (…) taahhüt eder.” Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, her üç maddede de sözü edilen hakların sağlanmasının hem akdi imzalayacak ülke hem de Birlik tarafından taahhüt edildiği ifade edilmektedir.

Oysa, 2000 yılının son çeyreğinde, Avrupa Sosyal Şartı metninin yerine gündeme getirilen başka bir metin, yine Avrupa’nın bu alandaki metni, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’dır. Temel Haklar Şartı’nda akit taraflara yer verilmemiştir. Birlik, hükümetleri sorumsuzlaştırarak/azade ederek, her türlü “sorumluluğu” kendi üzerine almıştır. Bunun yanında, metnin giriş bölümünde yer verilen, “Birlik, sermayenin serbest dolaşımını, yerleşme özgürlüğünü sağlar.” cümlesi ile Avrupa Birliği’nin birinci koşulunun sermayenin özgürlüğünü sağlamak olduğu belirlemesi yapılmaktadır.

Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 34. ve 35. maddeleri sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleriyle ilgilidir. “Madde 34- Sosyal güvenlik ve sosyal yardım: (…) sosyal güvenlik yardımları ve sosyal hizmetlerden yararlanma hakkını tanımakta ve saygı göstermektedir. (…) sosyal ve konut yardımından yararlanma hakkını tanımakta ve saygı göstermektedir.” Bu maddede görüldüğü gibi, hak kavramı artık başlık olarak dahi kaldırılmıştır. Birlik, böylece, sosyal güvenlik ve sosyal yardım başlığındaki hizmetlerin toplumun üyelerine nasıl ulaştırılacağı konusunda en azından 40 yıl öncesine göre daha geriye adım atarak, bunu ülkelerin tercihlerine bırakmaktadır. Dikkat edilirse, ellili yılların sonunda, sosyal devlet uygulamaları döneminde taahhüt edilen haklara, neoliberal kapitalizmin dünyaya egemen olmaya başladığı 2000’li yılların başında ise yalnızca “saygı gösterildiği” ifade edilmektedir. Bu durumda “eskisi gibi herkes için değil” değerlendirmesinin yapılması hiç de yanlış olmayacaktır. Aslında metinde “serbest dolaşması sağlanacak olan sermayenin gereksinimini karşılayabilmek için, toplumun sosyal güvenlik ve yardımdan mahrum kalması gerekiyorsa kalır” denmiş olmaktadır.

Madde 35- Sağlık hizmetleri: Herkes, ulusal yasalar ve uygulamalarda belirtilen şartlar çerçevesinde koruyucu sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkına ve tıbbi tedaviden yararlanma hakkına sahiptir. ”Sağlık hizmetlerinde de aynı şekilde, ülkeler kendi keyfiyetlerine bırakılmakta Birlik, bir koşul ya da asgari bir düzey tanımlamamaktadır. Bu metinde dikkati çeken şey, bir zamanlar “hak” olarak tanımlanan, beraberinde içerikleri de belirlenen hizmetlerin-hakların ortadan kaldırıldığı en azından kapsamlarının olumsuz yönde büyük değişikliklere uğradığıdır. Ve doğal olarak, “kim(ler) için olumsuz, kim(ler) için gerileme” sorusunu da beraberinde doğuran bir saptamadır.

Avrupa Birliği’nin yaklaşık 40 yıl ara ile yayımlamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı ile Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın içeriklerindeki farklılığı bu pencerenden değerlendirdiğimizde “hak(lar) konjonktüreldir” saptamamızın gerekçesi daha da görünür olmaktadır. Kapitalizm, canlı bir organizma gibidir. Gereksinimlerinin dönemsel farklılık gösterdiğini de biliyoruz. Hak kavramının içeriği de kapitalizmin gereksinimine ve sınıf mücadelesinin düzeyine paralel olarak değişmektedir. Özetle, kazanımlarımızın ilelebet varlığı söz konusu olamamaktadır.

Benzer biçimde Türkiye’de 60’lı yılların sonu ile 70’li yılların son çeyreğine kadar yükselişte olan toplumsal muhalefet ve buna paralel olarak artan kazanımlarımız, 80’li yıllardan itibaren sistemli biçimde kayıplara dönüştü. Ücretler düşürülerek, çalışma saatleri uzatılarak, çalışma yoğunluğu artırılarak “sömürü-artık değer oranı” büyütüldü. Kayıplarımız, AKP’li yıllarda özellikle de son on yılda daha da yoğunlaştı. Kayıt dışı, güvencesiz, kısa süreli çalıştırma yaygınlaştı. Kazanımlarımız, haklarımız birer birer gasp edildi. Eğitim ve sağlık hizmetleri patronlar için yüksek kâr sağlama alanına dönüştürüldü ve herkesin doğrudan ve/veya dolaylı olarak parası kadar hizmete ulaşabildiği sistemler olarak yapılandırıldı.

Dünyada yaşananlar bir yana, günümüz Türkiye’sinde siyasal ve ekonomik kriz birlikte yaşanıyor. Ek olarak iktidarın da krizi saklanamayacak hale geldi. Tarihsel olarak sermaye birikiminin kendi krizini hazırladığı, ancak sonunu hazırlamadığı bilgi ve deneyimine sahibiz. Yaşayabilmek için emek gücünü satmak, çalışmak zorunda olanlar adına bir müdahale olmadığı/olamadığı zaman toparlanıp yoluna devam ediyor. Bununla birlikte, bu krizleri yaratan koşullar da krizlerden çıkış için iktidarlar tarafından atılan adımlar ve izlenen yollar da sınıfsal ve toplumsal kazanımlarımızı erozyona uğratıyor. Çalışma yaşamı, sağlık, eğitim, barınma vb. alanlardaki haklarımızı daha fazla kaybediyoruz.

İçinde bulunduğumuz kriz döneminde haklarımızı daha fazla kaybetmememizin hatta süreci tersine çevirebilmemizin yolu birlikte mücadeleden geçiyor. Yukarıda paylaştığımız miting çağrısını iktidarın aleyhimize olan bütün yaptırımlarına karşı çıkış için bir ön adım olarak görebilir miyiz? Yalnızca sağlıkçılar değil, “Gezi-Haziran İsyanına” katılanlar ile sahip çıkanlar, 1 Mayıs’ta sokakları, meydanları dolduranlar ezcümle bütün kaybedenlerin buluşmasına dönüştürebilir miyiz? Eğer bunları yapabilirsek, 29 Mayıs, Ankara mitingi kendi anlam ve önemine ek olarak hem seçim sürecine hem de krizin daha da aleyhimize dönmemesine yönelik olarak, birlikte mücadele için atılabilecek adımların kıymetli bir başlangıç işareti de olabilir. Ne dersiniz?


Not: Yazı, Gazete Karınca’ya gönderilene kadar Valilik miting alanını bildirmemişti.

The post 29 Mayıs’ta Ankara’da: Haklar, krizler ve birlikte mücadele first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Çok daha ivedi çok daha güncel https://gazetekarinca.com/cok-daha-ivedi-cok-daha-guncel/ Wed, 11 May 2022 21:01:45 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=209652 Yaklaşık iki yıllık bir aradan sonra, 1 Mayıs 2022 kutlamaları ülke genelinde yüzbinlerin kortejlerde ve meydanlarda buluşmasını, yüz yüze temasını sağladı. COVID-19 pandemisi yasaklarının öncesinde de böylesi kalabalık olmaları özlemiştik. Türkiye’nin toplumsal bunalımından, işsizlikten, yoksulluktan, gericilikten, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden, İslamcılıktan, hukuksuzluktan, şiddetten, doğanın talanından, kültürel ve sanatsal yasaklardan en yoğun etkilenenleri; emek ve meslek örgütlerinden […]

The post Çok daha ivedi çok daha güncel first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yaklaşık iki yıllık bir aradan sonra, 1 Mayıs 2022 kutlamaları ülke genelinde yüzbinlerin kortejlerde ve meydanlarda buluşmasını, yüz yüze temasını sağladı. COVID-19 pandemisi yasaklarının öncesinde de böylesi kalabalık olmaları özlemiştik. Türkiye’nin toplumsal bunalımından, işsizlikten, yoksulluktan, gericilikten, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden, İslamcılıktan, hukuksuzluktan, şiddetten, doğanın talanından, kültürel ve sanatsal yasaklardan en yoğun etkilenenleri; emek ve meslek örgütlerinden dördünün (DİSK, KESK, TMMOB, TTB) çağrısı ve organizasyonuyla bir araya geldi. İş, ekmek, özgürlük taleplerinin yanı sıra, toplumsal eşitlik, adalet, barış, parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti, İstanbul Sözleşmesi, laik devlet vb. taleplerini kortejlerde sloganlarıyla paylaştılar. Hemen hemen bütün kortejlerin ve meydanların ön sıradaki birlikteliği ise “Gezi-Haziran İsyanı” tutsaklarına sahip çıkan ve serbest bırakılmalarını talep eden sloganlarda ve protestolarda oldu. “Gezi-Haziran İsyanı”nın sahipleri, 2013’de sönümlenmiş olmasına karşın, isyana, yaşadıklarına ve yaşattıklarına sahip çıktılar. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 25 Nisan’da verdiği mahkûmiyet kararının esasen kendilerini, değerlerini ve umutlarını hedef alan siyasi bir karar olduğunu, kabul etmediklerini ve gereğini yapmaya hazır olduklarını gruplar halinde dile getirdiler.

Gözlemlerimiz, dostlarımızla paylaşımlarımız bu yıl 1 Mayıs katılımının ve coşkusunun yakın dönemdekilere göre çok daha fazla, siyasal içeriğinin ve taleplerinin çok daha somut ve ivedilik içerdiği notunu da özellikle düşmemizi gerekli kılıyor. Biraz dikkatlice bakıldığında, bu kitlenin, yaşamdan beklentileri, toplumsal değerleri ve yaşam biçimi olarak 20 yıla yaklaşan bir süredir AKP hükümetlerinin hedefinde olduğu görülebilir. Bu kitlenin üyeleri, dışlanmış, ötekileştirilmiş, işsizliğe, yoksulluğa, açlığa, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, şiddete, yoksunluklara, eşitsizliklere mahkûm edilmiştir.

Ancak, biliyoruz ki kortejlerde-meydanlardakiler buzdağının suyun üzerindeki kısmı gibi. Kitlenin çok daha büyük kısmı henüz meydanlara inmiş değil. Ancak, iktidarın mahkemenin 25 Nisan’daki siyasi kararıyla yeni bir dönemin kapısını aralamak istediğini görebiliyor. Türkiye’de epeyce bir süredir 21. yüzyıl faşizminin yaşandığının Kürtleri, Alevileri, LGBTİ+ bireyleri ötekileştirmek, toplumu her bir fırsatta bölüp, aralarında herhangi bir bağ ve dayanışmanın gerçekleştirilemeyeceği küçük küçük gruplara ayırmak istediğinin farkında. Yanı sıra, düşük yoğunluklu savaşla anadilinin yasaklanamayacağının, birlikte yaşam talebinin engellenemeyeceğinin de farkında. Yaşadı, gördü.

Ve bu iktidarın sahiplerinin kendi kendine gitmeyeceğinin de hesap vermek istemeyeceğinin de farkında. AKP’nin bir dönem ekonomi kurmaylığını yapmış olanların toplumsal eşitliği, herkese iş ve aşı sağlayamayacağının, AKP’nin eski başbakanlarıyla, 90’lı yılların içişleri bakanlarıyla özgürlük, demokrasi ve barışın gelemeyeceğinin, yoksulluğun, yolsuzluğun, Roboski, Suruç, 10 Ekim, Sur vb. katliamların hesabının sorulamayacağının da farkında.Bu hesapların yalnızca AKP’yi göndermek, yalnızca sandık hesapları nedeniyle bir araya gelişlerle sorulamayacağının da farkında.

Bu hesabın sorulabilmesi; kendi özgünlüklerini koruyarak, tam da 1 Mayıs meydanlarında olduğu gibi, bir program-bir dönem için bir araya gelecek sosyalistlerin, solcularının siyasi yapıları tarafından hayata geçirilebilecek, 25 Nisan’la birlikte, daha da ivedi daha da güncel hale gelen ÜÇÜNCÜ SEÇENEĞİN İNŞASI ile mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Tabii ki bu yapının inşa sürecinin ülkenin kadınlarını, gençlerini, işçilerini, eğitimcilerini, sağlıkçılarını, hukukçularını, işsizlerini, doğa için mücadele edenlerini, siyasi tutsaklarını, köylülerini, çiftçilerini, küçük esnaflarını, LGBTİ+ bireylerini, demokratlarını, organik aydınlarını, Gezi-Haziran isyanındakileri kapsayabilmeyi önüne koyarak yola çıkabilmesi gerekiyor.

Özellikle, mangalda kül bırakmayıp, tutumlarıyla “küçük olsun ama benim olsun” eğilimi dışında adım atmayanlar daha kolay anlayabilsin diye altını çizerek söylemek gerekirse; Paylaşılmaya çalışılan yeni bir yapı/kurum önerisi değil, eylem birliğidir. Paylaşılmaya çalışılan seçim için bir ittifak değil, bu ülkenin yukarıda ayrıntılandırılan ezilenlerinin kolektif çıkarlarına sahip çıkacak, yeniden kazanılmasını sağlayacak, ülkede hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi, barış, toplumsal eşitlik için birlikte mücadeledir. Paylaşılmaya çalışılan özneleri ve hedef kitlesi belirsiz bir birliktelik değildir. Öznesi sosyalist ve sol yapılar, öncelikli hedef kitlesi de 1 Mayıs meydanlarının hedef kitlesi ile Gezi-Haziran isyanının katılımcılarıdır. Hedeflenmesi gereken de bu hedef kitlenin siyasallaştırılması ve örgütlü toplumsal muhalefetin yükseltilebilmesi olmalıdır.

Hepimiz biliyoruz, genel seçimler parlamenter demokrasinin yeniden kurulabilmesi için yalnızca bir adım olabilir. Toplumsal yaşantının ezilenlerden yana yeniden düzenlenebilmesinin değil. Son günlerde Suriyeli göçmenler üzerinden yürütülen ırkçılık yarışının sonlandırılabilmesi ve sorunun insanlık adına çözümlenebilmesi, iktidarın bu süreçte Kuzey Suriye’nin demografik yapısını değiştirmeyi de önüne koyduğu görülen bir taşla iki kuş vurma hayali yalnızca sandıkla çözümlenemez. Çözümüne yönelik ilk adım, birlikte mücadele kararı ile Üçüncü Seçeneğin inşa süreci ile atılabilir.

Yazının sonunu getirebilen yoldaşlara, dostlara diyorum ki “evet haklısınız, son zamanda benim bütün yollarım sosyalist, solcu yapıların kuruluşunu gerçekleştireceği “üçüncü seçeneğe” çıkıyor. Gecikecek olmaktan büyük kaygı duyuyorum. Sanıyorum sizler gibi.

The post Çok daha ivedi çok daha güncel first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İktidar, mahkeme kararı ve muhalefet https://gazetekarinca.com/iktidar-mahkeme-karari-ve-muhalefet/ Wed, 27 Apr 2022 21:01:39 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=208467 “Gezi-Haziran İsyanı” davası, 25 Nisan 2022 tarihinde iktidarın doğrudan siyasi bir hamlesi ile tamamlandı. İsyanın tüm katılımcıları-bizler adına tutuksuz yargılananlara 18 yıl, Kavala’ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Tutuksuz yargılanan dostlarımız duruşma salonundan hapishanenin soğuk duvarları arasına gönderilip, infaz aynı gün başlatıldı. Türkiye’de faşizmin, 21. yüzyıl faşizminin yaşanıyor olduğunun kanıtıyla bir defa daha yüzleştik. […]

The post İktidar, mahkeme kararı ve muhalefet first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“Gezi-Haziran İsyanı” davası, 25 Nisan 2022 tarihinde iktidarın doğrudan siyasi bir hamlesi ile tamamlandı. İsyanın tüm katılımcıları-bizler adına tutuksuz yargılananlara 18 yıl, Kavala’ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Tutuksuz yargılanan dostlarımız duruşma salonundan hapishanenin soğuk duvarları arasına gönderilip, infaz aynı gün başlatıldı. Türkiye’de faşizmin, 21. yüzyıl faşizminin yaşanıyor olduğunun kanıtıyla bir defa daha yüzleştik.

Ne oluyor? Evet, iktidarın başından beri “Gezi-Haziran İsyanı” üzerinden toplumu bölme, katılımcıları ötekileştirme girişimlerinde bulunmuş, dönemin başbakanı miting meydanlarında isyancıları yuhalatmış, ancak başaramamıştı. O dönemde koalisyon ortağı tarafından aldatıldığını iddia etmiş ve aralarındaki iç çekişme açık kavgaya ve tasfiyeye dönüşmüştü. Öyle ki; üç yılın sonunda önce bir asker kalkışması, hemen haftasında da bu bahane edilerek, anayasa darbesi gerçekleşti. Kalkışmanın siyasi ayağı yedi yıla yaklaşan bir süreye rağmen “ortada yok”.

İktidar, bu olaylar ve hemen sonrasında ilan edilen OHAL ile ülkeyi ve partisini yönetebilmek için kısa bir dönem için konsolidasyon sağlayıp, bazı adımlar atabilmiş olsa da rıza araçlarını yitirdi. Etnik kimlik, inanç, yaşam biçimi vb. üzerinden ötekileştirdiklerini hedef tahtasına koyup kolayca gündem değiştirebilen iktidar, bir süreden beri bunu yapamıyor. Kaybettiği belediyeler ve ekonomik çöküş, parti üzerinden organize ettiği “sosyal yardım” ağını da sekteye uğratınca durumu daha da zorlaştı. Eli, kolu bağlandı.
Ancak, sınır ötesi operasyonlarda, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, Kobane davasında vb. iktidar ile birlikte hizalanan muhalefet, toplumsal muhalefetin yükselmesi, kitleselleşebilmesi önünde bireysel yürüyüşlerle, salon toplantılarıyla neredeyse duvar ören muhalefet seçim zamanı geldiğinde, seçmenin hoşnutsuzlukları nedeniyle, oyların büyük çoğunluğunu alıp hükümetin değişeceğine inanıyor. Oysa, iktidar bütün olanaklarıyla varlığını sürdürmeye çabalıyor. Yaptıklarının meşru, yasal, demokratik olup olmadığıyla ilgili en küçük bir tasa taşımadan tutumuna fütursuzca devam ediyor.
Samsun’un Bafra ilçesinde avukatlık yaparken, önce AKP ilçe yöneticisi, sonra milletvekili aday adayı (aday bile yapılmamış) daha sonra da hakim olan bir kişinin de içinde bulunduğu mahkeme heyeti “Gezi-Haziran İsyanı” davasında yargılanan herkese hapis cezası verdi. Bununla birlikte, gerekçesi her ne olursa olsun, mahkeme heyetinden bir hakimin, böylesi bir ortamda “eldeki deliller ceza verebilecek hiçbir kanıt oluşturmuyor” bağlamındaki çok açık ve net şerhini koymuş olmasını da dikkate almalıyız.

Peki muhalefet nerede? Millet ittifakı, sadece demokratik bir tutum alabilecek mi? “Mahkeme kararı hukuki değil, siyasidir. Tanımıyoruz” diyebilecek mi? “Gezi-Haziran İsyanı” döneminde AKP kadrolarındayken bugün iki ayrı muhalefet partisinde olanlar “Gezi-Haziran İsyanı kökü dışarda bir kışkırtma değildi, hükümeti yıkma teşebbüsü değildi, talepleri karşılanmayan Türkiye halklarının bir isyanıydı” diyebilecekler mi? Bugün bunları yapıp, söylemeyenlerden de bunlarla yol yürüyenlerden de bu iktidara karşı muhalefet olmaz. Olamaz.

İktidar, bu kararıyla yeni bir döneme adım attı. Eğer gereken yanıt verilemezse bu koşullar da kalıcılaşacak. Adalet ve özgürlük, ülkede günlük hayattan tamamen silinmiş olan iki tarihsel kavrama dönüşecek. İktidar, baskın/erken seçimi de arzu ettiğine en uygun koşullarda gerçekleştirebilecek.

Türkiye’nin sosyalist, sol partilerinin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikalarının, organik aydınlarının zaten önünde duran “üçüncü seçenek” inşasının gerekliliği daha da ivedi hale geldi. Bu mahkeme kararını yalnızca yapılar olarak değil, 14 yıl önce tüm barışçıl eylemlerle, Taksim Gezi Parkı’nın yerine AVM inşaatını engelleyip kazanan “Gezi-Haziran İsyanı”nı yaşayan ve yaşatanların da katılacağı bir süreci ilmek ilmek örmek gerekiyor. Çağlayan Adliyesi’nde, 25 Nisan’da yeniden yükselmeye başlayan “hayır”ın-“isyan”ın kimseye mağduriyet yaratmayacağını, aksine insan kalabilmemiz için belki de son olanaklardan en önemlisi olduğunu paylaşabilmek gerekiyor.

Bugünlerde yeniden görünür hale gelen “hayır”ın-“isyan”ın; atılacak adımlarda şiddeti reddeden ve yaşanmaması için açık çaba gösteren hatta bunu ilan eden barışçıl eylem programlarıyla toplumun tüm kesimlerini adım adım kapsayabilecek biçimde planlanması ve önceden duyurulacak programlarla aşama aşama hayata geçirilmesi gerekiyor. Yıllarca önce resmi rakamlara göre2,5 milyondan fazla insanın katılımıyla 79 ile yayılan “isyan” halinin günümüzde bunu da aşabileceği görülerek adımların atılması gerekiyor.

Eşitlikçi, özgür, demokratik, barış içinde bir toplumsal yaşantı ile yoksul, yoksun, hukuksuz, adaletsiz, dinci ve gerici bir toplum ikilemi ile karşı karşıyayız. Üçüncü seçenek, Taksim Dayanışmayı da kapsayarak kendini bir defa çok somut bir olguyla adeta dayatıyor. Bizim gördüğümüzü yılların tecrübeli yapılarının, akıllarının da görmüş olduğundan şüphe duymuyoruz.

The post İktidar, mahkeme kararı ve muhalefet first appeared on Gazete Karınca.

]]>
ÇED raporları ve halk sağlıkçıların topluma karşı sorumluluğu https://gazetekarinca.com/ced-raporlari-ve-halk-saglikcilarin-topluma-karsi-sorumlulugu/ Wed, 13 Apr 2022 21:01:47 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=206623 Öncelikle, halk sağlıkçı sorumluluğunu toplumsal sorumluluk-topluma karşı sorumluluk olarak kabul ettiğimizi paylaşmak isterim. Toplumsal sorumluluğun yerine getirilebilmesinin toplumun sağlığının geliştirilmesi ve korunması önceliğiyle, bu durumu etkileyen ve etkileme potansiyeli taşıyan sağlık, ekoloji, ekonomi, sanayi, siyaset vb. alanlardaki her türden olgu/olay üzerinden sağlanabileceğini de belirtelim. Toplumun sağlığını doğrudan ya da dolaylı etkileyebilecek her bir durum, konu, […]

The post ÇED raporları ve halk sağlıkçıların topluma karşı sorumluluğu first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Öncelikle, halk sağlıkçı sorumluluğunu toplumsal sorumluluk-topluma karşı sorumluluk olarak kabul ettiğimizi paylaşmak isterim. Toplumsal sorumluluğun yerine getirilebilmesinin toplumun sağlığının geliştirilmesi ve korunması önceliğiyle, bu durumu etkileyen ve etkileme potansiyeli taşıyan sağlık, ekoloji, ekonomi, sanayi, siyaset vb. alanlardaki her türden olgu/olay üzerinden sağlanabileceğini de belirtelim. Toplumun sağlığını doğrudan ya da dolaylı etkileyebilecek her bir durum, konu, karar, uygulama vb. toplumsal sorumluluk kapsamına girdiğinden, halk sağlıkçı bu konularla ilgilenmeli, çalışmalı ve sözünü söyleyebilmelidir. Başka bir ifadeyle, bu konularda toplum sağlığından yana taraf olarak bilimsel bilgi üretmeli, bu nitelikteki bilgiye dayalı olarak görüş bildirmeli, bildirmekten çekinmemeli ve gerektiğinde de bir aktivist olarak toplum yararına tutum da alabilmelidir.

Yapılan hukuksal düzenlemelerle uygulamaya girdiği dönemde çevre etki değerlendirme (ÇED) raporunun gerekçesi, “bir bölgede yapılacak sanayi, maden, baraj vb. kuruluşların varlığına, yöre halkı da dâhil ilgili bütün tarafların bilimsel ve hukuksal bilgiler ışığında birlikte karar vermeleri gerektiği ve bunun demokrasinin bir gereği olduğu” biçiminde açıklanmış, söz konusu saptama üzerinden kamuoyu yönlendirilmişti. O günden bugüne kadar hazırlanmış ÇED raporlarının hemen hemen hepsinde çeşitli üniversitelerden pek çok öğretim elemanının yer aldığı biliniyor. Sayıları oldukça az da olsa bu öğretim elemanlarından bazılarının bilim insanı kimliklerini koruyarak, toplumsal yararı da gözeten doğadan ve toplumdan yana bilimsel tutum alarak raporlarını hazırladıklarına tanık olduk. Buna karşın, kamuoyuyla doğrudan paylaşılmasa da büyük çoğunluğunun tam tersi bir tutum aldığı biliniyor.

İkinci grupta yer alanların bir bölümü, raporu talep eden şirketlerin adeta memuru gibi; onlar tarafından toparlanan ve esas kaynağı kendileri tarafından bilinmeyen veriler üzerinden raporlarını hazırladıkları hatta bunlardan bir kısmının da şirketler tarafından hazırlanmış raporları yalnızca imzaladıkları zaman zaman gözler önüne seriliyor. ÇED raporları ile ilgili süreç bu biçimde işliyor olmasına karşın, şirketler, birinci gruptaki öğretim elemanları tarafından hazırlanan az sayıdaki olumsuz rapora, bunlar üzerinden yürütülen hukuksal sürece, dolayısıyla ‘zaman kaybına’ tahammül göstermemektedir. Bu durumu bir görev olarak kabul eden AKP hükümetleri, derhal harekete geçerek pek çok tesis inşası, maden, taş ocağı vb. için ÇED raporunun gerekmediği kararı çıkartmaya başlamıştır. AKP hükümetleri, patronları doğadan, toplumdan ve onların neden olacağı kâr azalmasından korumayı bir ödev kabul edip, hızla hayata geçiriyor.

Patronların ucuz ham madde ve enerji arayışı kapitalizmin doğası gereği tarih boyunca kesintisiz olarak devam ediyor. Bununla birlikte, yapısal kriz dönemlerinde bu arayış artarken, buhran dönemlerinde her türden akıl dışılığı göremeyen bir hal almaktadır. Daha önce verimli bulunmadığı için kullanılmayan kaynakların kullanımı ile yeni hammadde ve enerji kaynakları için kendi varlıkları dışındaki hemen her şeyi yok sayma ve zarar verme pahasına adımlar atıyorlar. Sermaye sahiplerinin, sistemin içine düştüğü buhranın aşılması hedefi karşısında ne doğanın ne de insanların-toplumun, dünyanın geleceğinin herhangi bir önemi kalmadığını her seferinde yaşayarak görüyoruz. 21. yüzyılın başından beri yaşadıklarımızı ve nedenlerini ancak, bu çerçeveden baktığımızda tüm çıplaklığıyla görüp anlayabiliyoruz.

Türkiye’de termik santralleri, HES’leri, RES’leri, fabrikaları kuracak, madenleri, taş ocaklarını işletmeye açacak patronlar adına ÇED raporları hazırlığını yürüten, taşeronluk yapıp para kazanan onlarca şirket bulunuyor. Bunlar, raporun hazırlanmasını ve imzacılarını da bulup işi paket olarak tamamlayarak, adeta anahtar teslimi iş yapıyor.

Halk sağlıkçılar, kendilerine teklif edilen ÇED raporlarıyla ilgili işlerde tüm bunları göz önüne almak durumundadır. Kendilerine ÇED raporu hazırlanması önerilen halk sağlıkçılarına iki önerimiz olabilir. İlki, kurulacak tesisin ya da işletmenin doğaya, insana en küçük bir zararını dahi görmezden gelmemeleridir. Tesisin doğaya ve sağlığına olası etkilerini doğrudan kendileri tarafından üretilen ve/veya denetlenebilen veriler üzerinden değerlendirmeliler. Bunu sağlayabilmek için de rapor hazırlığına başlarken hipotezleri “bu tesis doğaya ve insan sağlığına zararlıdır” olmalıdır. Ve bunu ispatlamaya çalışmalıdır. Ancak, bilimsel, güvenilir bilgilerle ispatlayamazlarsa tesisin olası zararsızlığı kabul edilebilir.

İkinci bir tutum da tesisin yapılacağı kentin kirlilik durumu ile ilgili değerlendirmedir. “Kentteki-tesisin kurulacağı bölgedeki kirlilik ne durumda?” sorusuna yanıt aranmalıdır. Eğer kirlilik varsa ve tesisin yaratacağı yeni emisyonlar söz konusu parametreleri içeriyorsa kirliliği daha da artıracağından, hiçbir ayrıntıya girmeden tesisin kuruluşu baştan reddedilmelidir.

Doğa için mücadele edenler, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER)’nin, konuyla ilgili bir taraf olarak, kurumsal adımlar atabildiğinde “pervasızlıkların” azımsanmayacak bir bölümünün engellenebilme olasılığının olduğunu görebiliyor ve bekliyor. Çünkü bu adım, hem diğer uzmanlık alanları ve sağlık meslekleri hem de ÇED raporu hazırlığında çok daha sık görev üstlenen çevre, kimya, orman, elektrik ve elektronik vb. meslek grupları için anlamlı bir örnek olma önceliğini de taşıyacak. Bu sorumluluk halk sağlıkçıların…

The post ÇED raporları ve halk sağlıkçıların topluma karşı sorumluluğu first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Küreselleşme masalını gören gözler ve mücadele hattımız https://gazetekarinca.com/kuresellesme-masalini-goren-gozler-ve-mucadele-hattimiz/ Wed, 30 Mar 2022 21:01:23 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205148 Halklar 2 yılı geçen bir süredir, önlenebilir bir hastalık olmasına rağmen, tüm dünyada yaşanmakta olan COVID-19 salgını (pandemisi) nedeniyle sağlığını ve yaşamını kaybediyor. Hükümetlerin resmi bildirimine göre, neredeyse 500 milyon insan hastalandı, hastalananlardan 6 milyondan fazlası da yaşamını yitirdi. Pandemi hız kesmeden devam ederken, ulus devletler hem birlikte mücadele için işbirliği yapmayarak hem de yurttaşlarının […]

The post Küreselleşme masalını gören gözler ve mücadele hattımız first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Halklar 2 yılı geçen bir süredir, önlenebilir bir hastalık olmasına rağmen, tüm dünyada yaşanmakta olan COVID-19 salgını (pandemisi) nedeniyle sağlığını ve yaşamını kaybediyor. Hükümetlerin resmi bildirimine göre, neredeyse 500 milyon insan hastalandı, hastalananlardan 6 milyondan fazlası da yaşamını yitirdi. Pandemi hız kesmeden devam ederken, ulus devletler hem birlikte mücadele için işbirliği yapmayarak hem de yurttaşlarının korunmasına yönelik etkin önlemleri uygulamayarak, salgını “oluruna” bırakmakta ısrar ediyor.

Öte yandan, bir ay kadar önce NATO ve/veya üyesi ülkelerin Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Ermenistan işgal ve savaş zincirine Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile yeni bir halka eklendi. ABD ile Çin ve Rusya arasında çoğunlukla örtük biçimde devam edegelen hegemonya mücadelesi bir defa daha insanların ölümü, yaralanması, sakat kalması, göçü pahasına savaşla görünür oldu. ABD’nin pasifikte Çin’i, kuzeyde NATO’nun açık desteğiyle Rusya’yı 2014 yılından beri çevrelemeye çalıştığı bir dönem savaş alanlarında bebek, çocuk, genç, yaşlı, sivil, asker ayrımı gözetmeksizin, herkesi ölümle tehdit ederek devam ediyor. Bu savaş, beraberinde Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, neredeyse tüm dünyayı enerji ve gıda krizi tehdidiyle karşı karşıya getirdi. Yanı sıra, ekonomik kriz derinleşiyor; açlık, yoksulluk, hastalık ezilenleri daha da aç, yoksul ve hasta hale getiriyor.

Oysa, günümüzden 30 yıl önce, 1992 yılında kapitalizmin sözcüleri; “Son 10 yılda meydana gelen olayları değerlendirdiğimizde, şu anda tanık olduğumuz yalnızca soğuk savaşın sonu ya da savaş sonrası tarihin kısmen geçen bir dönemi değil, TARİHİN SONU’dur” iddiasında bulunmuşlar, kapitalizmin mutlakıyetini ilan etmişlerdi. Bununla da yetinmeyip; “TARİHİN SONU; insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve insan yönetiminin son bir şekli olarak Batı Liberal Demokrasisinin EVRENSELLEŞTİRİLMESİ’dir” saptamasını dahi yapmışlardı. Devamında da bu durumun dünyaya KÜRESELLEŞME’yi getireceğini hatta küreselleşmeyi dünyaya, insanlığa bir kurtuluş olarak hediye edeceğini belirtmişlerdi. Tek bir koşulla; yeter ki ABD’nin hegemonyası ile Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun önerdiği ekonomik ve sosyal politikalar gerektiği gibi uygulansın.

Dünya KÜRESELLEŞECEKTİ; sınırların önemi kalmayacak, planlama, üretim, pazarlama ve tüketim küresel olarak düzenlenecek, bütün ekonomiler birbirine bağımlı hale gelecek, gümrük vergileri azaltılacak-kaldırılacak, ülkeler arasında iş bölümü yapılacak, dünya ekonomisi liberalleşecek, ceberut devlet küçülecek, ademi merkeziyetçilik hüküm sürecek, devlet mal ve hizmet üretmeyecek, ellerindekini sermaye sahiplerine devredecek, bilgiye ulaşım hızlanacak ve demokratikleşecek, sınırları koruma ya da büyütme için kavga/savaş olmayacak, yoksulluk azalacak, refah ve mutluluk sisteme dahil olmuş tüm ülkeler ve yurttaşları için olacak… Özetle, bu ‘şıracılar’ın iddialarına göre dünya kocaman bir köy haline gelecekti.

Anımsamak hiç de zor değil! Küreselleşmenin, hamisi ABD, bu söylemlerin üzerinden daha 10 yıl bile geçmeden, 2001 yılında yüzlerce askeriyle Afganistan’a girdiğinde, yığınlarca yalan haberle gerekçe yaratıp 2003’de Irak’ı “koalisyon güçleri” ile birlikte işgal ettiğinde, Temmuz 2007’de kendisinde başlayıp oradan diğer merkez kapitalist ülkelere hızla yayılan ekonomik krizde şirketleri kurtarabilmek için doğrudan bu ülkelerin merkez bankaları tarafından 12 trilyon dolardan daha fazla kamu kaynağının neredeyse sıfır faizle sermaye gruplarına aktarıldığında, Mart 2018’de doğrudan Çin’i hedef alarak ABD’nin ithalatçısı olduğu temel sanayi girdileri başta olmak üzere, önce gümrük vergisini artırıp ardından da kota koyup ticaret savaşlarını başlattığında ‘gören gözler’ için küresel köyün çevre-bağımlı kapitalist ülkelerle işçiler ve emekçiler başta olmak üzere ezilenler için yazılmış bir masaldan ibaret olduğu deşifre olmuştu. Olmuştu. Ancak, postmodernizmin kuşatmışlığı bunların görülmesine engel oluyordu. Son yıllarda, söz konusu bu kuşatma, neredeyse varlığından söz edilemeyecek kadar zayıflamış durumda. Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte, ABD’nin, AB’nin, NATO’nun, Türkiye’nin tutumu, enerji ve gıda krizi başta olmak üzere daha da derinleşen ekonomik krizin yoksul halka yaşattıkları ile birlikte yeni bir dönemin başlangıcı olmaya aday bir zaman dilimini ortaya çıkarabilecek. Küreselleşmenin masal olduğunu, çöktüğünü ortaya koyan bulgular çok daha fazla sayıdaki “gören göz” tarafından doğrudan yaşanarak bilinir hale geldi.

Mart 2022’de yayımlanan bazı raporlara göre; dünyada açlık nedeniyle her 4 saniyede 1 insan, yılda toplam 2 milyon 100 bin kişi hayatını kaybediyor. Halbuki, dünyanın en zengin 10 kişisi günde 3 milyar 100 milyon dolar kazanıyor. 2021 yılında bu 10 kişinin zenginliği 1 trilyon 500 milyar dolara ulaşırken, yoksullara160 milyon kişi daha eklendi. Dünya nüfusunun en zengin %1’i en yoksul %50’sine göre 1995 yılından beri zenginliğini 20 kat artırdı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin raporuna göre, savaşlar, yoksulluk ve iklim krizi nedeniyle, Haziran 2021 itibarıyla, 84 milyon insan evinden ayrılmak zorunda kaldı. Ve onlar göçmen durumunda. Göçmenlerin 51 milyondan daha fazlası (%61’i) ülkesini de terk etmek zorunda kaldı. Büyük çoğunluğunun son 30 yılda gerçekleşmiş olması dikkat çekici.

“Küresel köy”ün sahipleri 2020’nin başında tanımlanan pandeminin sonlandırılabilmesi için de bilinenleri ve gerekenleri yapmıyor. Alınmayan önlemler nedeniyle, yeni varyantlarla pandemi devam ediyor. Böyle bir dönemde bile, aşı şirketleri kâr edebilmek, en yüksek kârı elde edebilmek için çaba gösteriyor. Yalnızca parası olan ülkeler ve onların yurttaşları aşıya ulaşabiliyor. Bu ülkelerin birçoğunda göçmenler aşılama programlarına dahil edilmiyor. Zengin ülke yurttaşlarının 10 binde 9 bini aşılıyken, Çad ve Haiti gibi yoksul ülke yurttaşlarının yalnızca 95’i aşılı. Yanı sıra, pandemi boyunca dünya nüfusunun %99’u yoksullaşırken en zengin 10 kişinin zenginliği ikiye katlandı.

Önlenebilir olmasına karşın son 30 yıldır düzenli bir biçimde artmakta olan yoksulluk, sınıflar ve ülkeler arasındaki eşitsizlikler, yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, açlık, salgınlar başta olmak üzere, hastalıklar ve ölümler, savaşlar, derinleşen iklim krizi, gıda krizi, enerji krizi, su krizi, şiddet, yolsuzluk kapitalizmin küreselleşme döneminde daha da arttı ve “yaşamın krizi”ne dönüştü. İnsana karşıtlığı ve akıl dışılığı tartışma götürmez bir biçimde kanıtlanmış olan kapitalizmin söz konusu özellikleri küreselleşme döneminde azalmadı. Aksine daha da arttı. Bu gidişat böyle devam ederse, “yaşamın krizi”, uzak olmayan bir zaman içinde geri döndürülemez boyuta ulaşabilecek görünüyor.

Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte, bir defa daha ortaya çıktı ki küreselleşme sahipleriyle mücadele edebilmek için yalnızca savaş karşıtlığı yetmiyor. Savaşları ortaya çıkaran nedenlere de karşı olmak ve gereğini yapabilmek, örgütlü mücadele gerekiyor. Elbette mücadele dünya genelinde olmalı. Bununla birlikte, varlıklarının devamı konusunda herhangi bir değişiklik yaşanmamış olan ulus devletler özelinde de mücadele yaşamsal bir öneme sahip.

Türkiye’de de en fazla 15 ay içinde yapılması olası genel seçime yönelik süreç, yeniden bir örgütlenme fırsatına dönüştürülebilir. Yaşamdan, eşitliklerden, özgürlüklerden, demokrasiden ve barıştan yana olan siyasi partiler öncülüğünde sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve sivil yapıların katkılarıyla üçüncü seçeneğin örgütlenmesinin önü açılıp, sandığa Türkiye’deki hayatı ezilenler adına değiştirebilecek bir alternatif programla gidilebilir. Bu önerinin öncülleri 2007, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde yaşandı. Hem nitelik hem de nicelik olarak daha da gelişkini için olanaklar öncekilerden çok daha uygun. Görebildiğimiz en önemli sorun-engeller içinde ön sırada olanı ise; “ben”im içini “biz”im için yapamamak .Ancak sorunların çözüm olanağı da umudumuz da var…

The post Küreselleşme masalını gören gözler ve mücadele hattımız first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Arsıza söz, kokmuşa tuz https://gazetekarinca.com/arsiza-soz-kokmusa-tuz/ Wed, 16 Mar 2022 21:01:26 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=203537 Onur Hamzaoğlu Ukrayna ile Rusya arasında uzun zamandır yaşanmakta olan gerilim, 24 Şubat 2022 tarihinde savaşa dönüştü. Her iki ülke ile daha çok ithalata dönük olmak üzere ticari ilişkilere de sahip olan Türkiye, ölümler, yaralanmalar, sakatlanmalar ve yıkımlarla bunların ikincil etkileri dışında, söz konusu iki ülke halklarına benzer bir şekilde savaştan etkileniyor. Özallı yıllarda başlatılan, […]

The post Arsıza söz, kokmuşa tuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Onur Hamzaoğlu

Ukrayna ile Rusya arasında uzun zamandır yaşanmakta olan gerilim, 24 Şubat 2022 tarihinde savaşa dönüştü. Her iki ülke ile daha çok ithalata dönük olmak üzere ticari ilişkilere de sahip olan Türkiye, ölümler, yaralanmalar, sakatlanmalar ve yıkımlarla bunların ikincil etkileri dışında, söz konusu iki ülke halklarına benzer bir şekilde savaştan etkileniyor. Özallı yıllarda başlatılan, AKP hükümetleri döneminde de neredeyse sonlandırılmış olan bitkisel ve hayvansal tarım üretimi nedeniyle, bir süredir dışa bağımlı hale getirilen Türkiye, buğday, ayçiçek yağı gibi temel ürünleri bu iki ülkeden ithal ediyor. Bu iki ülkeden gelen turistler sayesinde turizm sektörü ayakta kalıyor, hatta büyüyebiliyor. Yanı sıra, kullandığı doğal gaz ve ham petrolün önemli bir bölümünü de Rusya’dan alıyor. Ayrıca, Rusya, Mersin’de bir nükleer santral inşa ediyor ve işletmesini üstlenecek. İşletme süresi 15 yıl, üretilecek elektriğin satın alma garantisi de verildi. Sinop’ta da başka bir nükleer santral inşası sırada bekliyor. Türkiye, NATO üyesi olmasına ve şiddetle uyarılmasına rağmen, milyonlarca dolar ödeyip, Rusya’dan S400 hava savunma sistemi satın aldı ve NATO izin vermediği için depoya koyup çürümeye terk etti.

Rusya’ya çoğu zaman standartlara uymadığı için geri gönderilen sera üretimi taze sebze ve meyve satışının yanında, Türkiye’nin malum müteahhitleri önceliğinde inşaat sektörü ve ucuz emek gücü olarak da bu ülkeyle ilişkiler yürütülüyor. Son olarak, Ukrayna’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA)’nın satıldığını da Rus ordusunun bu silahla bombalanması sonrası, AKP hükümetinin eski solcuları da aracı tutup, özür dilemeye çalışması ve “bu amaçla kullanılacağını bilmiyorduk” açıklamasıyla öğrenmiş olduk. Bir tek, sattığımız SİHA’ları neden kelebekler gibi uçurmuyorsunuz demedikleri kaldı!

Özetle, AKP hükümetinin, savaşın iki tarafıyla da yıllardır yakın, geniş boyutlu ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkileri apacık ortada. Rusya ile olan ilişkisinin ana belirleyicisi de kendisi değil Rusya, hatta doğrudan Putin. Böyle olmasına karşın, savaş sürecinde kendisine rol biçen iktidar, savaşın ilk günlerinde cumhurbaşkanının arabulucu olacağını ve Putin’in görüşmeler için Türkiye’ye geleceğini kamuoyuna duyurdu. Ancak, ikisi de gerçekleşmedi. Ardından hükümetin büyük çabalarıyla iki ülkenin dışişleri bakanları Antalya’da bir araya geldiler. Oradan da bir sonuç çıkmadı. Hatta ilişkiler biraz daha gerildi.

Peki, bu barış elçiliği sevdası nereden çıktı? AKP iktidarı hiç aynaya bakmıyor mu? Kasım 2002’den beri, 19 yılı aşan bir süredir yönettiği ülkede, yaşattıklarını ve komşu ülkelerle yaşananları nasıl görmezden gelebiliyor? “Dün dündür, bugün de bugün!” safsatasının işlevsel olacağını mı düşünüyor? İnsanın olduğu gibi, toplumların da hükümetlerin de tarihleri, yaptıklarıyla, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla oluşuyor. Bir gölge gibi de arkasından, yanından hiçbir zaman ayrılmıyor. Takip ediyor. ‘Sevsinler barış elçilerini’ dersek abartmış olmayız herhalde.

Çünkü: Seksenli yıllarda başlayıp, günümüzde de devam eden ve devlet tarafından “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırılan, bu ülkenin kadın-erkek on binlerce gencinin ölümüne neden olan, çatışma hali neden devam ettiriliyor? Kısa bir dönem de olsa barış masası kurulduğunda, siyasi çözümün hiç de uzak olmadığı bizzat yaşanarak da deneyimlenen “Türk-Kürt sorunu” için neden TBMM’nin inisiyatifinde siyasi çözüm üretilmiyor?

Özü itibarıyla; Birleşmiş Milletler (BM)’in 15 Aralık 1978 tarihli Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen: “… her insan ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına sahiptir.” saptamasını içeren 33/73 sayılı kararıyla, yine BM’nin 12 Kasım 1984 tarihli Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen: “… gezegenimizde yaşayan tüm insanlar kutsal bir hak olan barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Halkların barış̧ hakkını korumak ve bu hakkın uygulanmasını sağlamak her devlet için temel bir yükümlülüktür.” saptamasını içeren 39/41 sayılı kararıyla ve10 Aralık 2010 tarihinde İspanya’nın Santiago de Compostela kentinde toplanan Barış İçinde Yaşama Hakkı Uluslararası Kongresi’nde karar altına alınarak yayımlanan Santiago Bildirisi’ndeki “… bütün halkların ve bireylerin devlet tarafından “düşman-olarak-görülmeme-hakkı” vardır” ile “… bireyler, gruplar, halklar vazgeçilmez, adil, sürdürülebilir ve kalıcı barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Barış içinde yaşama hakkının sağlanması ve korunması sorumluluğu devlete aittir.” saptamaları özel önem taşıyor.

Bu üç uluslararası kararla bile, barış içinde yaşamanın bütün insanlar için bir hak ve bunu sağlamanın da devletin sorumluluğu olduğu kabul edilmiş ve tüm devletlere de kabulü önerilen haklar ve ödevler arasında yer almıştır. Ancak, bir yurttaş olarak devleti, hükümeti muhatap alıp söz konusu hak ve ödevi anımsatan ve Türkiye halklarının da barış içinde yaşama hakkını ve devletin bu konudaki sorumluluğunu yerine getirmesini yazılı olarak talep edenlere yönelik gözaltılar, tutuklamalar, işten atmalar, kamu yasaklısı ilan etmeler AKP hükümetleri döneminde yaşandı. Üstelik devam da ediyor.

Günümüzde bile BM Genel Kurulu’nda egemen bir devlet olarak temsil edilmekte olan Suriye Arap Cumhuriyeti hükümetinin bütün itirazlarına rağmen, 2011 yılından beri o ülke topraklarında yalnızca ordusuyla değil, sağlık, içişleri ve milli eğitim bakanlıklarına ait kurum ve kuruluşlarla faaliyet gösteren bir ülkenin yurttaşlarıyız. Yanı sıra, Libya, Sudan, Azerbaycan, Karabağ, Afganistan vb. birçok sınır komşumuz dahi olmayan coğrafyadaki çatışmalı olaylarda-savaşlarda taraf olup, görevli-“asker” gönderen bir ülkeden bahsediyoruz.

O nedenle, böyle bir ülkenin yöneticilerinin başka ülkeler arasında barış elçisi olabilmeyi bırakalım, talep etmeyi nasıl oluyor da akıllarına getirebiliyor sorusuna insani değerlere, akla ve mantığa uygun bir yanıtı hala bulabilmek mümkün değil.

Ancak, bu satırları yazarken nedendir bilinmez, kadim Anadolu’muzun “arsıza söz, kokmuşa tuz fayda etmez” kadim sözü hiç aklımızdan çıkmadı.

The post Arsıza söz, kokmuşa tuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Üçüncü yılın başında Türkiye’nin salgın eğrisi: Her şey kontrolsüz! https://gazetekarinca.com/ucuncu-yilin-basinda-turkiyenin-salgin-egrisi-her-sey-kontrolsuz/ Wed, 02 Mar 2022 21:01:54 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=200848 Onur Hamzaoğlu COVID-19 salgını Türkiye’de ikinci yılını tamamlamak üzere. Bu iki yılı salgın eğrisini inceleyerek değerlendireceğiz. Eylül ayında da paylaşıldığı gibi, salgın eğrisi, salgınların kaynağının tanımlanabilmesi ve seyrinin izlenebilmesi için önemli bir araçtır. Bu eğri, her gün için yeni tanı konan hastaların sayısının grafikte gösterilmesiyle hazırlanır. Kullanılması, özellikle, günümüzdeki gibi uzun süreli salgınların nasıl seyrettiğini […]

The post Üçüncü yılın başında Türkiye’nin salgın eğrisi: Her şey kontrolsüz! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Onur Hamzaoğlu

COVID-19 salgını Türkiye’de ikinci yılını tamamlamak üzere. Bu iki yılı salgın eğrisini inceleyerek değerlendireceğiz. Eylül ayında da paylaşıldığı gibi, salgın eğrisi, salgınların kaynağının tanımlanabilmesi ve seyrinin izlenebilmesi için önemli bir araçtır. Bu eğri, her gün için yeni tanı konan hastaların sayısının grafikte gösterilmesiyle hazırlanır. Kullanılması, özellikle, günümüzdeki gibi uzun süreli salgınların nasıl seyrettiğini izleyebilmeyi, hızlı ve doğru değerlendirmeler yapabilmeyi sağlar. Söz konusu yararın sağlanabilmesi için salgın eğrisinin doğru bilgileri/verileri kullanarak hazırlanmış olması bir zorunluluktur.

Türkiye’de SARS-CoV-2’nin neden olduğu ilk COVID-19 hastasının varlığı, 11 Mart 2020 tarihinde Sağlık Bakanı Koca tarafından resmi olarak ilan edilmişti. O tarihten günümüze kadar geçen sürede pek çok defa, hem cumhurbaşkanı hem de sağlık bakanı tarafından, alınan önlemler sonucunda salgının kontrol altına alınmış olduğunun duyurulduğuna tanık olduk. Peki, bu açıklamalar gerçeği yansıtıyor mu? Bunu bilimsel bilgiler kapsamında inceleyelim.

Herhangi bir salgının kontrol altına alındığının göstergesi, hastalığın (enfeksiyonun) etkeninin en uzun kuluçka süresi olan zaman dilimi içinde, yeni hasta sayısının duyarlı nüfusun (hastalığı henüz geçirmemiş ve aşı olmamış) yüz binde 10’u düzeyinin altına düşmesi olarak kabul edilmektedir. Bu tanım kapsamında, sağlık bakanlığı tarafından günümüze kadarki dönem içinde kamuoyuna resmi olarak açıklanan yeni hasta, iyileşenler, ölümler ve aşılananların sayısı ile TÜİK tarafından açıklanan Türkiye nüfusu dikkate alınarak yaptığımız hesaplamalar; Türkiye’de COVID-19 salgınının en başından beri kontrol altına alınmamış/alınamamış olduğunu ortaya koymaktadır. Resmi açıklamaların aksine, Türkiye’de COVID-19 salgını ilk günden itibaren kontrol dışında seyretmiş ve günümüze kadar da en büyüğü sonuncusu olmak üzere, beş defa alevlenme (yeni hasta sayısında önceki günlere göre devam eden artış)gerçekleşmiştir.

Sağlık Bakanlığı’nın web sayfasındaki resmi verilerden, Mart 2022 tarihine kadar 14 milyon 89 bin 456 kişiye, bazıları birden fazla kez olmak üzere, COVID-19 hastalık tanısı konduğu, 94 bin 445 kişinin de bu hastalık nedeniyle yaşamını kaybettiği izlenmektedir. Bakan Koca’nın bizzat kişisel Twitter hesabından yaptığı günlük yeni hasta ve ölüm sayısı paylaşımlarıyla,17 Haziran 2020 tarihinde yine kendisi tarafından, Bilim Kurulu adına gerçekleştirilen basın açıklamasında, son bir aylık aynı döneme ait hasta ve ölüm sayılarını topluca kamuoyuna sunduğu zamanki veriler arasındaki farklılığın yüz kızartıcı büyüklükte olduğu kamuoyu tarafından bilinmektedir. “Hata-yanlış” fark edildiği halde, Bakan Koca kamuoyundan özür dilememiştir. Bununla birlikte, yaşananların ahlaki boyutu, hem sağlık bakanı hem de Bakanlık teşkilatının o tarihten itibaren benzer bir duruma neden olacak tutumdan kaçınmış olacağını ve değerlendirmelerimizi “gerçek/doğru/hatasız” verilerle yapmakta olduğumuzu kabul etmemizi gerektiriyor. Tabii ki böyle bir durum, saptadığımız sorunların boyutunun daha da büyük olabileceği olasılığını saklı tutmamızı gerektiriyor.

Türkiye’nin salgın eğrisi incelendiğinde, görülen beş alevlenmeden ilkinin; Mart 2020’nin ikinci yarısında başlayıp Mayıs 2020’nin ilk haftasına kadar devam ettiği, ikincisinin Kasım 2020’nin ortalarında başlayıp Ocak 2021’in ikinci haftasına kadar devam ettiği, üçüncüsünün Şubat 2021’in son haftasında başlayıp Mayıs 2021’in ortalarına kadar devam ettiği, dördüncüsünün ise yaz mevsiminin neredeyse tam da ortasında, Temmuz 2021’in üçüncü haftasında başlayıp, Aralık 2021’in üçüncü haftasına kadar devam ettiği izlenmektedir.

Beşinci ya da günümüze kadarki son alevlenme, Aralık 2021’in son günlerinde başladı ve halen devam ediyor. Bugüne kadar yaşananların en büyüğü olarak tanımlanabilecek bu alevlenme döneminde, maalesef bazı olumsuz ilklere de tanıklık ettik. Örneğin, 4 Şubat 2022’de açıklanan 111 bin 157 yeni hasta sayısı ile Türkiye’de hem beşinci alevlenme hem de COVID-19 salgını tepe noktasına (bir günde tanısı konan en fazla yeni hasta sayısı) ulaştı. Beşinci alevlenmede, COVID-19 nedeniyle yaşanan ölümlerde tepe noktası da 309 ölümle, 15 Şubat 2022 tarihinde gerçekleşti. Bakanlık tarafından açıklanan resmi veriler üzerinden yapılan hesaplamada, 28 Şubat 2022 tarihi itibarıyla, Türkiye’de son bir hafta içinde günlük ortalama tanı konan yeni hasta sayısının71 bin 421, günlük ortalama ölen kişi sayısının da 246 olduğu hesaplanmıştır. Oysa, bir yıl önce, 28 Şubat 2021 tarihinde, son bir hafta içinde günlük ortalama tanı konan yeni hasta sayısı 9 bin 24, günlük ortalama ölen kişi sayısı da yalnızca 73 kişiydi. Günümüzde, günlük ortalama yeni hasta sayısı, geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre 7,9 kat, günlük ortalama ölüm sayısı ise 3,4 kat artmıştır. Özetle, aşısı olan, bulaşma yolları ve bulaşıcılığı ile ilgili hemen tüm bilimsel bilgileri bulunan, okullarda, toplu taşım araçlarında, fabrikalarda, hastanelerde, madenlerde vb. ortak yaşam alanlarında alınması gereken önlemlerin neler olduğu bilinen ve bunları hayata geçirmek için kamusal olanakların da yeterli olduğu, önlenebilir bir hastalık nedeniyle, Türkiye’de yaşanmakta olan söz konusu bu tablo, bütünüyle iktidarın bir tercihidir.

Salgının ilk gününden itibaren, iktidar tarafından yapılan uygulama ve açıklamalar ile topluma yaşatılanlar ve günümüze kadar alınmamış olan önlemler, üç doz aşı yapılması gereken nüfusun bugüne kadar yalnızca %34’ünün aşılanmış olması ve bir avuç aşı karşıtına gösterilen tolerans dikkat çekicidir. Bu durumda, iktidarın salgındaki halini; motoru bozuk, yakıtı bitmek üzere olan, yetkin mürettebatı olmayan, kullanım süresini yıllar öncesinde tamamlamış bir geminin bilerek ve isteyerek Karadeniz’e açılmış kaptanına, biz yurttaşları da bir biçimde rıza gösterip bu gemiye binmiş yolculara benzetebiliriz.

Türkiye’nin pandemideki hali bu durumdayken; yukarıda sıraladığımız alınmamış kamusal önlemlerin alınması, eksik olanların tamamlanması, ülkede yaşayan 5 yaş üstü herkesin en kısa sürede gerekli dozla aşısının tamamlanması, kişilerin de maske, fizik mesafe, el temizliği ve havalandırma konusundaki uygulamalara özenle uyması gerekiyor. Bu aşamada, bu önlemleri zafiyete uğratacak her bir geri adım, bilimsel bilgiden uzaklaşıp, Orta Çağ karanlığına doğru atılmış adım olacaktır. Hem de önlenebilir olmasına karşın, yeni hastalar ve ölümler pahasına.

The post Üçüncü yılın başında Türkiye’nin salgın eğrisi: Her şey kontrolsüz! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yetmez ve hayır! https://gazetekarinca.com/yetmez-ve-hayir/ Thu, 17 Feb 2022 06:33:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=198366 Onur Hamzaoğlu Başlık çoğu okura 2010 yılında, 12 Eylül gününe denk getirilen anayasa referandumunda AKP’nin önerisine evet diyen “mahcup” sol liberallerin sloganı “yetmez ama evet”i çağrıştırmıştır. Dünyada yaşanmakta olan sorunlar bir yana, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve mali alanlar başta olmak üzere, krizler sarmalının, AKP-MHP iktidarının sonunu da adım adım yaklaştırdığı düşüncesi toplumda yaygınlaşıyor. Bu […]

The post Yetmez ve hayır! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Onur Hamzaoğlu

Başlık çoğu okura 2010 yılında, 12 Eylül gününe denk getirilen anayasa referandumunda AKP’nin önerisine evet diyen “mahcup” sol liberallerin sloganı “yetmez ama evet”i çağrıştırmıştır. Dünyada yaşanmakta olan sorunlar bir yana, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve mali alanlar başta olmak üzere, krizler sarmalının, AKP-MHP iktidarının sonunu da adım adım yaklaştırdığı düşüncesi toplumda yaygınlaşıyor. Bu tablodan hareketle, bir tarafta erken seçim tartışmaları yürütülürken, başka bir tarafta “sandık kurulacak mı?” sorusu farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Yanı sıra, AKP-MHP’nin başını çektiği “cumhur ittifakı” karşısında, CHP, İyi Parti ve Saadet Partisi tarafından kurulmuş olan “millet ittifakı”, AKP’den kopanlar tarafından kurulmuş partileri de içerecek biçimde genişleyebilme adımları atıyor. Bu kapsamda parti yetkililerinin bir süre önce başlattıkları “güçlendirilmiş parlamenter sistem ve geçiş süreci” üzerine yaptıkları çalışmalar sonlanmış olacak ki geçtiğimiz hafta sonu ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun ev sahipliğinde altı parti lideri, ittifakı daha da büyüttüklerinin mesajını vermek adına bir araya geldi.

Bırakalım güçlendirilmiş parlamenter sistemin; özgürlükler, ekonomi, sosyal ve kültürel alanlara yönelik köklü, halkçı düzenlemeler olmadan tek başına neye merhem olabileceğini, bu ittifak henüz matematiksel olarak bile iktidarı değiştirebilecek cesamette değil. Yinelemek pahasına olsa da bir defa daha belirtmek gerekirse; cumhur ittifakından kopan seçmen, millet ittifakına gitmiyor. Kararsız ve sandığa gitmeyeceğini ifade eden seçmenler toplam seçmenin neredeyse %20’sine ulaşmış durumda. Dinci ve milliyetçilerle ittifakı seçmenine anlatmakta sorun yaşamayacağını düşünen sosyal demokrat parti, Halkların Demokratik Partisi’ni nezaketen bile olsa bırakın davet etmeyi, onunla kamuoyuna yansıyacak görüşmelerden dahi mümkün olduğunca kaçınıyor. İstanbul başta olmak üzere, 2019 yerel seçimlerinde büyükşehir belediyelerinin neredeyse tamamını HDP’li seçmenlerin oylarıyla alabildikleri gerçeğine ve söz konusu matematiğin değişmemiş olmasına karşın, bu tutumunda ısrar edebiliyor. Kamuoyunda da bilinen gerekçe “Kürtlerle işbirliği yaparsa, cumhur ittifakının karşı propagandası oy kaybettirir” kabulü. Bu tutuma karşı çıkanların büyük çoğunluğuysa söz konusu yaklaşımı “HDP’yi dışlamak Kürtleri dışlamaktır” olarak kabul ediyor. Peki bu ne kadar doğru? Yalnızca Kürtler mi dışlanıyor?

Bu sorunun doğru yanıtı, AKP’nin genel seçimlerde üçüncü kez seçmen karşısına çıktığı ve 65 bağımsız adayla seçime katılıp 36 milletvekili çıkaran “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” karşısında beklemediği kaybı yaşadığı, 2011 yılının sonbaharında kurulan Halkların Demokratik Kongresi ve sonrasında da Kongre’nin partisini kurma süreci anımsanarak, verilebilir. HDK’nin kuruluşunda önceki dönemde de mecliste olan ve Kürtlerin partisi olarak adlandırılabilecek Barış ve Demokrasi Partisi’nin yanı sıra, pek çok sol, sosyalist parti ve yapı da yer almıştı. Ancak yalnızca bu kadar değil. Kadın hareketleri, ekoloji hareketleri, gençlik hareketleri, LGBTİ+ yapıları, işçi ve kamu emekçileri sendikalarının ve demokratik kitle örgütlerinin yöneticileri, inanç grupları, bazı bölgesel ve yerel dernek ve yapılar, muhalif sanatçılar, edebiyatçılar, yazarlar, akademisyenler vb. birey olarak katılımlarla da aktif olarak HDK’de, HDK’nin meclislerinde yer aldılar. Böylece, siyasal alanın yanında, esas olarak toplumsal alanın beraberliği ülke mozaiğini vücuda kavuşturdu, görünür kıldı. Birlikte ürettiler, eylediler. Sonrasında partileşme aşaması ve günümüze kadarki süreçte kuruluştaki çok zengin, oldukça farklı renklerin birlikteliğinden olan mozaiğin varlığı fakirleşmiş olsa da kuruluşunda sahip olduğu ve toplumsal alanın birlikteliğine dayanan temel strateji ve perspektifi korumaya çalışıyor.

İşte tam da bu nedenle HDP’nin dışarıda kalması yalnızca Kürtlerin değil, kadın ve ekoloji hareketleri başta olmak üzere, toplumsal alanın dışarıda bırakılması anlamına geliyor. Ve bu bileşenin gereksinimleri yalnızca güçlendirilmiş parlamenter sistemle karşılanamaz. Dışarıda tutulmuş olanların gereksinimleri asgari olarak; ifade özgürlüğünden İstanbul Sözleşmesi’ne, parasız sağlık ve eğitim hizmetlerinden hapishanelerin boşaltılmasına, YÖK’ün kaldırılmasından özelleştirilmiş kamu mal ve hizmetlerinin kamulaştırılmasına, kömürlü termik santrallerin kapatılmasından HES’lere ve üretici köylünün toprak sahibi yapılmasına kadar pek çok başlığı içermektedir. Bunları da ne AKP’den ne de MHP’den kopanlar sağlayamaz. O nedenle, millet ittifakı yetmez. Yetmediği için de eğilmeden, bükülmeden tereddütsüz HAYIR!

Sıraladığımız gereksinimleri sağlarsa bu ülkenin solcuları, sosyalistleri, demokratları, toplumsal alandaki yapıları sağlar. Zaman daralıyor. Ancak, hâlâ şansımız var. Kadınlar, işçiler, gençler, emekçiler, Kürtler, köylüler, küçük esnaf, yoksullar, işsizler, LGBTİ+ bireyler, Aleviler, Ermeniler, Müslümanlar, Ezidiler, Araplar, Lazlar, Pomaklar, Süryaniler, göçmenler, Türkler, KHK’liler vb. bu topraklardaki tüm ezilenler ve ötekileştirelenler için umut-üçüncü seçenek; seçim(ler)e, meclise daralmayan, toplumun içinde, toplumla birlikte örgütlü mücadeleyi hedefleyebilecek, örgütleyebilecek bir “Demokrasi İttifakı” olabilir.

The post Yetmez ve hayır! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sorumluluğunuz-sorumluluğumuz https://gazetekarinca.com/sorumlulugunuz-sorumlulugumuz/ Wed, 02 Feb 2022 21:01:15 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=196783 Onur Hamzaoğlu AKP-MHP yönetimindeki Türkiye, 2022’ye hem siyasi hem de mali krizle girdi. 2021 yılının son aylarında TL’nin tüm yabancı paralar karşısındaki hızlı ve büyük değer kaybı, neredeyse satılan hemen her şeyin fiyatını en az iki katına çıkaran zamların gerekçesi yapıldı. Eylül 2021’de cebimizdeki 100 liranın alım gücü, dört ay sonra, Ocak 2022’de 30 liraya […]

The post Sorumluluğunuz-sorumluluğumuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Onur Hamzaoğlu

AKP-MHP yönetimindeki Türkiye, 2022’ye hem siyasi hem de mali krizle girdi. 2021 yılının son aylarında TL’nin tüm yabancı paralar karşısındaki hızlı ve büyük değer kaybı, neredeyse satılan hemen her şeyin fiyatını en az iki katına çıkaran zamların gerekçesi yapıldı. Eylül 2021’de cebimizdeki 100 liranın alım gücü, dört ay sonra, Ocak 2022’de 30 liraya kadar düştü. Ekmek 3,5 lira, açık sütün litresi 11 lira, PTT’den kargo 26 lira, bir litre ayçiçek yağı 75-80 lira oldu. Kuru fasulyeden nohuda, mercimekten una, makarnaya, zeytine, şekere, çaya, sebze ve meyveye, ete, tavuğa kadar son dört ayda en az üç defa zamlanmayan herhangi bir gıda maddesi yok maalesef. Yetmedi, 20 Aralık akşamı yapılan döviz operasyonu ile hükümet yandaşlarına çok büyük rant sağladı. Kefen parasını döviz olarak tutan orta gelirliler çok büyük kayba uğratıldı. Ardından ‘döviz fiyatları kontrol altına alındı, zamlar geri alınacak’ dendi. Ancak olmadı. Gıdaya, ilaca, ekmeğe, elektriğe, benzine, mazota, doğal gaza yapılan zamların hiçbiri geri alınmadı. Aksine zam yapmaya devam ediyorlar. Yoğun kar yağışı ve dondurucu soğuğa rağmen, İstanbul’da insanlar 3,5 liralık ekmeği 1,25 liraya alabilmek için Halk Ekmek önlerinde metrelerce uzayan kuyruklara giriyor. Kuyruktakilerin bir bölümü bu fiyata da ekmek alamadığı için aynı kuyruğun en sonunda kalıp, bekleyip “askıda ekmek” soruyor.

Bizzat AKP Genel Başkanı Recep Erdoğan’ın “Türkiye’nin 2023 hedeflerinin sembolleri” olarak gösterdiği yapılar bir bir çöküyor. Seçilen yerin yaban hayatı, şehrin suyu, kentleşme ve özellikle de hava trafiği için yanlış olduğu uzmanları tarafından bilimsel bilgiye dayalı olarak hazırlanan raporlarla kanıtlanmış olmasına inat, 33 işçi cinayeti işlenerek 5-6 yılda inşa edilen İstanbul Havaalanı, Ocak 2022’nin üçüncü hafta sonundaki yoğun kar yağışı nedeniyle tüm uçuşlara kapatıldı. Yolcular havaalanında uyumak zorunda bırakıldı, hakları olmasına karşın, otele götürülmedi/götürülemedi. Onun yerine, üzerinde uyumaları için ambalaj kartonları dağıtıldı. Kargo binasının tavanı çöktü. Benzer uyarılara rağmen, inşa edilen Kuzey Marmara Otoyolu da kar yağışı nedeniyle yaklaşık 17 saat boyunca ulaşıma kapandı. Eş zamanlı olarak yılların İstanbul-Ankara D-100 kara yolu ile otoyolunun da kar yağışına teslim edildiğini öğrendik. İstanbul ve Türkiye’nin birçok ilinde binlerce araç, on binlerce yolcu gecenin karanlığında, ayazında, tipinin içinde aç susuz mahsur kaldı. Saatlerce kurtarılmayı bekledi. İstanbul’a giriş çıkışlar yasaklandı. Yetmedi, sanayide enerji kısıtlamasına gidildi. Birçok sektörde üretim durdurulmak zorunda bırakıldı. Sahip olunan bilgiyi, teknolojiyi, insan gücünü halkın yararına kullanmayan, ekonomiyi, sağlık ve eğitim hizmetlerini, enerjiyi hatta yoğun kar yağışını bile yönetemeyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Bütün bunları kriz sarmalı olarak değerlendirebiliriz. İktidar bir süredir, sorunları çözebilme, krizleri toplumsal rıza ile yönetebilme olanağını yitirdi. Sorunu çözmek yerine dil koparma ile tehdit ediyor. Çünkü sahip olduğu rıza araçları tükendi, işlevsizleşti. Rıza aracı olarak elinde yalnızca tehdit ve zor kaldı. İktidar, son üç, dört yıldaki en zayıf dönemini yaşıyor.

Hükümet, pandemi ile mücadeleden neredeyse vazgeçti, işleri oluruna bıraktı. Önlenebilir olmasına rağmen, her gün hastalananların, ölenlerin sayısı bir önceki güne göre daha fazla sayıda olup maalesef rekorlar kırılıyor. Genel sağlık sigortası primini düzenli ödüyor olanlar bile Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bırakın ameliyatı, muayene olabilmek için bile ancak haftalar, aylar sonrasına randevu alabiliyor. Bunun için de telefonun bir ucunda günlerce uğraşması gerekiyor. Üstelik bir de muayene ücreti ödeyecekler. Aynı işe başvuran 95 KPSS puanlı bir gencin sözlüde başarısız bulunup onun yerine 55 KPSS puanlı bir yandaşın alınması haber değerini dahi yitirdi. Sağlık emekçilerine yönelik şiddet, kadın ve işçi cinayetleri de maalesef sıradanlaştırıldı bu iktidar döneminde. Ülke yönetiminde dogma, gericilik, dinci gericilik hakim kılındı. Nerdeyse bütün yönetim kademeleri aileye, sayılarının yetmediği yerde de partililere teslim edildi. Yönetim kademelerinde kayırma, yolsuzluk, arsızlık olağanlaştırıldı. Kendi alanlarına birazcık olsun objektif bakabilme çabası gösteren bakana bile tahammül yok. Aynı gece görevden alınıyor/istifa ettiriliyor.

Bütün bunlar yaşanırken, kamuoyu araştırma sonuçlarına göre AKP-MHP iktidarı/Cumhur İttifakı önemli oranda oy kaybediyor. Ancak kaybedilen oylar bir grup muhalefetin kurduğu Millet İttifakı’na gitmiyor. Kamuoyu çalışmalarında, kararsız olduğunu ve seçimde oy kullanmayacağını söyleyen seçmenlerin payının %18-20’ye ulaştığı görülüyor. Bu oran, seçimde eşit dağılsa, neredeyse iki partiye Meclis’te grup kurdurabilecek düzeye geldi. Söz konusu durumu, seçmenin yaşanmakta olan sorunları yaratan AKP-MHP iktidarından uzaklaşmakta olduğu ancak, henüz muhalefetin kurduğu ittifakı da sorunları çözebilecek bir alternatif olarak görmediği şeklinde değerlendirebiliriz. Seçmen, muhalefetteki 6 partinin bir araya gelip, parlamenter sistemi güçlendirmeye yönelik çalışma ve vaatlerini de yeterli bulmuyor. Yalnızca, iktidarın yaptığı hataları sıralayan, yaşanan olumsuzlukları bağıra bağıra anlatan muhalefete mesafeli duruyor. Sadece Kürtler değil, bir grup seçmen de sınır ötesi operasyonlarda, başka ülkelere asker göndermede ya da HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında AKP-MHP iktidarı ile saf tutan bir muhalefete güvenemiyor.

Oysa, seçmen bu hataları yapmayan, beraberinde yukarıda sıraladığımız, günlük hayatta yaşanmakta olan sorunları nasıl çözülebileceğini bir bir anlatabilecek, kendisini de sürece katabilecek bir muhalefete gereksinim duyuyor. Seçimlere, meclise sıkışmayan eşitlikçi, özgür, demokratik, adil, içerde ve dışarda barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir Türkiye’nin nasıl inşa edilebileceğinin beklentisi içinde. Bunu da ancak sol ve sosyalistler yapabilir. O nedenle HDP’nin çağrısı ile bir grup sol, sosyalist parti ve yapının bir araya gelmesini önemsemeliyiz. Ancak yeterli değil tabii ki. Bir yandan az sayıda da olsa birilerinin dışarıda bırakıldığı, diğer yandan da kimsenin dışarda kalmak için sudan sebepler yaratabileceği bir ortaklık olmamalı. Aksine toplum içinde toplumla birlikte, siyasi mücadeleyi gerçekleştirmeyi önüne koyabilen, seçimlere ve meclise sıkışmayan sol ve sosyalist parti ve yapıların bir araya gelişiyle başlayıp sendikalar, demokratik kitle örgütleri ile yazar, sanatçı ve akademisyenlerin vb. birey olarak da katılabileceği bir yol yürüyüşü işçinin, emekçinin, köylünün, işsizin, gençlerin, kadınların, LGBT+ bireylerin, küçük esnafın, göçmenlerin özetle, ezilen ve ötekileştirilenlerin, yeni Türkiye’nin inşası için umudu olabilir. İktidarın bu kadar “zayıf” olduğu krizli dönemlerde muhalefetin küçük, büyük kazanımlarının önünün açıldığını tarihsel olarak biliyoruz. Yeter ki gecikilmesin ve gereğini yapılabilsin. Son günlerde birçok işçi eyleminin kazanımla sonuçlanması da bunu gösteriyor mu?

Geçtiğimiz haftalarda Elektrik Mühendisleri Odası’nın seçimleri ile Türkiye Barolar Birliği’nin Anayasa Mahkemesi için üye belirleme süreci yaşadığımız umutsuzluğun, hayal kırıklığının sonu olsun. Birinde sol ve sosyalistler Oda’yı sağcı bir ekibe “sundu” diğerinde Anayasa Mahkemesi’nin AKP-MHP iktidarı ile yakınlığı bilinen üye sayısı 9’dan 10 çıktı ve üçte ikilik çoğunlukları netleşmiş oldu. Parti kapatma vb. nitelikli çoğunluk gerektiren kararlar çok daha kolaylıkla çıkartılabilecek. Her iki süreçte de daha özenli olunabilse, bilgi, birikim ve deneyimler yeterince kullanılabilse “biz değil hepimiz” olabilseydik bu sonuçlarla karşılaşmayabilirdik. Ancak, olmadı. Her ikisinde de yalnızca iki kurum ve oradakiler değil hepimiz kaybettik. Dileriz son olur.

Türkiye solu, sosyalistleri başta kurumsal kimlikleriyle olmak üzere, AKP-MHP iktidarını sonlandırmanın yanı sıra, henüz olanak ve zaman varken, ülkenin yeniden inşasında da üzerlerine düşeni yapmalıdır: Birlikte Mücadele-Hemen Şimdi.

Sorumluluğunuz-sorumluluğumuz…

The post Sorumluluğunuz-sorumluluğumuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Pandemide son durum ve TURKOVAC aşı çalışması https://gazetekarinca.com/pandemide-son-durum-ve-turkovac-asi-calismasi/ Fri, 14 Jan 2022 12:17:11 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=194816 Onur Hamzaoğlu Bir görüşün “sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek” olarak kabul edilmesi ya da bir savın “sınanmadan doğruluğunun kabul edilmesi, benimsenmesi” halinde bu görüş ve/veya sav dogmaya dönüşmüş oluyor. Türkiye’de hükümet, uzun bir süredir ekonomiden eğitime, salgınla mücadeleye kadar pek çok alanı doğmalara dayalı olarak yürüttüğünü ilan etmekten bile çekinmez oldu. AKP genel başkanının, cumhurbaşkanlığı sıfatı ile […]

The post Pandemide son durum ve TURKOVAC aşı çalışması first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Onur Hamzaoğlu

Bir görüşün “sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek” olarak kabul edilmesi ya da bir savın “sınanmadan doğruluğunun kabul edilmesi, benimsenmesi” halinde bu görüş ve/veya sav dogmaya dönüşmüş oluyor. Türkiye’de hükümet, uzun bir süredir ekonomiden eğitime, salgınla mücadeleye kadar pek çok alanı doğmalara dayalı olarak yürüttüğünü ilan etmekten bile çekinmez oldu. AKP genel başkanının, cumhurbaşkanlığı sıfatı ile yaptığı konuşmasında ısrarla “nas”dan bahsetmesi ile durum daha da bir görünür hale geldi. Muhalefet ise hala “laik bir devlet dogmalarla yönetilemez” diyemedi. Ya duymadılar ya önemsemediler ya da seçim kaygısıyla suskun kaldılar. Dileriz sonuncusu değildir.

Oysa bilim ve bilimsel yöntemle üretilen bilginin vazgeçilemez en önemli aşamasından birisi sınamadır ve ortaya çıkan bilgi “mutlak doğru” olarak kabul edilemez. Daha üretilmeden değişebileceği, yanlışlanabileceği kabul edilir. Özetle, bilimsel bilgi her zaman için sorgulanır ve tartışılır.

COVID-19 hastalık olarak tanımlanalı iki yılı geçti. Etkeni olan SARS-CoV-2’nin genetik özellikleri de yine iki yıl önce ortaya konmuştu. O tarihten itibaren de kamusal olarak sağlanan çok büyük mali ve teknolojik desteklerle aşı çalışmaları şirketler tarafından başlatılmış ve araştırmalar Faz-3 aşamasındayken, yine bir yıldan daha uzun bir süre önce, “acil kullanım izni” ile merkez kapitalist ülkelerde uygulanmaya başlanmıştı.

Yoğun talep, sınırlı arz nedeniyle, maliyetinden çok yüksek fiyatlarla pazara çıkan aşılar zengin ülkeler tarafından satın alınabildi. Toplumsal bağışıklığın sağlanabilmesi ve salgının kontrol altına alınabilmesi için dünya nüfusunun %75-80’inin aşılanması gerekirken, henüz %51’i aşılı. Zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki fark sekiz kattan daha fazla. Oysa, bilimsel bilgi ve deneyimlerimiz ışığında salgının her yerde bitmeden hiçbir yerde bitmeyeceği biliniyor.

COVID-19’un, “Mahşerin Beşinci Atlısı” olarak yoluna dolu dizgin devam etmesinin bir nedeni aşıya ulaşmadaki toplumsal eşitsizliklerken, diğer önemli bir nedeninin de toplumsal önlemlerin alınmamasındaki ısrar olduğu bütün çıplaklığıyla görünür oldu. Etkenin neredeyse bütün özellikleri ve bulaşmaması için alınması gereken önlemlerin neler olduğu biliniyor olmasına karşın, patronlara ve hükümetlere getireceği maliyet bahanesiyle yaşama geçirilmiyor. Kişiler arasında fizik mesafeyi sağlayabilmek ve havalandırmanın sağlanabilmesi için toplu taşım araçlarının, fabrikaların, madenlerin, okulların, hastanelerin, sosyal yaşam alanlarının ve çalışma saatleri gibi çalışma koşullarının pandemi öncesine göre mutlaka değiştirilmesi gerektiği biliniyor; ancak, gereği yapılmıyor. Böyle olunca, etken, bu güne kadar bilinen/açıklanan 5 varyant
geliştirdi. Hastalığı önceden geçirmiş olmanın ve var olan aşının yeterince etkileyemediği özellikler kazanıp daha da yaygınlaşmaya devam ediyor.

Hem toplumsal önlemlerin alınmaması hem de aşıya ulaşamama nedeniyle hastalığa yakalananların, ölenlerin çok büyük bölümü ezilenler, yoksullar, işçiler, göçmenler gibi yaşayabilmek için emeğini satmak zorunda olanlardır. Kapitalizmin sahipleri ve iş birlikçilerinin söz konusu tutumları, COVID-19’a maalesef “sınıfın hastalığı” olma özelliği kazandırdı.

Resmi açıklamalara göre, dünya genelinde Ocak 2021 tarihinde toplam hasta sayısı 92 milyon kişiyken, Ocak 2022’de 3,5 kat artarak 320 milyon kişiye, COVID-19 nedeniyle ölümler de 2 milyon kişiyken 2,8 kat artarak 5.5 milyon kişiye ulaştı. Öyle ki 12 Ocak 2022’de tanı konan yeni hasta sayısı tek bir günde 3 milyon 285 bin 987 kişiye ulaştı.

Aynı tarihlerde Türkiye’de hasta sayısı 2,4 milyon kişiden 10,2 milyon kişiye, ölümler de 23 binden 84 bine ulaştı. Bir yıl içinde hasta sayısı 4.2 kat, ölüm sayısı 3,7 kat arttı. Açıklanan günlük yeni hasta sayısı Türkiye’de de ilk defa 77 bin 722 kişiyi geçti. Bir yandan aşının özel mülkiyetinin kalkması, öte yandan toplumsal önlemlerin alınmaması durumunda insandan insana bulaşma özelliği olmayan bir varyant oluşana kadar salgın devam edebilecek görünüyor.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından düzenli aralıklarla yayımlanan bildirimin sonuncusunda 137’si klinik aşamada olmak üzere, 331 aşı çalışması devam ediyor. Bunlardan 10 tanesi Faz-4, 29 tanesi de Faz-3 aşamasında. Söz konusu bildirim sayfası üzerinden her bir aşı çalışmasıyla ilgili protokol ve yayınlara ABD Ulusal Kütüphanesi ve Ulusal Sağlık Enstitüsü üzerinden elektronik ortamda ulaşabilmek mümkün oluyor. Bilindiği gibi Faz-1 ve Faz-2 aşamasında aşı adayı, güvenlik ve immünojeniklik (hedeflenen bağışıklık maddesini oluşturma, bağışıklık mekanizmasını harekete geçirme) yönünden az sayıdaki gönüllü insan üzerinde denenir. Bu iki aşamadan başarıyla geçtikten sonra, söz konusu iki özelliğe ek olarak, etkililiğinin de araştırıldığı Faz-3 çalışmalarına geçilir. Faz-3 çalışmaları, hastalığın özellikleri de dikkate alınarak genellikle çeşitli yaş gruplarında, cinsiyette ve eşlik eden kronik hastalık vb. toplumu olabildiğince temsil eden çoğunlukla 40 bin-60 bin gönüllü üzerinde yürütülür. Bu aşama da tamamlandıktan sonra aşının yaygın kullanımına geçilir. Bu dönemde de yukarıda paylaşılan üç özellik yönü ile yan etkiler, komplikasyonlar vb. açılardan izlem birkaç yıl daha devam eder. Bu aşama Faz-4 olarak adlandırılmaktadır.

DSÖ’nün söz konusu bildiriminde TURKOVAC ile ilgili bilgilere de ulaşabilmek mümkün. Buna göre, Faz-3 çalışmasının 21 Haziran 2021 tarihinde başlamasının, ara sonuçlarının 21 Ocak 2022 tarihinde değerlendirilmesinin ve 31 Mart 2023’de de bu aşamanın tamamlanmasının planlandığı ve çalışmanın 40 bin 800 gönüllünün katılımıyla gerçekleştirilmesinin planlandığı yer alıyor. Ancak, daha sonra 14 Ekim 2021’de yapılan bir güncelleme ile katılımcı sayısının 7bin 400 kişiye indirildiği, başlangıç tarihinin 8 Ekim 2021, ara değerlendirmenin 29 Eylül 2022 ve tamamlanma tarihinin de 1 Nisan
2023 olarak değiştirilmiş olduğunu görüyoruz. Bunlar yaşanırken, 12 Ocak 2022 tarihinde, birisi çalışmanın yürütüldüğü 8 merkezden birinde görevli olan aynı üniversiteden iki akademisyen tarafından yapılan basın açıklamasında, TURKOVAC için 22 Aralık 2021 tarihinde “acil kullanım onayı” verildiği, kendi sundukları bilgilerin 27 Aralık 2021 tarihinde gerçekleştirilen analiz sonuçları olduğunu öğreniyoruz. Faz-3 çalışmasında TURKOVAC adlı aşının ülkemizde Sinovac ticari adıyla bilinen Coronavac aşısıyla karşılaştırıldığını ve her iki grup için toplam 1286 kişiye 1 doz aşı uygulandığı, sonuçların da 1 doz aşı olan 1182 kişi üzerinden değerlendirildiğini öğreniyoruz.

Hem açıklananlar hem de açıklama metni üzerinden soruyor, sorguluyor ve tartışmak istiyoruz: Öncelikle, 22 Aralık 2021 tarihinde açıklanan “acil kullanım izni” hangi analiz sonuçlarına dayanıyor? Bilim, bilim insanı ve iktidar ilişkisinin tam da göbeğinde yer alan bu sorunun ardından devam edelim. Coronavac aşısının orta ve uzun vadeli etkililiğinin düşük olduğu, özellikle varyantlara karşı etkililiğinin oldukça sınırlı olduğu uluslararası çalışmalarda da ortaya konmuş olmasına rağmen, neden karşılaştırma grubu olarak bu aşı tercih edildi? Ya da orta ve uzun vadeli etkililiği daha yüksek başka bir aşı, üçüncü bir grup olarak neden tercih edilmedi? Çalışmanın planlama aşamasında belirlenen katılımcı sayısı, niçin önce 1/5,5 sonra da 1/32 oranında azaltıldı? Çalışmanın örnek büyüklüğü üzerinde yapılan çok önemli boyuttaki bu değişikliklerden sonra örnek seçimine/katılımcıları belirlemeye yönelik değişiklikler yapıldı mı? Sorunun yanıtı evet ise ne (ler) yapıldı? Yapılmadıysa neden yapılmadı? Türkiye nüfusunun %50.1’i erkeklerden, %49,9’u kadınlardan oluşuyorken, neden çalışma grubunuzun %73’ü erkeklerden, %27’si kadınlardan oluşturuldu? Benzer bir durum katılımcıların yaş gruplarına göre dağılımında da söz konusu. Neden toplumunkinden çok farklı bir yaş dağılımı tercih edildi?

Maalesef, çalışmanın planı üzerindeki değişiklikler de sorularımız da bitmiyor. Sunum materyalindeki sayılardan da hesaplanabildiği kadarıyla, çalışmaya katılan 104 kişinin verileri değerlendirilmeye alınmamış. Neden? Verileri analizin dışında tutulanlar kimler? Aşıya rağmen COVID-19’a yakalandılar mı? Bu kişilerde yan etki ve/veya komplikasyon görüldü mü? Son olarak; analizlere 1182 katılımcının verisi dahil edilmesine karşın, “eşlik eden kronik hastalıklar”la ilgili bilgi neden 1270 katılımcı üzerinden veriliyor?

TURKOVAC aşı çalışmasının yöntemi ile ilgili bu sorulara yanıt almadan analizlere ve paylaşılan “sonuç” için herhangi bir değerlendirme yapmak bilim dışı bir tutum olacağından yanıtları bekleyeceğiz. Bununla birlikte, her türlü iktidardan bağımsız olmanın, bilimsel bilgi üretebilmenin ön koşulu olduğunu bir defa daha vurgulayalım.

The post Pandemide son durum ve TURKOVAC aşı çalışması first appeared on Gazete Karınca.

]]>