Bahadır Altan - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Mon, 23 May 2022 11:23:22 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.9.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Bahadır Altan - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 Havacılığın hafızası https://gazetekarinca.com/havaciligin-hafizasi/ Mon, 23 May 2022 11:23:22 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=210838 İktidar yapay gündemler yaratarak merceklerin zayıf olduğu alanlara çevrilmesini engellemede eskisi kadar olmasa da hala” başarılı.” Dış politikada tam bir fiyasko sürüyor, ekonomi çökmek üzere, kıtlık kapımızda, Kuzey Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde giriştiği savaşta hüsrana uğradı, kayıplar artıyor. Böyle bir sıkışıklıkta Atatürk Havalimanı’na (AHL) soktuğu iş makinalarıyla kamuoyunun dikkatini yeniden buraya çekebildi. Bizler de geçen […]

The post Havacılığın hafızası first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İktidar yapay gündemler yaratarak merceklerin zayıf olduğu alanlara çevrilmesini engellemede eskisi kadar olmasa da hala” başarılı.” Dış politikada tam bir fiyasko sürüyor, ekonomi çökmek üzere, kıtlık kapımızda, Kuzey Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde giriştiği savaşta hüsrana uğradı, kayıplar artıyor. Böyle bir sıkışıklıkta Atatürk Havalimanı’na (AHL) soktuğu iş makinalarıyla kamuoyunun dikkatini yeniden buraya çekebildi. Bizler de geçen hafta boyunca İstanbul ve Türkiye’ye yapılan en büyük kötülüklerden biri olan Üçüncü Havalimanı’nı ve AHL’nin kapatılmasını konuşmak zorunda kaldık.

Tartışmaların düzeyi bakanların ve CB’nın birbirine tezat açıklamalarıyla düşerek, kısır ve sadece sonuçlara odaklı olarak sürdü. Turizm Bakanı’nın “İstanbul’un üçüncü havalimanına (AHL’na) ihtiyacı yok, çünkü yeni yapılanın 6 pisti var” gibi temel havacılık bilgilerinden dahi yoksun açıklamalarını Ulaştırma Bakanı “Tamamen kapatmıyoruz bir pist kalıyor” şeklinde yanıtladı. CB ise dikkatlerin buraya çevrilmesinden memnun, “pistler kalabilir” olasılığını ekledi! Ülkede havacılığın doğum yeri olarak da tarihi bir öneme sahip dünyanın sayılı havalimanlarından biri olan AHL üzerindeki bu hoyrat ve hovarda yaklaşımlar, nasıl bir kötülükle karşı karşıya olduğumuzu da yeniden gözlerimize batırıyor. İktidar, hafızalarımızı silip sadece sonuçlar üzerinde konuşmamızı istiyor. Biz bunun tersini yapıp tekrara düşsek de hafızalarımız tazelemeye çalışalım…

AKP iktidara gelir gelmez THY yönetim kuruluna atadığı, havacılık deneyimi açısından sıfır ama Reis’e sadık “adamlarıyla” giriştiği plansız, programsız, yüksek hızlı büyüme ile sektörü adeta tahrip etti. Uçak alımlarında %3 gibi “meşru” Yönetim Kurulu payının dayanılmaz hafifliğiyle, hızla uçak alımları yapıldı. Bu uçakları uçuracak pilot ve kabin memurlarına ve hava trafik kontrolörlerine ihtiyaç olacağını bile akıl etmeden Fettulah Gülen okullarının bulunduğu bütün ülkelere seferler açıldı. Alt yapıda artan trafiği kaldıracak hiçbir iyileştirme düşünülmeden gelen bu hormonlu büyüme, sorunları da beraberinde getirdi. Artan yer kazalarını Isparta ve Amsterdam uçak kazaları (cinayetleri demek daha doğru) izledi.

Özelleştirmelerde uyguladıkları taktikler gibi AHL’nin yetersizliği bu dönemde tartışılmaya başlandı. Oysa çok küçük yatırımlarla AHL daha uzun süre hizmet edecek durumdaydı. Şehre ulaşım açısından metro, metrobüs ve deniz otobüsü gibi kolaylıklara sahip AHL gözden düşürüldü. Şimdi çok önceden, yeri kararlaştırıldığı anlaşılan 3. Havalimanı bu ortamda bir ihtiyaçmış gibi sunuldu.

(Bu dönemin baş sorumlularından THY eski Yönetim Kurulu ve İcra Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin gibi isimlerin AKP’den ayrılarak 6’lı masa marifetiyle havacılıkta yeniden sahne almaya çalışmasını ibretle izliyoruz. Millet İttifakı unutabilir ama biz havacıların hafızaları kuvvetlidir.)

Çok uzun vadede İstanbul gibi 20 milyonluk bir metropolün 3. bir hava limanına ihtiyacı olabilirdi kuşkusuz. Ancak bu, diğer 2 havalimanıyla birlikte kullanılacak bir yer ve pist yönleriyle trafiğin paylaşımının sağlanabileceği bir alanda yapılmalıydı. Ancak AHL’nin kapatılmasına daha o günlerde karar verildiği ve yapıp işletecek malum beşliye, bunun garantisinin de verildiği şimdi daha net ortaya çıkıyor. Çünkü Boğaz’a üçüncü köprüyü yapınca birinciyi kapatmak gibi akıl dışı bir yola başka türlü gitmek mümkün değil.

Böylece, bilim insanlarının bütün uyarılarına rağmen İstanbul’un su havzaları, milyonlarca ağaç ve canlı türü yok edilerek, meteoroloji açısından en şiddetli olaylara açık Karadeniz kıyısına, jeolojik olarak uygunsuz balçık zemin üzerine ve iş cinayetlerinde resmi rakamlar daha az gösterse de 100’ün üzerinde inşaat işçisi katledilerek 3. Havalimanı denen, 40 milyar dolarlık kötülük yapıldı. THY, iktidarın emriyle her şeyini toplayıp, büyük maliyetlerle buraya taşındı. Acelecilik o kadar gözle görülüyordu ki, buraya insanları taşıyacak metronun temeli havaalanı açıldıktan çok sonra atıldı. Kara yoluyla ulaşmaya çalışan işçiler, yolcular yer kazalarında yaşamını yitirdi. Kar yağdığında yaşanan rezalet ve havaalanında bir şişe suyun bile fahiş fiyatla (sanırım şimdilerde 50 TL) satılması hatırlanırsa bu işten tek kar edenin işletmeci firma olduğu ortadadır.

Bu bir cinayetti kuşkusuz. Yargılanacaklarını bilen failler, öncelikle cesedi ortadan kaldırılma telaşına düştüler. Pandemi bahanesiyle AHL pistlerinin üzerine “hastane” inşa ettiler. Şimdi de dozerlerle saldırıp son delilleri yok etmeye çalışırken suçlarını itiraf edercesine açıklamalar yapıyorlar…

Yazılacak daha çok şey var kuşkusuz. Öncelikle AHL ile 3. Havalimanı’nı birlikte kullanmak hala mümkün. Bunun detaylarını KRT televizyonunda Kent ve Yaşam programında konuştuk.

Askeri açıdan da AHL’nin kapatılması, yabancılara satılması, pistlerin kullanılamaz hale gelmesi büyük bir kötülüktür. Teknik detaylar ayrı bir yazı konusu olabilir.

Özcesi, havacılıkta gölgesini satmayacağı ağacı kesen kapitalizmin kuralları işliyor. Bir farkla: AKP, gölgesini sattığı ağacı da kesiyor. Ve kerestesini paraya dönüştürdükten sonra müşteriye yeni gölge için fidan satmayı teklif edecek kadar da pişkin! Milleti de aptal sanıyor!

Fena halde yanılıyor…

The post Havacılığın hafızası first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bir Anneler günü Yazısı… https://gazetekarinca.com/bir-anneler-gunu-yazisi/ Sun, 08 May 2022 13:10:52 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=209371 Kamu kurumlarının eğitim ve terfi sistemleri siyasi iktidarın etkisine açık hale geldikçe halktan, kamudan uzaklaşmaları ve iktidar partisinin örgütlerine dönüşmeleri kaçınılmaz. Yirmi yıllık AKP ve Erdoğan iktidarının başlangıçtaki “liberal” söylem ve icraatlarının giderek faşizan dil ve uygulamalara dönüşümü bu sürece paralel gelişti. AKP devletleşirken devlet, İslami kodlarla AKP’leşti. Görece kurumsallaşmış, kendi gelenek ve kuralları olan […]

The post Bir Anneler günü Yazısı… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kamu kurumlarının eğitim ve terfi sistemleri siyasi iktidarın etkisine açık hale geldikçe halktan, kamudan uzaklaşmaları ve iktidar partisinin örgütlerine dönüşmeleri kaçınılmaz. Yirmi yıllık AKP ve Erdoğan iktidarının başlangıçtaki “liberal” söylem ve icraatlarının giderek faşizan dil ve uygulamalara dönüşümü bu sürece paralel gelişti. AKP devletleşirken devlet, İslami kodlarla AKP’leşti. Görece kurumsallaşmış, kendi gelenek ve kuralları olan Asker ve Polis başta olmak üzere yargı, milli eğitim, yüksek öğretim kurumları giderek birer parti organına dönüştü. Zorluk çıkaran, engel olan Boğaziçi gibi hala süren direnişlerin yanında bu sürecin en kullanışlı unsurları, toplumda hazır bekleyen yükselme hırsıyla kendi değerlerini yitirmiş, çıkarlarına odaklı bürokrat, memur tayfasıdır dersek yanlış olmaz…

Güçlünün, iktidarın yanında olmayı marifet sayan, en azından karşısında konumlanmamaya özen gösteren çıkarcı bürokratlar cennetidir devlet çarkımız. Hicivlere, karikatürlere, romanlara konu olan halk dilinde her devrin adamı “Zübüklerin” filmleri “keyifle” izlenir o yüzden. Neyzen’i de bunlar hiciv ustası yapmıştır zaten.

“İşte bu zümre hukuk-ı vatanın müktesibi.
Bir düşün ki ne olur her birinin müntehibi,
Ötecekler bir ağaçta tüneyen karga gibi,
Bu sadadan nice har, vâkıf-ı elhan olacak!”         

İktidar önünde cübbesinin önünü elleriyle kavuşturan yüksek yargı üyelerinden, yerlere kadar eğilen sarıklı cübbeli generallere, el pençe divan duran rektörlerden, emniyet müdürlerine, valilere, kaymakamlara ve nihayet cezaevi müdürleri ve gardiyanlara kadar bu “hukuk-i vatanın müktesiplerinin” göze girmek için yapacaklarının sınırı yok. Sarayın hedef göstermesi veya amirlerinin buyrukları olmasa da durumdan vazife de çıkarabilirler. Son örneğini HDP Genel Merkez önündeki tertipte gördüğümüz “çivileme” yollu ölüm tehdidini hem de bir kadın vekile savuran memur, bunu emir kulu olduğu için yapmıyor. Emniyet terfilerinin yayınlandığı ilk listede adını yukarılara tırmanmış göreceğinizden kuşkunuz olmasın. Medya önünde kendini gösterme olanağı olmayanlar ise daha etkili uygulamalar yapmak zorunda. Diyarbakır Cezaevi Müdürü Esat Oktay Yıldıran’a özenen cezaevleri müdürleri veya yeni terfi ettiği Baş Gardiyanlıktan gözünü daha da yukarılara diktiği anlaşılan “Kebire Hanımlara” kadar işini tutsaklara işkence etmekten keyif almaya vardıranların listesi hayli uzun olurdu sanırım.

Erkek bakışıyla yetişmenin kalıntıları mı yoksa zulüm, esas olarak erkeklerin eylemesi olduğundan mıdır bilmem ama bir kadının zalimliği beni çok daha derinden yaralıyor. Bu ülkede kadınlar için her yer zindan. Ama hem kadın, hem de zindanda ve siyasi tutsak iseniz size zulmedenlerin de “kadın” olması, durumu çok daha zor bir hale getiriyor. Gardiyanları da çoğunlukla sadece işlerini yapan, aslında kendileri için de hiç hoş olmayan koşullarda çalışan emekçiler gibi düşünmek çok zorlaşıyor. Verilen her türlü emri yasalara uygun olup olmadığını sorgulamadan yerine getirmeye gönüllü hale gelen polis veya gardiyanların kadınlardan da olmasını bir türlü içime sinmiyor. Oysa askeri eğitimler gibi itaat esasında, emir komuta zincirine uyumlu “eğitilmiş” her kim olursa olsun vicdanını bir kenara fırlattığında fark etmeyecektir elbet. Hatta siyasi tutsakları düşman görecek kadar şartlanmış kişiliklerin, yaptığı işten keyif de aldıkları anlaşılıyor.

İzmir Aliağa Kadın Kapalı Cezaevinde 10 kişilik koğuşta 37 kadın tutsak kalıyor. Boş koğuş olmasına rağmen siyasi tutsaklara tahsis edilmemesini, üstüne üstlük koğuştaki insan sayısına göre değil de hala 10 kişiye yetecek kadar yemek verilmesini neyle izah edebilir, ekmek dahi yeterli olmuyorsa bunu nasıl tanımlayabilirsiniz?

Yıllardır birçok tutuklu ve hükümlü mektup arkadaşlarım oldu, hiç tanımadığım birçok insana mektuplar kartlar gönderdim, açık kapalı görüşlere gittim ve ilk defa bir arkadaşın yemekleri konu ettiğine, daha doğrusu buna mecbur kaldığına şahit oldum. Bu gerçekten yeni bir zulüm politikasıdır. Hasta siyasi tutsakların intiharlara ölüme sürüklenmelerinin yanında şimdi de resmen, devlet eliyle, açlığa mahkûm ediliyor. İktidar başka konulardaki hüsranlarının öcünü siyasi tutsaklardan bu yolla almaya çalışıyor.

Bugün anneler günü. Bence her kadın bir annedir. Çünkü kendi çocuğu olmasa da her kadının, mutlaka başka bir çocuğa analık, ana yarılığı yapmışlığı, başını göğsüne dayamışlığı vardır. Bu vesileyle zindanlardaki tüm kadın tutsakların ve evlatları bu koşullarda olan tüm anaların anneler gününü kutluyorum…

The post Bir Anneler günü Yazısı… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kötülüğün vebali sadece Saray’ın omuzlarında değil… https://gazetekarinca.com/kotulugun-vebali-sadece-sarayin-omuzlarinda-degil/ Fri, 22 Apr 2022 12:53:46 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=207980 Ukrayna işgali iki ayını tamamlarken savaş, korkunç sonuçlarının tümünü sergileyerek sürüyor. Rus ordusunun Ukrayna’yı haritadan silmeye odaklı zalimlikleri soykırım düzeyinde. Milyonlarca insan, evini, yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Göç yolları sadece kavruk, esmer, kara gözlü çocuklar için değil, beyaz, renkli gözlüler için de acı yüklü. Bu savaşın yansıması kötülükler de dünyanın hemen her yerinde yükseliyor. […]

The post Kötülüğün vebali sadece Saray’ın omuzlarında değil… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ukrayna işgali iki ayını tamamlarken savaş, korkunç sonuçlarının tümünü sergileyerek sürüyor. Rus ordusunun Ukrayna’yı haritadan silmeye odaklı zalimlikleri soykırım düzeyinde. Milyonlarca insan, evini, yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Göç yolları sadece kavruk, esmer, kara gözlü çocuklar için değil, beyaz, renkli gözlüler için de acı yüklü. Bu savaşın yansıması kötülükler de dünyanın hemen her yerinde yükseliyor. Devletler silahlanma yarışını artırıyor, kişi hakları, demokratik eğilimler raflara kalkıp, baskılar artıyor. Fırsatı ganimet bilen Putin benzeri diğer iktidarlar ise kendi “Donbaslarına” yöneliyor. İsrail Gazze’ye akınlar yaparken, Türkiye Kuzey Irak’a “Operasyon” başlattı. Pençe-Kilit adı verilen ve yüzlerce hava aracı, zırhlı birlikler ve binlerce askerin katıldığı harekatın düpedüz savaş olduğu ortada. Hem de Hulusi Akar’ın, denize kıyısı ve dolayısıyla donanması olmayan Zambiya ile yaptığı fıkra gibi “gemilerde personel mübadelesi ve karşılıklı liman ziyaretleri” anlaşması olmasaydı Fırat üzerinden muhriplerin de katılabileceği topyekûn bir savaş bu. Rusya’da bu işgale “savaş” denmesinin kanunla yasaklanıp 15 yıl gibi hapis cezalarının getirildiği gibi, bizde de savaşa “savaş” demek iktidarca “terör suçu” işlemekle bir tutuluyor…

Savaşın yarattığı dolaylı olumsuzluklar ise saymakla bitmez. Özellikle Rusya ve Ukrayna’dan fosil yakıt ithal eden ülkeler bu açığı kömürle kapamak üzere kolları sıvadılar. İklim krizi açısından öncelikli olarak kömüre veda edilmesi gereken bir noktada olan gezegenimiz için bu ayrı bir yazı konusu olacak kadar büyük bir felakete kapı açıyor.

AKP-MHP iktidarının Kuzey Irak’a başlattığı operasyon kuşkusuz ilk değil, ama daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar geniş boyutlu ve bölgede kalıcı olma niyeti sırıtıyor. Irak Cumhur Başkanı Berhem Salih bunu “Irak’ın egemenliğinin ihlali” olarak nitelerken, Amerika’nın Irak işgaline en etkin direnişi sergilemiş olan ve şimdiki parlamentoda en fazla sandalyeye sahip grubun lideri Mukteda es-Sadr “harekat devam ederse sessiz kalmayacaklarını” açıkladı. Çünkü bu sınır ötesi harekât uluslararası anlaşmalarda meşru sayılan “sıcak takip” tanımına hiç uymuyor. Hulusi Akar da bunun üzerine “Operasyonun Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde sürdüğünü” açıkladı! Yani harekât öncesinde defalarca Ankara’ya getirilerek iş birliği sağladıkları, Kürtlerin AKP’si KDP’nin Lideri Barzani’nin sessizliği yetmedi.

Irak sınırları içinde silahlı kuvvetlerin bütün unsurlarıyla, kilometrelerce ilerleyerek, yüzlerce köy ve kasabayı etkileyen, yeni göç dalgaları yaratan bir savaş ancak dünyanın dikkatinin Ukrayna’ya odaklı olduğu bir zamanda ve ülke içinde ana muhalefetin dümen suyuna girme garantisiyle yapılabilirdi. Kısa süre öncesinde bölgedeki aktörlerden ABD’nin Türkiye’ye F-16 vermenin önünü açması da NATO’nun onay ve desteği anlamına geliyordu. Rusya zaten kendi derdindeydi. Barzani aşireti ise kendi halkı önünde kaybettiği itibar ve sallanan iktidarını koruma refleksiyle ve özellikle Şengal Ezidilerini IŞİD eline terk eden teslimiyetçiliğinin devamı olarak güçlünün yanında olmayı seçmişti. Hatta eş zamanlı olarak PKK’nin bulunmadığı Şengal’e, Ezidi halkına saldırdı.

Türkiye’de ise savaşın boyutları tam olarak algılanmış değil ve Ukrayna işgaline gösterilen tepki kadar bile ses yok. İnsanların bu yorgun alışkanlık ve sessizlikleri iktidarı yüreklendiriyor. Ve kuşkusuz (kuşkusuz desem de aslında farklı bir tutum umudu beslediğimi fark ediyorum!) yine en önemli destek CHP liderinden geldi. Kemal Kılıçdaroğlu, AKP-MHP iktidarıyla orduyu ayrı tuttuğu izlenimi vermeye çalışan ve sanki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu savaşa kendi inisiyatifiyle giriştiği yanılsamasıyla, başarı dileklerini sundu. Kötü yönetimiyle her konuda ülkeyi çöküşe sürükleyen iktidar, konu Kürtlere karşı savaş olduğunda doğru yapıyordu!

AKP-MHP Saray rejimi 2015 yılından beri her sıkıştığında savaş kozunu oynuyor. Halkın ekonomik sıkıntılar içinde geçim derdine düştüğü, bir avuç çıkarcı ve İslami reflekslerle iktidara yapışmış çevre dışında artık desteğinin kalmadığı bu dönemden, yine milliyetçi rüzgarlarla çıkacağı umudundadır. Bu çizginin uzun vadede ülkeye ödeteceği bedelin boyutları bugüne kadar ödenenlerle kıyaslanamayacak kadar büyük olacağı ise kesin. Ve bu kötülüğün vebali sadece Saray’ın omuzlarında değil…

The post Kötülüğün vebali sadece Saray’ın omuzlarında değil… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Sivil havacılık, Pegasus ve sendika hakkı https://gazetekarinca.com/sivil-havacilik-pegasus-ve-sendika-hakki/ Wed, 06 Apr 2022 05:00:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205774 Pegasus Havayolları işçileri, 2021 ilk aylarından itibaren DİSK’e bağlı Nakliyat İş sendikasına üye olmaya başladılar. Şirkette kime dokunsanız bin ah işitildiğinden sendikaya duyulan ihtiyaç son yıllarda elle tutulur gözle görülür haldeydi, o nedenle özellikle havaalanı içinde, yolcu hizmetleri bölümlerinde çalışan önemli sayıda işçi sendikaya üye oldu. Nakliyat-İş, diğer çoğu sendikanın aksine işçi parasıyla makam arabalarında, […]

The post Sivil havacılık, Pegasus ve sendika hakkı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Pegasus Havayolları işçileri, 2021 ilk aylarından itibaren DİSK’e bağlı Nakliyat İş sendikasına üye olmaya başladılar. Şirkette kime dokunsanız bin ah işitildiğinden sendikaya duyulan ihtiyaç son yıllarda elle tutulur gözle görülür haldeydi, o nedenle özellikle havaalanı içinde, yolcu hizmetleri bölümlerinde çalışan önemli sayıda işçi sendikaya üye oldu. Nakliyat-İş, diğer çoğu sendikanın aksine işçi parasıyla makam arabalarında, lüks otellerde boy gösterenler gibi değildi, güven veriyordu. Kabin memurları ve diğer bölümlerden ilgi ve üyelik yükseliyordu. Tabi bu anayasal hakkın işçilerce kullanılması Pegasus Patronlarının hiç hoşuna gitmedi.

Kendisine “Altın Makas!” denmesinden övünçle bahseden, adeta işçi düşmanı olmakla övünen CEO Mehmet Nane ve onun dalkavukları, sendikalaşmayı engellemek için hemen harekete geçtiler. Pandemi ve kış dönemlerinde sık sık uyguladıkları “ücretsiz izinlerle” de yetinmeyip, 80’i sendika üyesi 106 işçiyi işten attılar. İşçi kıyımını, sendikaya üye oldukları için değil “performans düşüklüğü” ve benzeri kem kümlerle açıklamaya çalışarak komik de oldular. Şimdi yalanları ve M. Nane’nin o, “demokrat,” hatta kadın işçi istihdamına öncelik veren maskesi ardındaki asıl yüzü mahkemece de onanmış oldu. İşçiler, açtıkları işe iade davasını, hem de “sendikaya üye oldukları için” işten atıldıklarını da ispatlayarak kazandılar. Bu zafer sadece işlerini kaybeden değil bütün işçiler için çok önemli bir içtihat ve kazanım. Öncelikle başta dayanışmayı ve mücadeleyi bırakmayan işçiler ve avukatları olmak üzere emeği geçen herkesi alkışlıyoruz…

Bu arada Pagasus CEO’su M. Nane, (IATA) Uluslararası Hava Taşımacıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanlığına seçildi. Seçimi yapan işçiler değil kuşkusuz! Aslında bu tür başkanlıklar sembolik makamlar olduğundan kulis faaliyetiyle, mason dayanışmalarıyla, yukardan kararlarla dağıtılıyor. Sivil havacılık patronları birbirlerine sık sık böyle “ödüller” sunuyorlar. Çoğunlukla uçak alımlarına bağlı olarak, Airbus veya Boeing gibi tekeller, karlı uçak alımlarının imzacılarını ödüllendirip sırtlarını sıvazlıyorlar. Uçak alımlarında, şirket yönetim kurullarına verilen “komisyonlar” (“meşru rüşvet” de denebilir) da böyle. Çoğunlukla yeni anlaşmalar bağlayabilecek ilişkiler böyle kuruluyor. Türk Hava Yolları (THY) ve diğer özel şirketlerin uçaktaki ikramlar gibi konularda ödül haberlerini sık sık duyarız. Şirket yöneticileri veya yardımcıları “En başarılı” sıfatıyla başlayan ve hemen hepsi havacılıkla aslında hiç de ilgisi olmayan alanlarda ödüller alır. Ama ülkemiz kaza riski ve sigorta primleri en yüksek ülkelerden biri olmaktan kurtulamaz bir türlü! Dolayısıyla uçuş emniyeti veya personel memnuniyetiyle ölçülen ödüller bizim ülkemizdeki şirketlere hiç uğramaz! İşçilerinin örgütlenme hakkına saygı, çalışma ve dinlenme sürelerine kümülatif yorgunluğu önleyecek şekilde özen gösterme, dolayısıyla uçuş emniyetini artıran konularda ödül alan bir insan kaynakları veya ekip planlama bölüm başkanına daha rastlayamadık. Sivil Havacılığımızda toplu sözleşme yapılabilen tek şirket THY’dir ve oradaki sendikanın da rengi sapsarıdır ne yazık ki!

Oysa havacılık, takım çalışması gerektiren ve iş güvencesinin çok önemli olduğu iş kollarından biri. Yani, genel müdüründen kaptanına, kabin memurundan, yüklemecesine kadar her kademede samimi bir iş birliği gerekiyor. Ve bu zincir, en zayıf halkası kadar kuvvetli oluyor. Havacılık kültürüyle yoğrulmuş iş yerinde huzurlu elemanlarla çalışan ve 40-50 yıldır tek kaza yapmayan şirketler böyle var oluyor. Bu yüzden Avrupa’da, toplu sözleşmeli çalışma düzeninin olmadığı şirket yok gibidir. Çünkü ancak örgütlü ve toplu pazarlık hakkına, iş güvencesine sahip işçiler, korkusuzca mesleki önceliklerini gözetebilir ve emniyetten taviz vermezler. Aksi halde, işten atılma korkusuyla her türlü kuralsızlığa boyun eğilerek uçuş emniyeti kolaylıkla riske atılabilir. Sendika üyesi olmak bu anlamda anayasal bir hak olmanın yanında uçuş emniyetine katkıdır.

Şimdi Nakliyat İş ve davayı kazanan işçilerin sorumluluğu arttı. Önlerinde iki önemli iş var. Öncelikle bu mahkeme kararını havacılığın evrensel dili İngilizceye çevirip sınıf dayanışmasının gereği olarak IATA çalışanlarını, yeni “Başkanlarını” tanıtan bir mektup göndererek uyarmaları gerek. Belli mi olur Mehmet Nane, yönetim kurulu başkanlık koltuğuna oturur oturmaz çok öğündüğü “Altın Makasını” eline alarak, IATA yönetim binasında tek başına kalmak pahasına sendika üyesi herkesi işten atmaya kalkabilir. Hatta mektuba, işçileri yalandan şirkete kahvaltıya davet ederek atıldıklarını tebliğ etmek gibi “kibar yollar” da izlediğini, kimi kaptanları kabin memurlarını istifa ettirmek için uyguladıkları mobbingin belgelerini eklemeliler. Bu daha önce hiç kazası olmayan Pegasus’un, Nane geldikten sonra neden 2 büyük kaza yaptığını da açıklayabilir!

İkinci önemli iş ise Pegasus’ta toplu sözleşme yetkisini mutlaka elde etmektir. Bu da ülkemizde sendikalaşmanın önündeki engeller ve patronlara tanınan ayrıcalıklar düşünüldüğünde kuşkusuz sabırlı ve uzun soluklu bir mücadele gerektiriyor. Bu kararlılığı gösteren Nakliyat İş ve birlikteliklerini sürdüren işçilerin yanında olmak da bizlere ve havayoluyla seyahat eden herkese düşüyor.

The post Sivil havacılık, Pegasus ve sendika hakkı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Cehennem çukurları https://gazetekarinca.com/cehennem-cukurlari/ Tue, 29 Mar 2022 11:44:02 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=205041 Yatağan, Milas, Ören, Bodrum yöresi, güzelim Gökova Körfezi’nin kuzey kıyılarında, Anadolu’nun batıya doğru uzanmış yüzü. Kızılçam ormanları, zeytin, incir, keçiboynuzu ve her çeşit meyve ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir cennet. Bu mevsimde ağaçların altlarında anemonlar, mavi papatyalar açmış, kekik ve envai çeşit şifalı otlarla kaplı verimli topraklarda tarım ve hayvancılıkla uğraşan köyler var. Sahiller ise turizmin […]

The post Cehennem çukurları first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Yatağan, Milas, Ören, Bodrum yöresi, güzelim Gökova Körfezi’nin kuzey kıyılarında, Anadolu’nun batıya doğru uzanmış yüzü. Kızılçam ormanları, zeytin, incir, keçiboynuzu ve her çeşit meyve ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir cennet. Bu mevsimde ağaçların altlarında anemonlar, mavi papatyalar açmış, kekik ve envai çeşit şifalı otlarla kaplı verimli topraklarda tarım ve hayvancılıkla uğraşan köyler var. Sahiller ise turizmin merkezi…

Ege’nin pırıl pırıl, çalışkan güzel insanlarının yurtları 40 yıl önce Yatağan’a kurulan termik santralle değişmeye başladı. Yatağan’ı, Ören’in hemen dibine kurulan Kemerköy ve onun 10 km kadar kuzeyindeki Yeniköy Santralları izledi. Bu santrallerin yakacağı kömürün çıkarılması için kilometrelerce karelik alanlarda ağaçlar köyler yok edildi. Bitki örtüsü sıyrılarak çıkarılan, sobaya atılsa yanmayan, henüz tam olarak kömürleşmemiş kaya parçaları, bazı işlemlerden de geçirildikten sonra ancak yakılarak elektrik üretiliyor. Kömür havzalarındaki onlarca köyün yok olmasının yanında bu üç santral, çevrelerine ve bütün bölgeye ölüm saçıyor.

Tek başına Yatağan santralı günde 40 bin ton kömür yakıyor. Havaya salınan zehirli gazların yanında bir de bunun külleri var elbet. Arazide oluşan kül dağları yağmur ve oksijenle buluşup daha da tehlikeli kimyasal reaksiyonlarla yer altı sularını ve solunan havayı zehirliyor. Başta çocuklar olmak üzere, yöre köylüleri astım bronşit ve kanserle savaşıyor. Binlerce insan bu hastalıklardan yaşamını yitirdi.

‘İkizköy direniyor’

Milas’tan Örene giden yol üzerinde kurulan Yeniköy Termik Santralinin 17 km’lik kömür havzasının gelip dayandığı yer İkizköy. Toprakları, ederinin çok altında gasp edilmiş, göçe zorlanmış, yoksullaşmış köylerden sadece biri. Geçen yaz bölgede çıkan orman yangınları sırasında, burada bir yangın olmamasına ve santrale uzaklığına rağmen, maden sahasını genişletmek isteyen fırsatçılar, ellerinde motorlu testerelerle köyün dibindeki Akbelen ormanının ağaçlarını kesmeye kalktılar. Köylüler yetişip durduruncaya kadar 150 kadar çam ne yazık ki katledildi. Böylece “Akbelen Ormanı’nı Vermeyeceğiz” diyerek başlatılan nöbet 260 gündür sürüyor. İkizköy’ün güzel insanları her akşam sırayla nöbet çadırına sıcak yemek taşıyor. Kamp ateşinin etrafında toplantılar, söyleşiler düzenleniyor. Artık bir okula dönüşen bu nöbet yerinde geçen hafta sonu büyük bir buluşma gerçekleşti. Buluşmanın büyüklüğü, katılanların sayısından çok niteliklerinde. Daha önce İkizköylülerin yaşadığı sürecin aynısı şimdi Denizli Avdan yöresinde tekrarlanmak isteniyor. Köylüler, arazilerini satmaya zorlanırken “Zorunlu Kamulaştırma” gündemde. Bu yüzden Avdanlılar, yaşananları ilk ağızdan dinlemek ve santrallerin açtığı (Yatağanlıların deyimiyle) “Cehennem Çukurlarını” görmek için ziyarete geldiler.

Sabah erken saatlerde tepsilerle evlerde yapılmış börekler, ikramlar, nöbet yerine taşındı, ayranlar çalındı, çaylar demlendi. Otobüsten inenler alkışlarla sımsıcak karşılandı. Soluklanmanın ardından çadıra asılan harita üzerinde önce, bölgenin gönüllü koruyucu meleği Çevre Mühendisi Deniz Gümüşel bilgiler verdi. Kurdukları derneği ve mücadelelerini köylülerin kendileri anlattı. Emekli öğretmen Hasan Yorulmaz, Mehmet Oğultürk, KARDOK Dernek Başkanı Necla Işık, köy azaları Celal Çoban, Halil İbrahim Demir söz alıp bir bir anlattılar. Zeytinlerini kesmek zorunda kalışını anlatırken Melahat ablanın (Çulha) gözlerindeki buğu fark ediliyordu. Topraklarına el koymak için Ocak ayında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılan acele kamulaştırmayı zaten yargıya taşıyan Avdan köylüleri kilometrelerce uzanan tahribatı yerinde görüp başlarına gelen felakete karşı başka neler yapılabileceğini dinlediler, düşündüler…

Sohbete noktayı, Denizlili eski bir muhtar olan Hasan Amca, aşağıdaki kısa videodaki gibi koydu:

Emperyalizm açık bir şekilde alamadığı toprakları yerli işbirlikçileri sayesinde işgal eder. Şu andaki uygulama kapitalizmin, emperyalizmin işbirlikçi faşist yöneticileri tarafından bu topraklara göz dikilmesidir. Fakat biz topraklarımızı hiçbir zaman vermeyiz!

AYDEM’in tehdidi…

Yatağan Santrali ziyaretin son durağıydı. Üretilen elektriği satıp kar elde eden şirket AYDEM’in bu buluşmadan hemen önce “eğer yeni kömür havzaları yaratılmazsa Ege’nin elektriksiz kalabileceğine dair tehdit içeren açıklamasının ne menem bir yalan olduğunu burada Deniz Gümüşel’den dinledikten sonra Avdan köylüleri daha kararlı ayrıldılar. Otobüslerine doğru yürürken kulağıma çalınan sohbet her şeyin özetiydi:

Hem zorla toprağımızı alceklee, köyleri ağaçları yok etceklee, ortalık cehenneme döncek, soona da al sana elektrik diye fahiş fiyattan bize satceklee…!

Kervan…

Ülkenin en önemli mücadele alanlarından biri kuşkusuz ekoloji mücadelesi. İktidarın, çeteleriyle birlikte doğaya, zeytinimize, derelerimize, temiz havamıza, suyumuza, ormanlarımıza açtığı savaşta artık bıçak kemiğe dayandı. COP 26 zirvesinde 2030 yılına kadar kömürden vaz geçmeyi taahhüt eden 46 ülke arasında Türkiye yok. İklim krizine karşı acil önlemler gerekirken süren bu aymazlığa karşı mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Nisan ayında yerellerden başlayan bir “Kervan” uluslararası eylemlerle eş zamanlı olarak yola çıkacak. Özellikle, en acil konu olan kömürle çalışan termik santrallere dikkat çekmek üzere Çanakkale bölgesinde bir buluşma daha gerçekleşecek. Temel sloganı: “Kar Değil İnsan!.” Olan bu kervana herkesin kendi kentinden, köyünden, mahallesinde, sokağından katacağı bir şeyleri olmalı…

The post Cehennem çukurları first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ne değişikliği? https://gazetekarinca.com/ne-degisikligi/ Mon, 21 Mar 2022 06:48:04 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=204146 Bahadır Altan Erdoğan’ın 20 yıldır iktidarını sürdürebilmesi büyük ölçüde kendisine karşı olan grupları birbirine düşürmede, kimi zaman bazılarını yanına çekmede, en azından sessiz kalmalarını sağlamadaki maharetinde yatıyor. Hasımları arasındaki çelişkiler devletin olanaklarıyla birlikte Erdoğan’ın elinde elverişli bir silaha dönüşüyor. Kürt hareketine yönelik soruşturmalar ve tutuklamalarda Ergenekon tayfasını yanına alırken, sonrasında Fethullahçılarla birlikte onları hedef aldı. […]

The post Ne değişikliği? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Erdoğan’ın 20 yıldır iktidarını sürdürebilmesi büyük ölçüde kendisine karşı olan grupları birbirine düşürmede, kimi zaman bazılarını yanına çekmede, en azından sessiz kalmalarını sağlamadaki maharetinde yatıyor. Hasımları arasındaki çelişkiler devletin olanaklarıyla birlikte Erdoğan’ın elinde elverişli bir silaha dönüşüyor. Kürt hareketine yönelik soruşturmalar ve tutuklamalarda Ergenekon tayfasını yanına alırken, sonrasında Fethullahçılarla birlikte onları hedef aldı. Daha sonra, bu kez Fethullah Cemaatine yöneldiğinde ise Ergenekon’la yeniden kol kola girdi. Hiçbir zaman hasımlarının tamamına birden yönelmedi. Bu operasyonlara “nasıl olsa bana değil Kürtlere, bana değil askerlere, bana değil Cemaate” şeklinde, “yesinler birbirlerini” mantığıyla bakanlar büyük resmi hiç göremediler.

Erdoğan ve Bahçeli’nin birbirlerine ağza alınmayacak sözler söylerken, şimdi kucak kucağa olmaları böyle bir “kıvraklık” örneği. “Siyaset böyle bir şeydir!” sözü, pişkinlikte ve iktidar hırsında sınır tanımayanların üretip sarıldığı iğrenç bir yalandır. Bu olsa olsa, dün söylediğinin bugün tersini yapacak kadar alçalabilenlerin bahanesi. Siyaset böyle bir şey değil.

AKP’nin açıkladığı seçim kanunu teklifine bu pencereden bakalım. MHP dışında hiçbir ortağı olmayan AKP, yasanın bu halinin Millet İttifakı’nın işine yarayacağını hesaplayıp bir önceki yasaya geri dönmeyi hem de haksızlığı giderme gerekçesiyle sunabiliyor. Barajın yüzde 7’ye indirilmesi de öyle. Bunu, son dakikada daha da aşağıya, örneğin yüzde 5’e de çekebilirler, çünkü MHP’nin yüzde 7 oy alması zor görülüyor. Bu değişikliğin gerekçesi ise pişkinliğin sınırlarını zorluyor: “… böylelikle daha fazla partinin ve fikrin yasama organında temsil edilebilir olması amaçlanmıştır!” Breh breh, şu “katılımcı demokratlığa” bakar mısınız? Sanki yüzde 13 oy almış HDP’yi kapatmaya çalışan kendileri değil de “dış güçler”!

Erdoğan’ın “HDP’siz bir seçim” istediği biliniyordu zaten. Yasa teklifiyle bu resmiyet kazanmış oldu sadece. Seçimlere katılmak için mecliste grubu olma yeterliliğinin kaldırılmasının amacı budur örneğin. Olur da HDP milletvekilleri başka bir partiye geçip grup kurarsa bütün çaba boşa gider çünkü. Muhalefet, Millet İttifakı ise, yasanın matematiğiyle oyalanırken bu konuya pek dokunmak niyetinde görünmüyor. Savaş teskerelerine, dokunulmazlıklara evet oyu vererek iktidarı bizzat kendilerinin yüreklendirdiklerinin de farkındalar aslında. Hatta siyaseti başta söz ettiğim gibi algılayanlardan, HDP devre dışı kalırsa bunun kendi işlerine geleceğini bile düşünenler olduğu kesindir.

Bu yazı, İzmir Gündoğdu Meydanında kutlanan Newrozun hemen ardından yazıldı. Deniz Poyraz’ın kentinin partilerine nasıl sahip çıktığını yakından gözlemleme şansım oldu. Başta AKP olmak üzere HDP üzerinden hesap yapan partilerin dünkü Newroz meydanlarını dolduran kitleleri iyi gözlemelerini öneririm. Çünkü Newroz ateşi, tahmin ettiklerinden çok daha büyük bir volkanı çağrıştırıyor.

“HDP, seçimlere katılmanın bir yolunu mutlaka bulur” gibi bir yaklaşım da gerçekçi değildir. Evet, en politik tabana ve kararlı, cesur kadrolara sahip partidir HDP. Özellikle son seçimde, sandıkları belli merkezlere alıp Kürt seçmenleri kilometrelerce yürümek zorunda bırakmalarına rağmen, güvenlik güçlerinin “evinizden çıkarsanız vururuz” tehditleri altında, tam anlamıyla “ölümü göze alarak” anayasal haklarına sahip çıkan bir tabanı vardır. HDP sandık görevlileri, çoğu bölgede, diğer partilerin de oylarının bekçileri olmuşlardır. Kapatılsa dahi, en azından bu tabanın hakkı için mutlaka bir yolunu bulup seçimlere katılacaktır. Ayrıca sadece seçime endeksli bir mücadele de yürütmediği ortadadır. Ama sorun HDP’nin seçimlere katılması sorunu olmaktan çok daha fazlası ve bütün siyasi partilerin ve parlamenter demokrasinin sorunudur. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi kararı da sadece HDP’nin kapatılıp kapatılmaması değil, ülkede yapılacak en adaletsiz, en anti demokrat seçimin önünü açıp açmama kararı olacaktır.

Öte yandan, yasa teklifinde pek tartışılmayan bence en önemli değişiklik ise 11. Maddeyle yapılıyor. Gerekçesinde ise sadece “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle uyum düzenlemesi!” yazıyor. Oysa, o zaman “Başbakan” sözcüğü yerine, yürütmenin başı olarak “Cumhurbaşkanının” yazılması gerekirken, sadece “Bakanlara Kısıtlamalar” getirilmesi, daha önce pratikte zaten uygulanmayan, seçimlerde devlet olanaklarının iktidar partisince sınırsız kullanımı artık yasallaşıyor!

Bu teklif hayata geçtiğinde Cumhurbaşkanı (CB) ve AKP Genel Başkanı, seçim kampanyasında, devletin bütün olanaklarını istediği gibi, hem de artık yasal bir engel olmadan kullanma hakkını elde ediyor. Yani seçim döneminde Atatürk Havalimanı, VIP uçaklarıyla birlikte 16’yı bulan filosuyla “AKP Seçim Üssü” olacaktır. Maliyenin de CB’nın emriyle AKP kampanyası için keyfi olarak kullanılacağına emin olabiliriz.

AKP, çöküşünün farkında ve dikta rejimini tahkim etmeye çalışıyor. Millet ittifakını oluşturan partiler ise 2015 yılından bu yana bu iktidarın uyguladığı hukuksuzlukları, seçim hilelerini, halkın iradesini yok sayan kayyumları unutmuşa benziyor ve nasıl olsa seçimden kaçamayıp sandığa gidecekler ve biz de iktidara geleceğiz rüyasındadır. Bu rehavet onları önlerine atılan yeni seçim yasasını didikleyerek sonuçlar çıkarmaya ve sandığı beklemek dışında hiçbir şey yapmamaya sevk ediyor. Umut ise, boyun eğmeyen hekimlerde, direnen işçi ve emekçilerde, bugün Newroz meydanlarını dolduran kitlelerdedir…

The post Ne değişikliği? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hekimler ve pilotlar https://gazetekarinca.com/hekimler-ve-pilotlar/ Sat, 12 Mar 2022 16:16:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=203205 Bahadır Altan Hekimliği, belki de biraz kendime pay çıkartarak, sivil havacılıktaki pilotluğa benzettim hep. Daha çok da kazalardaki yaklaşımları eleştirirken verdiğim bir örnekle açıklamaya çalışayım… Bir cerrah, hastasını tedavi etmek için zor bir ameliyat yapmak durumunda kalsa; yani kısıtlı olanaklarla ücra bir kasabada ama ameliyatı yapmazsa hastanın yaşamını yitireceği bir durumda bu kararı verse. Bu […]

The post Hekimler ve pilotlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Hekimliği, belki de biraz kendime pay çıkartarak, sivil havacılıktaki pilotluğa benzettim hep. Daha çok da kazalardaki yaklaşımları eleştirirken verdiğim bir örnekle açıklamaya çalışayım…

Bir cerrah, hastasını tedavi etmek için zor bir ameliyat yapmak durumunda kalsa; yani kısıtlı olanaklarla ücra bir kasabada ama ameliyatı yapmazsa hastanın yaşamını yitireceği bir durumda bu kararı verse. Bu durum bir pilotun çok kötü hava ve meydan koşullarında yakıtının az kaldığı bir zamanda, inişe mecbur kalması gibi bir durumdur. Havada bekleme veya yedek meydana gitme olanağınızın kalmadığı bir anda inişe karar verme gibi bir zorunluluk düşününüz. İnişi başarır veya hastayı kurtarırsanız sorun yok, ama işler ters gider, kaza olur veya hastayı kaybederseniz tek sorumlu siz olursunuz.

Hasta yaşamını kaybederse kimse anestezi koşullarını, ameliyathanenin sterilliğini, alet edevatın eksikliğini düşünmez ve sizi yargılamaya başlar. Pegasus’un Sabiha Gökçen’de pisten çıkıp, orada olmaması gereken uçuruma yuvarlandığı ve 3 insanın yaşamını yitirdiği kazasında Kaptanın tutuklanması gibi. Savcı, sadece bir suçlu arayıp içeri tıkmayı seçmiş, arka rüzgarla inişe zorlanan uçağın 10 dakika önce havada yıldırım çarpmasını, pistin durumunu, o uçurumun orada neden var olduğunu, kamu adına denetim görevini yapması gerekenlerin ihmallerini ve daha bir sürü kazayı hazırlayan etkeni sorgulamadan, Kaptanın üzerine çullanmıştı. Yargılama henüz başlayamadı bile, ama kaptan aldığı yaralar ve belindeki kırıklarla bir süre cezaevinde yattı, ailesi acılar çekti.

Hastasını kurtaramayan hekime dönersek, orada da savcı bu doktorun yetkisi olup olmadığından başlayarak en küçük hatalara varıncaya kadar bir sürü nedenle cerrahı suçlayacaktır. Hasta yakınlarının doktoru linç etme olasılığı da epeyce yüksek elbet! Hekim, bu ameliyata cesaret etmeseydi hastanın yaşamını yitireceğiyle de kimse ilgilenmeden yargılayıp infaz edilecektir. Kamuoyu da bunu yapıyor. Bütünsel perspektiften yoksun, sadece bir suçlu arıyor. Bu suçlu da her zaman ya pilot ya da cerrah oluyor…

Hekimliğin pilotluktan en büyük farkı ise meslek olarak yaşıdır. Pilotluk, hekimliğin yanında dünkü çocuk gibi. Havacılık daha önceleri başlasa da sivil hava yolu pilotluğu meslek grubu olarak son 50 yıllık süreçte ortaya çıktı. Mesleki kuralları olsa da yerleşmemiş, esnemeye açık, bir Hipokrat Yemini bile yok! Oysa hekimliğin tarihi çok gerilere dayanıyor. İlk tabip odaları daha 1800’lü yıllarda kurulmuş, meslek etiği ilkeleri kurumsallaşmış. O yüzden bizler sivil havacılığın şoförleri gibi kalırken onlar kendi alanlarında ülkenin sağlık politikalarında söz sahibiler. Henüz Ulaştırma Bakanı olmuş bir pilot yok ama AKP’nin bile Sağlık Bakanı en azından bir “hekim” oluyor değil mi?

Şimdilerde benzerliklerimize bir yenisi daha eklendi. Her iki meslek grubundan, nitelikli, deneyimli insanlar ne yazık ki ülkeyi terk ediyorlar! Henüz Erdoğan pilotları kovmaya başlamadı ama hekimleri uzun süredir hedef alıyor.

Bunun çeşitli nedenleri var. Öncelikle sağlıkçılar, evrensel bilime dayanıyor, üfürükçülerle dualarla şifa dağıtmıyorlar. Pilotlar da en modern teknolojiyle iş yaptıklarından burada benziyoruz. Ama asıl iki neden var ki utanarak söyleyeyim bizler hekimlerin yanına bile yaklaşacak durumda değiliz.

Pilotların aksine Hekimler örgütlüler. Şimdi bir anket yapılsa Türk Tabipler Birliği (TTB), üyelerinin ve toplumun en çok güvendiği meslek örgütü çıkacaktır. Son iki yılda iktidarın gerçekleri saklayan riyakarlığına kalsaydık pandemide şimdikinden çok daha kötü durumlara düşeceğimiz kesindir. TTB olmasaydı ne gerçeklere, ne sağlıklı aşılara, ne uyarıcı önlemlere kavuşabilirdik. Bu uyarılar Sağlık Bakanının pandemiyi bitti ilan eden tutumu nedeniyle şimdi çok daha kıymetli.

Diğer farkımız ise, pilotların aksine hekimler, işini, parasını kaybetme endişesiyle susmuyor. Bunda aldıkları ücretin bizimkilerin onda biri olmasının da payı vardır elbet ama asıl neden gerçekleri kamuya açıklamayı bir mesleki sorumluluk olarak görüyorlar.

İşte bu yüzden iktidarın hedefindeler. Erdoğan’ın onları hedef alan her sözünden sonra durumdan vazife çıkaran hasta veya yakınları onlara saldırıp darp ediyor. “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dediği için hapse atılan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu gibi TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı da tutuklanmalara baskılara rağmen mücadeleye devam ediyor.

Onların şahsında bütün hekimlerimizin görevlerinde de, grevlerinde de sonuna kadar yanlarında olmak boynumuzun borcudur. Gidecek olan hekimler değil iktidarın ta kendisidir.

The post Hekimler ve pilotlar first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Savaşı topraklarımıza sokmamanın yolu… https://gazetekarinca.com/savasi-topraklarimiza-sokmamanin-yolu/ Sun, 06 Mar 2022 09:47:05 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=202012 Rusya’da halk, Putin’in Ukrayna işgalini daha ilk günden beri onaylamadı. Toplumun sadece yüzde 12’si saldırıyı haklı bulup desteklerken ezici çoğunluk savaşa karşı. Putin gibi, bütün medyayı elinde tutan, muhalefetin sesini tümüyle yok eden bir diktatörün ülkesinde bile mızrak çuvala sığmıyor. Halk, öyle savaşın yaşamına getirdiği ekonomik yükü gördükten sonra da değil, daha ilk günden beri […]

The post Savaşı topraklarımıza sokmamanın yolu… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Rusya’da halk, Putin’in Ukrayna işgalini daha ilk günden beri onaylamadı. Toplumun sadece yüzde 12’si saldırıyı haklı bulup desteklerken ezici çoğunluk savaşa karşı. Putin gibi, bütün medyayı elinde tutan, muhalefetin sesini tümüyle yok eden bir diktatörün ülkesinde bile mızrak çuvala sığmıyor. Halk, öyle savaşın yaşamına getirdiği ekonomik yükü gördükten sonra da değil, daha ilk günden beri Putin’in girdiği kanlı yolun faturasının kendisine çıkacağının farkında. Bizden farklı olarak, korkup, sinip, sessiz de kalmıyor. En küçük bir protestonun bile polis şiddetinin en sertiyle karşılaştığı Moskova’da bile, haklı olmanın öz güveniyle sokaklarda sesini yükseltiyor.

Bu gösterilerin sembolü haline gelen Yelena Osipova, daha bebekken Nazilerin 2,5 yıl süren ve 800 bin insanın yaşamını yitirdiği Leningrad kuşatmasını yaşamış 77 yaşında bir zeytin ağacı. Nükleer silahlar ve savaş karşıtı eylemlerinden dolayı defalarca tutuklanmış bu kadın, kendi elleriyle hazırladığı pankartlarda “Nükleer silahlar eş zamanlı olarak yok edilsin” talebini dile getiriyor. Ukrayna için sokağa çıktığı St Petersburg kentinde 2 Mart’ta gözaltına alınırken taşıdıklarında ise “Bu savaşa gitme oğul!” diyor.  

Yelena Nine, bizim, 22 yıldır barış isteyen veya 884 haftadır evlatlarını arayan cumartesi annelerimizden biri aslında. Galatasaray’da, İstiklal Caddesi’nde, Diyarbakır’da polisin yerlerde sürüklediği, tekmelediği, “beyaz tülbentlerine çamurlar bulaştırılan” ama yine de barıştan ve adaletten umudunu kesmeyen analarımızdan sadece biri.

Şimdi ülkemizde birçok insan “biz toplum olarak ne zaman bu kadar duygularımızdan, değerlerimizden sıyrıldık?” diye düşünüyor. Hemen yanı başımızdaki ateş, kadınları, çocukları, çocuk yaşta genç askerleri yakarken, şehirler bombalanıp halk göçe zorlanırken, “Ukraynalı kadınlar üzerinden alçakça espriler nasıl yapılabilir?” diye soruyor. Rus halkı, hem de kendi ordusu savaştayken sokağa çıkıp, “Savaşa Hayır” derken, bizde neden cılız basın açıklamaları dışında çıt çıkmıyor? Bu soruları sorabilenler aslında yanıtını da biliyor.

Daha dün Diyarbakır Sur mahallesi tanklarla yıkılırken, Cizre bodrumlarında çocuklar yakılırken, beyaz tülbendiyle Taybet ananın cenazesi sokak ortasında 7 gün yatarken sessiz kalarak yitirdik insanlığımızı. O yüzden Ukrayna’da paletler arasında kalan otomobil kadar canımızı yakmadı zırhlı araçların çarptığı Kürt  çocuklarının ezilen bisikletleri.

Bu gerçeği kabul etmeden söylenen her şey boş. O nedenle “Oyum AKP ye yaramasın” diyerek (belki de sadece kadın olduğu için) oy verdiğimiz Aydın Belediye Başkanı’nın, Afrin’de başka halkların tepesine düşecek bombalara ismini yazdırdığını ve aynı zamanda CHP kurultayına divan başkanı yapılmasını duyunca şaşırıyoruz hala! Muhalefet partilerinin bir araya gelip ittifak yapmalarına umutlananlarımız oluyor. Sonra bunların içindeki tek kadın başkanın Rusya’ya savaş ilan edercesine hamasetine, NATO ve ABD’ye şirinlik gösterilerine de hayret ediyoruz belki!

Ekranlarda uzmanlıkları kendinden menkul, askeri ve siyasi yorumcular, siyasetçiler, derin analizlerle büyük laflar ediyorlar. “Anti emperyalizm” sözü, hem Rusya’yı alkışlayanların hem de ona karşı olanların dilinden düşmüyor. Bu “emperyalistlere” kendi ülkelerindeki sorunlara burnunu sokma fırsatı veren, adeta yabancı orduları yurtlarına davet eden diktatörleri görmeden emperyalizm karşıtlığı olabilir mi? Esad’ın, Saddam’ın, ülkelerindeki halkları, anadillerini yok sayan, demokratik taleplerini zorbalıkla, yer yer kimyasal silahlarla, soykırımla bastırmaya kalkan tutumlarının bu “emperyalizmi” davet ettiği, fırsat verdiği gerçeği görülmeden söylenen her söz boşa düşer. Ülkelerindeki sorunları demokratik, barışçı yollardan çözen, dolayısıyla kendi halkına dayanan bir devlete yabancı ordular hangi gerekçeyle saldırabilir? Rusya’ya işgal bahanesini sunan Zelenski’nin, batının gazı ve iktidar sarhoşluğuyla Rusçayı yasaklamaya varan despotizmi değil midir?

Erdoğan’ın, iktidarını dayandırdığı, sorunları derinleştirip toplumu kutuplara ayıran, gerilimden beslenen siyaseti, sınırlarımız dışında (“Emperyalizmin” izni ve teşvikiyle) her fırsatta askeri operasyonlara girişen saldırganlıkları engellenemezse bu topraklar da, hem de çok yakın zamanda dünya egemenlerinin  çatışma alanı olmaktan kurtulamayacak. Füzelerin, bombaların Ankara’da, İstanbul’da patlayacağı günler korkarım çok uzak değil. Muhalefet Millet İttifakı ise geçen hafta NATO üyeliğine sığınan tutumunda çıtayı yükseltti. Akşener, Başbuğu Türkeş’in 62 yıl önceki 27 Mayıs askeri darbesinin TRT radyosundan seslendirdiği bildirisindeki “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız!” mesajını adeta meclisten tekrarladı! Kırımdaki “soydaşlarımızdan” başlayıp Putin’in bir sonraki planının “Kars-Ardahan” olabileceğine varan konuşması Zelenski’nin yolunu anımsatıyor.

O nedenle tek çıkış yolu 3. İttifakın, “Barış ve Demokrasi İttifakı” adıyla, halkları kucaklaması son derece acil bir görevdir.

Yelena Nine’nin diğer bir pankartında “Askerler silahlarınızı bırakın, gerçek birer kahraman olun!” yazıyordu. Sorunları yok sayan değil, çözmeye, barışı egemen kılmaya soyunanlar, buna cesaret edenler de siyasetin gerçek kahramanları olurlar.

The post Savaşı topraklarımıza sokmamanın yolu… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Başkalarını yakan ateşte aş pişirmeye devam! https://gazetekarinca.com/baskalarini-yakan-ateste-as-pisirmeye-devam/ Sat, 26 Feb 2022 09:34:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=199453 Bahadır Altan  Putin yönetimindeki Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına verilen tepkiler sisli saflaşmaları görünür hale getirdi. Öncelikle, bu savaşın süper askeri güçler arası çekişmenin uluslararası hukuku, halkların kendi kaderini tayin hakkını hiçe sayan bir işgal olduğu gerçeğini dile getirelim. Ne emperyalist askeri blok NATO’nun yayılma çabaları ne de Ukrayna’daki iktidarın milliyetçi-faşist yapısı bu işgali haklı kılıyor. Putin’in […]

The post Başkalarını yakan ateşte aş pişirmeye devam! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan 

Putin yönetimindeki Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına verilen tepkiler sisli saflaşmaları görünür hale getirdi. Öncelikle, bu savaşın süper askeri güçler arası çekişmenin uluslararası hukuku, halkların kendi kaderini tayin hakkını hiçe sayan bir işgal olduğu gerçeğini dile getirelim. Ne emperyalist askeri blok NATO’nun yayılma çabaları ne de Ukrayna’daki iktidarın milliyetçi-faşist yapısı bu işgali haklı kılıyor. Putin’in “Militarizmden, Nazilerden arındırma” gibi gerekçeleri ise bütün saldırı ve işgallerde görmeye alıştığımız “terörden arındırma!” hatta “Barış için!” sıradanlığından başka bir şey değil. Daha “bu bölgeyi kendi topraklarıma katacağım” diyerek saldıran bir istilacı görülmedi! Ukrayna iktidarının kendi sınırları içindeki halklara yönelik milliyetçi müdahaleci politikalarını kışkırtan ABD ve müttefiklerinin işgale karşı kalkan olma gibi bir dertleri de yok. Onlar savaşın kendi çıkarlarına katacaklarına odaklanmış durumdalar. Özetle Ukrayna, emperyalistler arası çatışmanın arenası haline getirilmiştir.

İşgalin NATO ve Rusya arasında nükleer başlıkların da kullanıldığı bütün dünyayı yakacak bir felakete dönüşme olasılığının yanında, başta Ukrayna olmak üzere, Rusya dahil, bölge halklarına ve doğaya sadece yıkım getireceği ortadadır. Kadın ve çocuklar başta olmak üzere sivillere yönelik zulmün tetikleneceği, diktatörlüklerin ve bir avuç kan emicinin dışında her savaşta olduğu gibi en fazla yoksulların acı çekeceği en yalın gerçek. Saldırının başladığı sabah, sıcağı sıcağına Megafon Tv’de Ahmet Ayva ile yaptığımız söyleşide bunlara değinmeye çalıştık. (İlgili yayını buraya tıklayarak izleyebilirsiniz.)

Putin’in, muhaliflerine yönelik, zehirlenmeler dahil her türlü baskı ve hukuk dışı uygulamalarıyla, insan hakları ihlallerinde Erdoğan’la yarışan bir diktatör olduğu biliniyor. Saldırı öncesinde Lenin’i karalayan ve Sovyet liderlerinden sadece Stalin’i öven sözleri de öykündüğü lider tavrını yeterince açık gösteriyor! Moskova’daki bu yoğun baskıya rağmen, duvarlara “Savaşa Hayır” yazılamaları yapıp, işgalin ilk günü barışın sesini yükselten cesur protestocuları alkışlamak gerekiyor. Gözaltı sayısının bini aşkın olması Rus halkının bu işgali onaylamadığının çok açık kanıtıdır. Türkiye’de de savaş karşıtı göstericilere polisin saldırısı ve gözaltılar benzeşiyor. Gerginliğin tırmandığı ilk günlerden başlayarak savaşa karşı dişe dokunur bir sivil tepkinin diğer ülkelerde görülmeyişi büyük eksiklik elbet. Bunun, işgalcilerin iştahını kabarttığı da ortada.

AKP iktidarı, önceden beri “ne şiş yansın ne kebap” tavrını “İkisinden de vazgeçemeyiz!” şeklinde sürdürürken batıyı da “kararlı bir duruş sergilememekle” eleştirmekten geri durmadı! Doğal gaz, buğday ve turist ithal ettiği Rusya, buğday alıp İHA-SİHA sattığı Ukrayna’ya saldırıyordu ve kendisi de NATO üyesiydi! Daha da önemlisi, Rusya için Ukrayna sınırları içindeki Donetsk bölgesi neyse, Türkiye için Suriye ve Irak’ta Afrin, İdlib, Şengal oydu ve bu ”tencere dibin kara, benimki senden kara” durumu söz söylemesini zaten olanaksız kılıyor.

Türkiye kamuoyunda daha ilk saatlerde, haberi veriş şekli ve yorumlarla işgale karşı tavır alanlar büyük çoğunluktaydı. İşgalin başlamasından bir gün önce at sırtında “Reis emret akşam namazını Moskova’da kılalım!” diyen akıncılar ise bombardıman sonrası ortalıkta görülmedi! İşgali, Rusya açısından “NATO ablukasını kırma amaçlı meşru bir operasyon” olarak yorumlayan çok az bir kesim vardı. VP tayfasının Ulusal Kanal’ı, Doğu Perinçek’in sözüyle “Rusya’nın silahı şu anda barış ve huzur getiriyor!” diyerek, bombardımanları alkışlayanların başını çekti. Bu, başkasını yakan ateşte aş pişirmeye çalışan tavır, Oğul Perinçek’le devam ediyordu. Moskova Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğinin hakkını veren Mehmet Perinçek, “Mehmetçikle İvan’ın kaderi ortak!” diyor! Putin ve Erdoğan’ı da benzer şekilde “ortak kaderle” yaklaştırma arzusu, iki liderin insan hakları karnelerindeki benzerlikleri çağrıştırıyor. Haksız da değil, bütün yayılmacı, despot iktidarların ve yardakçılarının ortak kaderi tarihin çöplüğüdür kuşkusuz…

Putin’i haklı görüp alkışlayanların argümanı, NATO’nun Rusya’yı kuşatma amacıyla genişlemeye çalışmasıydı ve Rusya “meşru müdafaa” yapıyordu! Bir ülkeyi orantısız askeri gücüyle bombalayıp işgale kalkışmayı haklı görenler, aynı gerekçeyle Türkiye’ye yönelik bir müdahaleye ne diyecekler? Örneğin, Rusya’nın Türkiye’yle ilişkilerini geliştirip, S-400 satarak “NATO’yu zayıflatmaya, Akdeniz’e uzanmaya çalıştığı” bahanesiyle ABD’nin, Erdoğan iktidarını da “İslamcı-faşist” ilan ederek ülkemizi işgale kalkışması haklı olabilir mi?

Bütün bunların dışında ABD’nin, Rusya’yı köşeye sıkıştırmak için Ukrayna’yı yem olarak Putin’e sunduğunu söylemek de mümkündür. Bloke edilen 5 Rus bankasındaki miktarın trilyon dolarlarla ifade edilmesi bu kuşkuyu artırmaya yetecek bir miktardır bence. Askeri olarak Rusya zafer sarhoşluğu yaşarken, ABD’nin ekonomik yaptırımlarla kazandıkları ve bu bahaneyle AB üzerinde azalan hegemonyasını yeniden güçlendirme fırsatını yakaladığı zamanla daha iyi görülecektir…

Savaş, ekranlardaki tiyatronun ardında saklı vahşetiyle sürüyor. Ukrayna halkları, topraklarını işgalcilere karşı uzun soluklu bir gerilla harbiyle de olsa mutlaka savunacaktır. Çok acı çekseler de bu mücadele sonunda başlarındaki faşist iktidarı da alt edeceklerine kuşku yok.

Bu yazının yazıldığı, işgalin ikinci günü sonunda gelen görüntüler insanlığımızdan utanmamıza yetecek boyuttadır. Sadece Ukrayna’da değil, sınırlarımız içinde ve komşularımıza yönelen saldırganlığa karşı, barış için yeterince ses çıkarmamanın utancı hepimizi sarsmalı ve artık daha yüksek sesle haykırmalıyız.

Ahmet Erhan’a kulak verelim:

Bütün haklı kavgalarında dünyanın
dövüştüm, diyebildiğim zaman
Okudum bütün kitapları, bütün şiirleri yazdım
Ve topladım bütün dillerin en güzel sözlerini,
sıraladım tek bir sözlükte
Bütün mayınları, bütün dikenli telleri
ayıkladım sınırlardan
Ve bir tek zorba çıkmadı önüme.
Bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur,
diyebildiğim zaman
İşte o zaman ölebilirim.

The post Başkalarını yakan ateşte aş pişirmeye devam! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
“GEÇÇEK GEÇÇEK” de… https://gazetekarinca.com/geccek-geccek-de/ Sat, 19 Feb 2022 14:24:08 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=198658 Bahadır Altan İlk liderler toplantısını geçen hafta yapan 6 partili Millet İttifakı, ikinci buluşmasını 28 Şubat’ta yapacak. Operasyonlarını belli günlere denk getirmeye özen gösteren AKP’yi örnek almaları, keşke bununla sınırlı kalsa! Bahçeli’nin “6 benzemez” diye nitelendirmesinin aksine birbirlerine çok benzedikleri gibi, aslında muhalefet yürüttükleri AKP ve MHP’ye de benziyorlar. Toplum çabuk unutsa da şimdiki söylemlerinin […]

The post “GEÇÇEK GEÇÇEK” de… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

İlk liderler toplantısını geçen hafta yapan 6 partili Millet İttifakı, ikinci buluşmasını 28 Şubat’ta yapacak. Operasyonlarını belli günlere denk getirmeye özen gösteren AKP’yi örnek almaları, keşke bununla sınırlı kalsa!

Bahçeli’nin “6 benzemez” diye nitelendirmesinin aksine birbirlerine çok benzedikleri gibi, aslında muhalefet yürüttükleri AKP ve MHP’ye de benziyorlar. Toplum çabuk unutsa da şimdiki söylemlerinin gerisindeki benzerlik çok somut. Deva ve Gelecek, zaten AKP içinden türediler, Saadet ise AKP’yi doğuran parti; CHP ise, şimdilerde devletin zulmüne uğramış ötekilerle helalleşmekten söz etse de daha 7 yıl önce Cumhur Başkanlığı seçiminde MHP ile, yani şimdiki iktidarla ortak aday çıkarmış bir parti.

N. Chomsky “Kapitalizmin temel ilkesi kar özelleştirilirken maliyet ve riskler toplumsallaştırılır!” diyor.

AKP-MHP iktidarı tam da bunu uyguluyor. Risk alan, madenlerde, inşaatlarda, tarlalar arasındaki yollarda kamyon sırtlarında yaşamını yitiren ve ekonomik krizin bedelini de küçülen ekmekleriyle ödeyen işçi-köylü-esnaf sınıflardır. Ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturanlar, kârdan pay istediklerinde Migros işçilerine uygulandığı gibi, devletin polisinin ters kelepçeleriyle, işkencesiyle göz altılarla karşılanıyor. Kâr ve refah ise sadece bir avuç sömürücünün saraylarına akıyor. Bu anlamda iktidar açısından bir “yönetememe” hali yok aslında, tam tersi iktidar, bu temel kuralı eksiksiz uyguluyor. Kârı saraylara akıtırken halkın lokmalarını sayıyor. Şimdi 5’li çetenin karından biraz kesip topluma dağıtacağı beklentisiyle 6 benzere umut bağlamak mümkün müdür? Bu 8 (BBP ve VP’yi eklersek 10) partinin herhangi bir versiyonundan ekonomik olarak toplumu rahatlatacağını beklemek ham hayaldir. Yani “geççek geççek” de, yerine ne gelecek önemli olan bu.

Demokrasi açısından ise umutlanmayı olanaksız kılan ve hepsinin birbirlerine benzerliklerinin sırıttığı nokta, ülkenin en temel sorunu olan Kürt meselesini, dolayısıyla HDP’yi yok sayan tutumlarıdır ki zurna burada zırt ediyor!

Çok nettir ki Kürt Meselesi bu ülkede demokrat olmanın turnusol kâğıdı, mihenk taşıdır. Bu gerçeğe sırtını dönerek, bu sorunu çözmeden atılacak her adım, ülkeyi demokrasiye değil, Erdoğan örneğinde olduğu gibi diktatörlüğe yaklaştırmıştır. Dolayısıyla “Demokrasiye giden yol Diyarbakır’dan geçer” diyerek lafta bu sorunu kabul eden CHP liderinin, HDP dışlanarak kurduğu ittifak bir santim dahi yol alamadan dağılmaya mahkumdur. Şimdi, “ne yapalım, hele bir, tek adam rejiminden kurtulalım” şeklindeki yaklaşımlar da ikna etmekten çok uzak ve ilerde bu bahaneyle aynı çizginin devam edeceğinin garantisi olabilir ancak.

Millet İttifakı, toplumu “tek adam rejiminden kurtarma” vaadiyle sokağa çıkmadan beklemeye ikna ederek oyalarken rejim, 12 Eylül 1980 öncesinden farklı olarak yeni giyitler ve makyajla kendini sürdürülebilir kılma çabasında. Bu olumsuzluk HDP ve beraberindeki sol sosyalist güçlere ağır bir sorumluluk yüklerken, aynı zamanda çok önemli bir fırsat da sunuyor. “Türk-İslam Sentezi” olarak formüle edilen, milliyetçilik makyajıyla süslenmiş, yoksullukla, ayrımcılıkla, savaşla, baskı ve işkenceyle halklara dayatılan bu rejimin gerçek yüzü hiç bu kadar görünür olmamıştı. Şimdi bu soygun düzeninin maskesini tümüyle düşürme zamanıdır ve bu, aynı zamanda gerçekleşmesi mümkün olan acil bir görevdir.

12 Eylül karanlığını dağıtan işçi hareketleri başladığında Türkiye’de sol, darmadağın bir vaziyetteydi. Elde, şimdiki HDP gibi, her türlü baskıya rağmen ayakta kalmayı başarmış, halk destekli, direngen bir parti ve onun dostları ekoloji ve kadın özgürlükçü duyarlılıkları geçelim bir ses dahi çıkaracak, siyaset üretecek grup bile neredeyse yoktu. Buna rağmen hızla toparlanılıp kalınan yerden devam edilmişti.

Şimdi 90’lı yılların bahar eylemleri gibi, karanlığı dağıtan sınıf hareketleri her yerden kendini gösteriyor. İşçiler, Millet İttifakının “sokağa çıkmayız uslu uslu sandığı bekleriz” tavrını parçalayarak yol gösteriyor. Bakmayın siz bu ırmağı CHP kuyruğuna yönlendirmeye çalışan “Sol” tabansızlara! Karanlık günün sonunda Türkiye solu 90’lardan çok daha deneyimli ve güçlü olarak ayaktadır. Yeter ki safralarımızdan ve sistemin sürekli ördüğü bağlardan kurtulup o cesareti ve özgüveni gösterelim…

The post “GEÇÇEK GEÇÇEK” de… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
‘Biz iyiyiz, buradayız, nasılsın?’ veya ‘Kamber Ateş nasılsın?’ https://gazetekarinca.com/biz-iyiyiz-buradayiz-nasilsin-veya-kamber-ates-nasilsin/ Sat, 12 Feb 2022 13:23:56 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=197930 Bahadır Altan İlk tayin olduğum birlikti Eskişehir 1.Ana Jet Üs. 112. Filo’nun en genç pilotlarıydık. 1982 Temmuzu’nda can yoldaşım Mesut Karaoğlan’la gözaltına alındığımızda, önce filodaki dolaplarımızı aradılar, sonra evlerimizi didik didik ettiler. Kızım Şafak, 1.5 aylık bebekti… Merkez Komutanlığı’ndan işgüzar bir astsubay salondaki kitaplığa dalmış, Kutsal İsyan ciltlerini, Şevket Süreyya kitaplarını, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” […]

The post ‘Biz iyiyiz, buradayız, nasılsın?’ veya ‘Kamber Ateş nasılsın?’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

İlk tayin olduğum birlikti Eskişehir 1.Ana Jet Üs. 112. Filo’nun en genç pilotlarıydık. 1982 Temmuzu’nda can yoldaşım Mesut Karaoğlan’la gözaltına alındığımızda, önce filodaki dolaplarımızı aradılar, sonra evlerimizi didik didik ettiler. Kızım Şafak, 1.5 aylık bebekti…

Merkez Komutanlığı’ndan işgüzar bir astsubay salondaki kitaplığa dalmış, Kutsal İsyan ciltlerini, Şevket Süreyya kitaplarını, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” vb. birkaç romanı sakıncalı bulup tutanak hazırlamıştı. Filo Komutanı Kurmay Yarbay Senai Günal da aramaya nezaret ediyordu. Tutanağı ve kitapları görünce “sen bunlara sakıncalı mı diyorsun, bunlar benim evimde de var, o zaman hepimiz tası tarağı toplayıp gidelim bu memleketten!” diyerek çıkışmıştı astsubaya. Gözaltına alınacağımızı tahmin ediyorduk. 78 devresi karacı arkadaşlarımızdan başlayan furyanın bize ulaşacağı belliydi. Kitaplığı çoktan ayıklamış, hazırlanmıştık. Filo Komutanı’nın, personeline bu yürekli sahip çıkışı o kara günlerde kendisi için büyük riskti aslında. “Bunlar yasak kitap değil komutanım, sorun olmaz gibilerinden” araya girsem de tutanağı, “Sakıncalı bir şeye rastlanmamıştır” şeklinde değiştirildikten sonra imzaladı. 3 ay kadar sonra geri döndüğümüzde de bizi kucaklayan, sahip çıkan bir ortam bulmuştum filoda. Şimdi TSK da böyle komutanlara, üstlere rastlamak olası değil elbet. Kaybettiklerimi saygıyla anarken, hala onurlu duruşlarını sürdürenleri uzun ömürler dileyerek selamlıyorum…

İki gece üs içinde gözaltında kaldıktan sonra Albay Kurubacak ve Bnb. Yalçın Uz’un kullandığı C-47 Dakota uçağıyla Ankara’ya getirilip Merkez Komutanlığı’na teslim edildik. Derslikleri bölünüp, hücreler haline getirilerek “Gözetim Evine” dönüştürülmüş İstihbarat Dil Okulu’na bir askeri jiple, gözlerimiz bağlı olarak ulaştık. Binanın en üst katında A.Türkeş, Yaşar Okuyan ve MHP yönetici kadrosu ile solcu olarak sadece merhum Sadun Aren hoca vardı. Devrimci subaylar olarak bizler alt katta hücrelerde, tam tecritteyken onların havalandırma, ziyaret vb hakları vardı. Ailelerimize nerede tutulduğumuza dair bilgi verilmemiş, sadece “sessizce beklemeleri” söylenmişti! Buna rağmen yerimizi öğrenip ziyaret olanaklarını zorladıklarında ise sadece bir pusula yazıp içeri gönderebiliyorlardı: “Biz iyiyiz, buradayız, nasılsın?”

Cevap olarak bizler de sadece, “İyiyim, merak etmeyin, yakında kavuşacağız!” yazabiliyorduk. İçerdeki işkence ve kötü muamelelerden söz etmek kuşkusuz olanaksızdı.

Gözetim Evi’nde askerliklerini yapan erlerin çoğu, gözlerimizi bağlayarak sorgulara götürüp getirirken zamanla bizleri tanıyıp anladılar ve saygı duydular. 80 öncesinin köylerinden, varoşlarından, görece siyasi havayı koklamış bu erlerden kısıtlı imkanlarda destekler de gördük. Beni bir arkadaşımla gece nöbeti sırasında hücre kapısında gizlice görüştürürken yakalanan, ismi bende saklı hemşehrime vurulan tokatların sesleri hala kulağımdadır! Ve onun, “sizler için birkaç tokat yemişim çok mu?” diyerek teselli etmeye çalışan sözleri…

Karacı arkadaşlarımıza oranla şanslıydık, onlar tutuklanıp çok daha ağır koşullar yaşarken ve ordudan uzaklaştırılırken bizler özellikle pilotlar “sakıncalı personel” olarak da olsa “göreve iade” edildik. Cunta, devre arkadaşım Teğmen Ömer Yazgan’ı darağacında katlederken, Teğmen Ahmet Reşit Erdoğdu, Mamak zindanlarında yaşamını yitirdi. Geriye Metris mahkeme salonunda, tek tip elbiseye karşı soyunarak direnen devrimci subayların onurlu fotoğrafı kaldı. Bir de çatısı altında hala dayanışmayı sürdürdüğümüz, Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM DER)…

Geriye Metris mahkeme salonunda, tek tip elbiseye karşı soyunarak direnen devrimci subayların onurlu fotoğrafı kaldı.

Subaylara bunları yapan askeri cunta, başta Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın komutanlığını yaptığı Diyarbakır olmak üzere, zindanlarda Kürtlere akla hayale gelmeyen işkenceler uyguluyordu. Hiç unutmadık elbet, ama bütün bunları film şeridi gibi yeniden gözümün önüne getiren şey, bir ananın yaşamını yitirmesidir. İpek Ateş yaşamını yitirdi. O günlerle sınırlı olmayan ve bugün katlanarak sürdürülen işkencelerin, Kürt dili ve kültürü üzerindeki devlet baskısının simgesi, “Kamber Ateş nasılsın?” cümlesinin sahibi İpek Ana…

İpek Ateş ve oğlu Kamber Ateş

Türkçe Devlet Dersinin simgesi olan bu cümle, bilindiği gibi oğlunu ziyarete gittiğinde yasak olan ana dilinde konuşamadığı için ezberlediği tek Türkçe sözdü. Yanındaki kızı, abisiyle ne konuşursa konuşsun O’nun oğluna söyleyebileceği tek söz!

Bugün “Ben Esat Oktay Yıldıran’ın devamıyım!” diyen Cezaevi Müdürleri var! Çoğu Kürt olan siyasi tutsaklara yapılan hukuksuzluklar dünyanın gözü önünde sürüyor. Hasta tutsaklar ise neredeyse birer birer infaz ediliyor. Salt Aysel Tuğluk’a reva görülenler başta eskisi ve yenisiyle Adalet Bakanlarını ve bütün iktidarı insanlık suçundan yargılamaya yetecek boyuttadır.

Bunlar unutulmayacak. O günler gelecek. Herkesin ana dilinde sorduğu “nasılsın” sorusuna, alışkanlıktan değil, gerçekten “iyiyim” yanıtını vereceğimiz güzel günler, mutlaka gelecek.


NOT: Diyarbakır’daki işkencelerin sorumlusu İç Güvenlik Komutanı emekli subay Esat Oktay Yıldıran 1988 yılında belediye otobüsünde eşi ve oğlunun gözleri önünde vurularak öldürüldü.

The post ‘Biz iyiyiz, buradayız, nasılsın?’ veya ‘Kamber Ateş nasılsın?’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bombardımanlar sadece diktatörlüğü besliyor… https://gazetekarinca.com/bombardimanlar-sadece-diktatorlugu-besliyor/ Sat, 05 Feb 2022 09:40:41 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=197161 Bahadır Altan Hava kuvvetlerinde, belirlenen bir hedefin nasıl bir bomba ve yöntemle vurulacağını saptamak konusunda söylenen bir söz var: “Bir hedefi vurmanın, bir tek yolu vardır.” Ve hemen parantez içinde eklenir: (Savunması yoksa!) İşin içine “hava savunma” girerse, işler zorlaşır ve seçenekler sonsuz sayıya çıkar. Hava savunma da sadece uçaksavar silahları veya füzelerle yapılmaz. Hava […]

The post Bombardımanlar sadece diktatörlüğü besliyor… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Hava kuvvetlerinde, belirlenen bir hedefin nasıl bir bomba ve yöntemle vurulacağını saptamak konusunda söylenen bir söz var:

“Bir hedefi vurmanın, bir tek yolu vardır.” Ve hemen parantez içinde eklenir: (Savunması yoksa!)

İşin içine “hava savunma” girerse, işler zorlaşır ve seçenekler sonsuz sayıya çıkar. Hava savunma da sadece uçaksavar silahları veya füzelerle yapılmaz. Hava sahasının kontrolünü yapan devletin koyduğu yasak ve caydırıcılık gücü de bir şemsiye gibi koruyuculuk sağlayabilir. Bu da yoksa ve elinizde çok yüksek irtifa ve mesafeden atılacak güdümlü bombalarınız varsa, pilotun hedefi görmesine bile gerek yoktur. Yüksek irtifadan, yani aşağıdakiler uçak sesini bile duymadan bırakılan güdümlü bombalar, hedefle kolayca buluşur. Pilotlar için, derin uykudaki bir çocuğun yanına yaklaşıp başına kurşun sıkmak gibi bir “kahramanlıktır” bu!

En büyük çocuk istismarı onların analı babalı yaşam hakkını ihlal etmektir…

Muhalefet Trabzon mitinginde küçük bir çocuğun Erdoğan ve yanındakiler tarafından istismarına kilitlenmişken, Türk savaş uçakları 1 Şubat akşamı Suriye ve Irak’ta, Derik, Şengal ve Erbil güneyindeki Karaçok çevresindeki köylere 4 saat süren bir bombardıman gerçekleştirdi. Hava sahasının kontrolü ABD liderliğindeki koalisyon güçlerindeydi. İbrahim Kalın’ın saldırıdan hemen önce ABD Savunma Sekreteri’yle görüşmesi, bu saldırının ABD izni ve onayıyla ve tabi hiçbir karşı güç (hava savunma) olmadan yapıldığını ortaya koyuyor. Hulusi Akar’ın her zaman açıkladığı gibi sadece “terör hedefleri” vurulmuştu! Birleşmiş Milletler Irak Temsilciliği’nin açıklaması ise çok sayıda sivilin yaralandığı veya yaşamını yitirdiğini söylüyor. Aynı günlerde sınır boylarında donan çocuklar gibi kaç çocuğun kanlar içinde kaldığı da henüz belli değil!

Bu bombardıman medyada, hatta yandaş kanallarda dahi, öncekilerin aksine, davul zurnayla, mehterle ilan edilmedi. Hedefe düşen bombaların skop görüntüleri de yoktu ekranlarda. Bombardıman gecesinin sabahında ise Irak Kürdistan Yönetimi Lideri Neçirvan Barzani, Türkiye’ye gelerek Erdoğan’la, sarayda sıcak samimi bir fotoğraf verdi. Bu da Kürtlerin AKP’si, KDP’nin teşekkür ziyareti gibiydi. Böyle olunca akıllara, hedef koordinatlarının birlikte saptanmış olabileceği kuşkusu düşüyor elbet!

AKP-KDP iş birliği ve ortaklığının nedeni…

Rojava’da IŞİD saldırıları püskürtüldükten sonra kurulan kadın özgürlükçü yapı, bölge rejimleri için bir tehdit olarak algılanıyor. O yüzden düşmanı çok. ABD ve Rusya’nın iki yüzlülüğünün nedeni de budur. IŞİD’e karşı savaşta iş birliği yapar gibi görünseler de Esad ve Erdoğan’ın saldırılarının önünü açmaları da bundandır. Ancak, kendi halkına örnek olacağı korkusunu en fazla yaşayan, Barzani’nin Irak’taki aşiret iktidarıdır. O yüzden Barzani, kendi soydaşlarına karşı, kadınların çarşaflarını yırtıp özne oldukları bu sistemi yıkmak için AKP ile iş birliği içinde.

Bombaların hedefi savaşı durduracak irade…

AKP ise 7 Haziran 2015 seçimleriyle yitirdiği iktidarını savaş politikaları üzerine kurdu. Tek adam rejiminin devamı buna bağlı. Savaşın maliyeti ve yol açtığı ekonomik kriz artık çok görünür olsa da Erdoğan için bu geri dönüşü olmayan bir beka meselesidir. Barış olasılığını kalıcı olarak ortadan kaldırmak zorunda olduğundan bombalamaya devam edecektir. Bu nedenle, kirli savaşı durduracak olan ne ABD ve batı koalisyonu ne de Rusya’dır. Savaşın sonunu getirecek olan tek şey, başta Türkiye sınırları içindeki olmak üzere bölgedeki Türk, Kürt, Arap, Ezidi, Türkmen halkların eşitlik ve adalet içinde, barış içinde yaşama arzusudur; bombalanan da bu iradedir.

Milliyetçi körlük ve iktidar olmanın yolu…

İktidarın IŞİD ve artığı çetelerle, son Heseke Cezaevi baskınında gözlendiği gibi, içerde de ihtiyaç duyduklarında muhalefete karşı çekinmeden iş birliği yapacaklarına kuşku yok. Muhalefetin en büyük yanılgısı da budur. Halkın ekonomik sıkıntıları giderek daha fazla hissedip tercihini kendilerinden yana değiştireceğine dair büyük bir yanılgı içindeler. Ekonomik sıkıntıların asıl nedeninin iktidarın yönetememe hali değil, savaş politikaları ve bunun maliyeti olduğunu söyleyecek yüzleri de yok. Çünkü bugüne kadar milliyetçi oyları kaybederiz korkusuyla kendi tabanlarında bunu sürekli besleyip, HDP başta olmak üzere barıştan söz eden herkesin baskılanmasına sessiz kaldılar. Oysa Erdoğan, seçimler yaklaşırken, her türlü riski göze alarak yapacağı, planlı büyük bir saldırıyla elde edeceği askeri “başarının” ardından, ekonomik iflasını ve yoksulluğu perdeleyen hamasetle yeniden iktidar olabilir. Erdoğan’ın güvendiği tek şey, muhalefetin de katkısıyla toplumda büyüttüğü bu milliyetçi körlüktür. O nedenle hızla artan yoksulluğun nedeninin bu savaş politikaları olduğu gerçeğini önce kendileri algılamalı ve topluma bunu anlatma cesaretini göstermeleri gerekiyor.

Savaş sadece diktatörlerin işine yarıyor. İktidar olmanın yolu da barıştan geçiyor…

The post Bombardımanlar sadece diktatörlüğü besliyor… first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Karın köpüğü https://gazetekarinca.com/karin-kopugu/ Sat, 29 Jan 2022 09:57:14 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=196285 Bahadır Altan Mevsim normalinde bir kar yağışı, alelacele yapılan 3. havalimanını adeta çökertti. Boğaza 3. köprüyü yapınca, birinci Boğaz Köprüsü’nü kapatmak kadar vahim bir kararla, yeri ve pist istikametleri seçilmiş, Atatürk Havalimanıyla (AHL) birlikte kullanımı adeta olanaksız kılınmıştı. Bu da yetmedi, Saray, kendine özel havaalanı yaptığı AHL’nın yeniden sivil trafiğe açılma ihtimalini, ana pistler üzerine, […]

The post Karın köpüğü first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Mevsim normalinde bir kar yağışı, alelacele yapılan 3. havalimanını adeta çökertti. Boğaza 3. köprüyü yapınca, birinci Boğaz Köprüsü’nü kapatmak kadar vahim bir kararla, yeri ve pist istikametleri seçilmiş, Atatürk Havalimanıyla (AHL) birlikte kullanımı adeta olanaksız kılınmıştı. Bu da yetmedi, Saray, kendine özel havaalanı yaptığı AHL’nın yeniden sivil trafiğe açılma ihtimalini, ana pistler üzerine, aynı gecekondu usulüyle “hastane” inşa ederek tümüyle yok etti. Ama doğa öcünü aldı. Kar ortalığı kaplayıp Karadeniz’den gelen olumsuz hava koşullarına açık 3.HL kapanınca, iktidarın kodamanları, Atatürk Havalimanı kısa pistine muhtaç oldular…

Milyonlarca ağaç ve su havzalarını yok ederek, resmi rakamlarla 60’ın üzerinde işçinin canı pahasına inşa edilen bu kötülüğün doğal sonuçlarını yaşadık geçen hafta. Hangar çatıları çöktü binlerce yolcu mahsur kaldı. Havalimanı işleticisi, 5’li çetenin yaramaz çocuğu şirket IGA, yolculara yarım porsiyon yemeği 150-200, bir şişe suyu 25 liradan satarak hizmette kusur etmedi! Şimdi bu rezilliğin ve aczin “köpüğünü” dikkatleri İmamoğlu’na çekerek ve THY yönetim Kurulu başkanı İlker Aycı’yı istifa ettirerek aldıklarını sanıyorlar! Fena halde yanılıyorlar…

Sivil havacılığımızın plansız programsız, çok hızlı ve hormonlu büyüdüğü, alt yapının buna ayak uyduramayıp tökezlediği yıllarına tam da içerden tanıklık ettiğim için “AKP iktidara gelince havacılıkta…” sözüyle başlayan çok cümle kuracağız bu yazılarda. Çünkü gördüğüm ve bizzat yaşadığım kıyımları, hukuksuzlukları, kuralsızlıkları, sahtekarlıkları, cinayet gibi uçak kazalarını, ölümleri anlatmayıp susmanın yükü konuşmaktan ağır. Karınca da bu yükü taşıyor sağ olsun…

THY Yönetim ve İcra Kurulu Başkanı İlker Aycı diğer AKP bürokratları gibi bir “kuldu.!” Gel dediler geldi, ne söylenirse yerine getirdi, arada bir kendine ve eşine kırmızı halılar döşeterek yaşayıp payını kaptı ve git dediklerinde de gitti. Kendinden öncekiler de böyleydi. AKP’nin İBB Metro müdürlüğünden devşirdiği ilk bürokrat Abdurrahman Gündoğdu, ekibiyle beraber yönetim kuruluna verilecek komisyonun cazibesinin getirdiği hızla uçak alımına girişip “bunları uçuracak pilot ve kabin memurlarının gerektiğini sonradan anladık!” dediğinde, namaz kılıp hacca giden bir Baş Pilotları vardı ama personel yetersizliğinden seferler yapılamayacak haldeydi.

Daha sonra gelen Candan Karlıtekin 2007 de bizlerin uçuş emniyetini tehlikeye sokan, yorgunluğu azaltacak taleplerine karşı çıkıp toplu sözleşme çıkmaza girince grev oylaması istemişti. Sayın Karlıtekin, işçileri ikna edeceğine “yukarıyı” da inandırırken karşısındaki işçilerin yılların “havacısı”, kendisinin ise sektörle hiç ilgisi olamadığı halde zembille yukardan indirilen bir finansçı (paracı) olduğunu unutuyordu.

Yazıyı uzatma pahasına bu süreci çok iyi özetleyen bir anımı aktarmama izin verin lütfen…

Grev oylamasına giderken sendika temsilcileri olarak bizler, greve “EVET” demeleri için işçilere süreci anlatırken, Candan Bey, yardımcısı şimdiki Genel Müdür Bilal Ekşi’yle beraber “HAYIR” demeleri için aba altından sopa gösterip tehditler de dahil her şeyi yapıyorlardı. Biz de toplantılarda sorular sorarak onları sıkıştırmaya, işçilere moral vermeye çalışıyorduk. Bu tartışmaların birinde hem de pilot ve kabin memurlarının toplandığı oldukça büyük bir salonda, “Biz İngiliz pilot ve kabin memurları kadar ücret istemiyoruz, ama onlar kadar uykuya ihtiyacımız var” diyerek dinlenme süresini artıran TİS teklifini neden reddettiklerini sormuştum. Hakkını yemeyeyim Candan Karlıtekin’in AKP’nin ilk yıllarında olduğu gibi görece liberal “demokrat” bir tavrı vardı, o yüzden şimdi DEVA Partisinde olduğuna şaşmıyorum. Sonraları THY’de ortam, bütün ülkedeki değişime paralel olarak adım adım askeri hiyerarşiyi aratan bir despotizme diktatörlüğe dönüştü.

Bir salon tartışmamızda Candan Bey sıkışınca “Siz de her şeyi pek biliyorsunuz Bahadır Kaptan!” dediğinde, kendisine gördüğü eğitimleri, “Candan Bey siz ne okudunuz?” diye sormuştum. Finans okuduğunu ve haklı olarak nitelikli okullarını sıralamıştı. Ben de, ben yüksek lisans, doktora vb yapmadım ama okuduğum lisenin bile adı Hava Lisesiydi, çalıştığım her kurum havacılıkla ilgiliydi. (Hava Harp Okulu, Hava Kuvvetleri, Sivil Havacılık Yüksek Okulunda öğretmenlik, Air France uçuş okulunda öğretmenlik eğitimi vb) “Havacılığı sizden daha iyi bilmemde bir beis yok ki, ben de paradan anlamam o da sizin işiniz!” yanıtını vermiştim. İşçilerin coşkulu alkışlarıyla ekşi ekşi salondan ayrılmışlardı…

Grev oylamasını biz kazandık. İşçiler “Greve Evet” diyerek örgütlülüğün arkasında durdular. Ancak Hava İş sendikası o zamanki Başkanı Atılay Ayçin, biz temsilcilerin itirazlarına rağmen alelacele “Bakan gelmiş beni bekliyor!” diyerek koşa koşa gidip TİS’i imzaladı. İşçilerin geneli memnun olsa da kazanımlar yarım kaldı, dahası son kararı onlara danışamadan, işçilerle birlikte alamamıştık. Mücadeleyi heder eden sol görünüp sağ vuran bu sendikal bürokrasiyi başka bir yazıya bırakalım.

THY yönetimi önce bu mücadelenin öncülerini işten attı. Sonra, Karlıtekin kendi söylediği gibi “Ceketini alıp” gitti. Ceketin cepleri dolu muydu boş muydu bilmem ama benim işten atılma kararım bu seçimlerdeki bir olayda verilmişti. Uçuş İşletme oyları sayılırken önemli sayıda EVET oyunun çalındığını fark ettik. Hem de şirketin hukuk danışmanı bir avukatı tarafından! Yine de biz öndeydik. Buna rağmen üşenmeyip bütün oyları yeniden sayıp farkı artırdık. O zaman sayımda görev alan bütün arkadaşların huzurunda işveren tarafının temsilcisi olarak aslında oy çalımından da sorumlu olan Uçuş İşletme Başkanına söylediğim bir söz benim işten atılma biletimi kesiyordu:

Süngüyle her şeyi yapabilirsiniz ama üstünde fazla oturamazsınız!

Aslında hepsi işçi olan İşveren temsilcilerinin bu sözü duyduklarında yüzündeki ifadeyi keşke anlatabilsem. Ama yeni yüzlerde bu ifadeleri görmeye çok zaman kalmadı çekip gidecekler gölgesiz…

 

The post Karın köpüğü first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Pilotu da linç ettik! https://gazetekarinca.com/pilotu-da-linc-ettik/ Sat, 22 Jan 2022 10:14:41 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=195497 Bahadır Altan Pakistan Hava Yolları (PIA) Kaptanı arıza nedeniyle zorunlu iniş yaptığı ara meydandan, uçuş mesai limitleri aşıldığı için seferi tamamlayacak yeni bir uçuşa gitmeyi reddetti. Daha doğrusu bir Kaptan Pilot, kuralların gereğini yapıp uçağının ve yolcularının güvenliğine öncelik verdi. Yapılması gerekeni yaptığı için haber değeri bile olmayan bir uygulama bu. Ama Türkiye’de ana akım […]

The post Pilotu da linç ettik! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Pakistan Hava Yolları (PIA) Kaptanı arıza nedeniyle zorunlu iniş yaptığı ara meydandan, uçuş mesai limitleri aşıldığı için seferi tamamlayacak yeni bir uçuşa gitmeyi reddetti. Daha doğrusu bir Kaptan Pilot, kuralların gereğini yapıp uçağının ve yolcularının güvenliğine öncelik verdi. Yapılması gerekeni yaptığı için haber değeri bile olmayan bir uygulama bu. Ama Türkiye’de ana akım medya, müstehzi sırıtışlarla, ekranlarda küçümseyen cahil yorumlarla, “mesaisi dolmuş!” alaylarıyla Pakistanlı pilotu da linç etmeyi “başardı!”

Linç olur da ırkçılık olmaz mı? Amerikalı veya Avrupalı bir beyaz olsaydı böyle yorumlanmayıp övgüyle de söz edilebilirdi elbet. Ama bu ülkede esmer olunca linçe maruz kalmak da kolaylaşıyor işte!

Oysa Kaptanın göreviydi bu. Kaptan Pilot “sadece zorunlu hallerde”, o da kendi başına değil, mutlaka “bütün uçuş ekibine sorup danışarak, onaylarını alarak” mesai süresini en fazla 2 saat uzatabilir. İndikten sonra da bu “zorunlu hali” detaylı bir raporla açıklayabilmesi şarttır. Aksi halde resmi otorite bu suçundan dolayı lisansını askıya alır, soruşturma açar ve yaptırım uygular.

THY’da sendikanın henüz görece bir işlevi olduğu yıllarda, pilotların 3 temsilcisinden biriydim. Daha önce yürekli mücadelelere önderlik etmiş, bedeller ödemiş Kaptanlar Müştak Güner ve Faruk Sayılır’dan öğrenerek pilotluğun yanında sendikacılık da yapmaya çalışıyordum (1998-2008). Sendikada işçileri, iş yerinde de sendikayı temsil eder, yeri geldiğinde her iki tarafın yöneticileriyle çetin tartışmalara, hatta kavgalara girerdik ama temel konularda özellikle uçuş emniyeti söz konusu olduğunda tartışma fazla uzamaz anlaşırdık.

AKP iktidar olduğunda, THY’nin başına, hemen hepsi İstanbul Belediyesi’nden, çoğu Gülen Cemaati’nden Erdoğan’ın atadığı yöneticiler gelince, havacılığın en temel kurallarını, hatta uçuş emniyetini tartışır olduk. Onlara, her kurala titizlikle uymanın önemini, bir pilotun kamyon şoförü gibi kenara çekip uyuyamayacağını, kabin memurlarının asıl görevinin yolcunun güvenliği olduğunu, uçakların gökyüzü restoranları olmadığını, uçuş emniyetinin uçaktaki ikramların önünde tutulması gerektiğini anlatmak zorunda kalıyorduk!

İlk icraatları, doğrudan yönetim kuruluna kazandıracağı milyonlarca dolar komisyonların cazibesiyle, uçak alımına girişmek oldu. Şirket uçak sayısı hızla artarken pilot ve kabin memurlarının sayısı sabit kalmıştı! Bu nedenle iş yükü artıyor, uçuş ekiplerinin planlanması aşamasında tam bir keşmekeş yaşanıyordu. Uçakların yerde kalmaması için uçuş ve mesai limitleri hiçe sayılıyor, pilot ve kabin görevlileri limit dışı uçuşlara zorlanıyordu. Biz de bunlara direniyor arkadaşlarımızı da kuralsızlığa boyun eğmemeye çağırıyorduk.

İşte bu günlerde Almaata-Antalya seferi ardından bir de Antalya-İstanbul yapacak şekilde planlanmış uçuşun Kaptan’ı, yerde bir çok gecikmeler yaşanıp mesai saatleri taşınca, PIA kaptanının yaptığı gibi uçuşu reddedip ekibiyle beraber otele dinlenmeye çekildi. Baş pilot hemen, “şirketi zarara soktuğu” için Kaptanın savunmasını aldı. Ben de temsilcilik sıfatımla Baş Pilotun odasına gidip, deyim yerindeyse kıyameti kopardım. Çünkü ceza verilmese de savunma alınması bu kuralların gereği yapılan eylemi “suç” olarak belleklere kazıyacaktı. Daha önce örnekleri görülen birçok kazaya zemin hazırlanıyordu. İlerde yorgunluk nedeniyle olacak bir kazanın hazırlayıcısı olarak kendisini teşhir edeceğimi de söylemeyi ihmal etmedim. Kaptana ceza verilmedi ama benzeri tutumlarım, benim için işten atılmama yeterli sebepti! Şimdi de olsa kuralları ihlal etmek, yolcunun can güvenliğini riske atmak yerine bedel ödemeyi seçerim kuşkusuz.

Bu olaydan kısa bir süre sonra, Swiss Air, benzer bir durumda uçuşa gitmeyip otele dinlenmeye çekilen Kaptan ve ekibine, “Yılın Uçuş Emniyet Armağanını” verdi. Gecikmeler, aksaklıklar yanında, iki meydandaki bütün yolcular otele alınmış binlerce dolar masrafa neden olmuş bu uygulamasında kaptana “Olası bir kazadan şirketimizi kurtardığı için” diyerek verilen bu ödül sanki bize verilmiş gibi sevinmiştik…

Bu mücadeleler boşa gitmedi kuşkusuz. Kalıcı kazanımlar toplu sözleşme metinlerine girdi. SHT6A-50 diye çalışma ve dinlenme sürelerini kurallara bağlayan yönerge yayınlandı. Kamu adına bunun denetimini gerektiği gibi yapmayan, özerk olması gerekirken iktidarın emrinde, hatta bir önceki Sivil Havacılık Genel (SHGM) “Müdürünün” şimdiki THY’nin “müdürü” olduğu bir ortamda ve TİS maddelerine sahip çıkmayan, tümüyle THY patronlarının güdümünde bir Hava-İş sendikasına rağmen bunlar işçilerin belleğindedir. Ve bir gün mutlaka yeniden yaşama geçecektir.

Neyse ki PIA yöneticileri bizimkilerden çok daha ilerde. PIA sözcüsü, “Bir pilot, uçuş güvenliği için gerekli olması nedeniyle dinlenmelidir” açıklaması yaparak kaptanına sahip çıktı.

Havacılıkta, tüketicilerin yani yolcuların ve genel olarak bütün toplumun en başta da medyanın bilinçlenmesinin önemi büyük. Uçuş Emniyeti sadece teknik bir tanım değil, bir tüketici hakkı olarak kabul görmelidir. Kaza risklerinin azaltılması bununla doğrudan ilintili. Şimdi medyada estirilen havaya bakınız. Bu ortamda ülkemizde yorgun ve uykusuz olduğu için bir kaptanın uçuşu reddetmesi için linçi en azından işten çıkarılmayı göze alması gerekmez mi?

Şarkı söylediği için insanların linç edildiği, Cumhur Başkanı tarafından camide “dillerini koparma görevinden” söz edildiği bir ülkede ben de neyden bahsediyorum değil mi?


Yazarın notu: Artık haftalık yazılarla özellikle havacılığımızın tanıklık ettiğim son 40 yılından anıları, deneyimleri, biraz hafta sonu rahatlığıyla okuyacağınız yazılar paylaşmaya çalışacağım. Bu yazı Gazete Karınca ’da bu türün ilki oluyor. Umarım beğenirsiniz.

The post Pilotu da linç ettik! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
‘Hedef göstermen yeter Reis!’ https://gazetekarinca.com/hedef-gostermen-yeter-reis/ Mon, 17 Jan 2022 07:05:19 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=195005 Bahadır Altan Yakaladığı sokak köpeğini sopa şeklindeki tasmayla hunharca sürüklediği görüntüleri Twitter hesabından paylaşan adam, belediye görevlilerine yardım ettiğini gururla yazmış! En altta da “Hedef göstermen yeter Reis!” yazıyor. Elinde silahla poz verip daha “önemli işler” yapmaya hevesli olanlar, hatta bunu eyleme dönüştürenlerin yanında masum bile sanılabilir ama iktidarın sıradanlaşan kötülüğünün en çarpıcı dışa vurumu […]

The post ‘Hedef göstermen yeter Reis!’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Yakaladığı sokak köpeğini sopa şeklindeki tasmayla hunharca sürüklediği görüntüleri Twitter hesabından paylaşan adam, belediye görevlilerine yardım ettiğini gururla yazmış! En altta da “Hedef göstermen yeter Reis!” yazıyor. Elinde silahla poz verip daha “önemli işler” yapmaya hevesli olanlar, hatta bunu eyleme dönüştürenlerin yanında masum bile sanılabilir ama iktidarın sıradanlaşan kötülüğünün en çarpıcı dışa vurumu bu.

Hemen eklemeliyim ki; bu davranış biçimi veya bozukluğu son zamanlarda fazla görünür olsa da toplumda, hiç de Reis’in arzuladığı oranda değil. Toplumun (hatta erkeklerin bile!) ezici çoğunluğu bir şeyh veya liderin taraftarı dahi olsa, onun robotlaşmış emir kulu gibi görünmeyi onur kırıcı sayıyor hala.

AKP’nin kongre vb. kitlesel toplantılarının sonunda artık gelenekselleşen ritüeli hatırlayalım. Reislerinin komutuyla rabia işareti yaparken bile zorlandıklarını, çocuk yaştaki bir grup katılımcı dışında yemin eder gibi tekrarladıkları sözcüklerin ağızlardan zor döküldüğünü ve daha da önemlisi “reisin” katılmadığı toplantılarda başkaca hiçbir konuşmacının bu ritüele tenezzül dahi etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu gerçek, yapılan kötülükleri önemsememek anlamına gelmiyor. Tam tersi toplumda suç oranının arttığı alanların hepsinde bu “hedef göstermenin” rolü var.

Hırsızlık, dolandırıcılık, gasp gibi adli suçlardaki artışların da altında “balık baştan kokar” etkisi görülebilir ama biz politik suçlara bakarsak durum hiç de iç açıcı değil.

Başta, son dokuz yılda %289 artan kadın cinayetleri geliyor. Bir kadına silah çeken erkek, “cezası az olacak nasıl olsa” diye düşünerek cinayet işlemiyor elbet! Ama bunu aklına getirdiğinde onu ürpertecek bir yaptırım hatırlanmadığı kesin. Hele, el kaldırmanın, şiddetin karşılığı hiç yok. İstanbul Sözleşmesinin “Ailenin birliğini bozduğu” gerekçesiyle feshinden sonraki artış ise çok dikkat çekici.(İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından en az 130 kadın öldürüldü, 106 kadın şüpheli şekilde hayatını kaybetti)

Habercilikten, adalet sistemine kadar her aşamada kadına yönelik şiddet ve tacizde erkeği koruyan bir anlayışın kaçınılmaz sonucu bu. Çalışma hayatında daha ucuz emek ve mahallelerde kapı kapı dolaşacak kadınlara ihtiyaçları olmasa AKP anlayışının kadınları tümüyle eve kapatıp erkeğinin dizinin dibine oturtmaya çalıştığı sır değil. Üstelik bu çaba 20 yıldır sürüyor ve meyveleri artan bir seyirle şimdi ortalığa saçılıyor.

İktidar erkeklere doğrudan “öldürün size itaat etmeyen bu dik başlıları” diyerek hedef göstermiyor elbet. Bunu açıkça söyleyenler de var aslında ama burada hedef gösterme anlamındaki en net tavır, kadın cinayetleri protestolarında, 8 martlarda devletin polisinin kadınlara uyguladığı şiddettir. Erkeklere bundan daha net bir hedef gösterme, yol, yöntem öğretme olabilir mi?

Zindanlardaki siyasi tutsaklara, özellikle hasta tutsaklara yapılan işkence, tecrit yoluyla intihara sürükleme, tedavisine izin vermeme gibi zulümler açıkça hedef gösterme sonucudur. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin defnedildiği mezarlıkta toplanan güruhun tehditleriyle topraktan çıkarılmak zorunda kalınması en bilinen örnektir. İşte bu saldırının kendisi cenazenin güvenliğini sağlayamayan daha doğrusu sağlamayan İçişleri Bakanlığının sadece bir zafiyeti değil, açıkça hedef göstermesidir. Yine Kandıra’da cinsel saldırıya uğrayan ve tek kişilik hücresinde yaşamını yitiren Garibe Gezer’in avukatlarının tespit ettiği ihlaller çoğu ülkede hükümlünün yaşamından sorumlu olan Adalet Bakanının istifa etmesine yetecek vahimlikteyken bizdeki kayıtsızlık tam da bir hedef göstermedir. Gardiyanlara bundan daha açık “devam edin” denebilir mi? Son haftalarda durumdan vazife çıkaran gardiyanların olumsuz davranışlarında da bu yüzden artış var. Leyla Güven’i aşı için götürüldüğü hastanede tehdit eden gardiyan İsmail bunun son örneğidir.

Gençler, tarikat yurdunda intihara sürüklenen Enes Kara için 14 Ocak akşamı Beyoğlu Caddesi’nde eylem yaptı. (Fotoğraf: Zeynep Kuray)

Tarikat yurtlarındaki taciz, tecavüz dini baskılar ve bunların sonucundaki intiharlar da aynı kanaldan besleniyor. Devlet yurtları kapatılıp bu yurtlara akıtılan kaynaklar, teşvikler ve denetimsizlik, onlara yol vermenin ilk adımı. Ensar gibi vakıflardaki tecavüzcülerin yargıda cezasız bırakılması veya hafifletici sebeplerle suçluların bir gün bile yatmaması, hatta dosyalara konulan gizlilik kararlarıyla afişe edilmelerinin engellenmesinden daha net bir azmettirme olabilir mi? Enes Kara’nın bu perdeyi yırtıp hepimizin yüzüne çarparak yaşamına son vermesinin ardından Beyoğlu’nda basın açıklaması yapmak için toplanan yürekli gençlere polisin saldırısı da bu çerçevede katillerin, tecavüzcülerin önünü açmaktan, teşvik etmekten başka nedir ki?

Erdoğan’ın TTB şahsında hekimleri hedef alan hakaretlerinin yayınlandığı gün 3 hekimin görev başında fiili saldırıya uğraması da tesadüf değil kuşkusuz. “Yerli Aşı” konusunda bilimsel ölçüleri hatırlatarak araştırma sonuçlarının açıklanmamasını eleştiren TTB’ye, yüzüne yansıyan nefret ve öfkeyle “sahtekar yalancı!” diye hakaret edebilen bir Cumhur Başkanı olunca, bu mesajı alan birileri de çıkacaktı elbet!

Mültecilere yönelik ırkçı saldırı artışlarındaki hedef göstermelerde ise Reis yalnız değil! Bolu Belediye Başkanından, Leman Sam’a kadar uzanan geniş bir yelpaze görev başında! Burada tuhaf olan şey mültecileri hedef gösterenlerin büyük çoğunluğu tweet ve benzeri açıklamalarındaki buram buram ırkçılığı kabul etmiyor!

Aynı körlük CHP ve İYİ Parti’nin en kritik anlarda iktidarın yanında saf tutmalarında görülüyor. Daha önce Akşener ve Kılıçdaroğlu’na yönelik benzeri teşviklerle saldırılar olmasına rağmen, bunları unutmaya ve hemen Yenikapı’ya koşmaya hazır bir duruşları var. Kazakistan’da Nazarbayev’in damatları, akrabalarıyla kurduğu diktaya, yolsuzluklara, zamlara karşı halkın haklı isyanında da hemen hazırola geçtiler. AKP ve MHP’nin Kazak Devletinin yabancı silahlı kuvvetler desteğiyle halka karşı kullandığı orantısız güce tek laf etmeden destek veren açıklamaya imza attılar. Bu tutum, CHP ve İYİ Parti “muhalefetinin,” her türlü baskıya rağmen ülkemizde sokağa çıkma cesaretini gösteren halkı hedef göstermesi değilse nedir?

Faşizme karşı duruşun keskin bir sınır çizgisi var. Ya karşısında konumlanırsınız ya da Yenikapı’da!

 

The post ‘Hedef göstermen yeter Reis!’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Deniz’in duruşması https://gazetekarinca.com/denizin-durusmasi/ Thu, 30 Dec 2021 11:52:41 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=193287 Bahadır Altan Deniz Poyraz’ın katilinin yargılanacağı duruşma öncesi İzmir Adliyesi önündeki coşkulu toplaşmada adalet arandı. Polisin her türlü engeli hiç üşenmeden yarattığı, kendi servis otobüslerini bir şeridi kapatacak şekilde adliye önüne park edip diğer şerdin yarısını kendi doldurduğu halde konuşmaları dinlemeye çalışanlara sürekli yolu kapamayın tacizleriyle basın açıklaması sürdü. Özellikle kadın örgütlerinin oluşturduğu birliktelik, erkekleri […]

The post Deniz’in duruşması first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Deniz Poyraz’ın katilinin yargılanacağı duruşma öncesi İzmir Adliyesi önündeki coşkulu toplaşmada adalet arandı. Polisin her türlü engeli hiç üşenmeden yarattığı, kendi servis otobüslerini bir şeridi kapatacak şekilde adliye önüne park edip diğer şerdin yarısını kendi doldurduğu halde konuşmaları dinlemeye çalışanlara sürekli yolu kapamayın tacizleriyle basın açıklaması sürdü.

Özellikle kadın örgütlerinin oluşturduğu birliktelik, erkekleri de gerilere davet ederek, öz tavırlarıyla, kararlı ve öfkeli duruşlarıyla Deniz’i sahiplendi. HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, faşist katilin Minbiç’te eğitildiğine vurgu yaparak esas can alıcı noktayı kamuoyunun dikkatine sundu. Yeni Şafak adlı yayının, katliamdan hiç söz etmeden HDP’nin bir eylemi gibi yansıtıp duruşmaya katıldığı için hedef gösterdiği CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da kısa bir konuşma yaptı. 2005 yılında Şemdinli Umut Kitabevi’nin bombalanması olayında yöre halkı tarafından suçüstü yakalanan 2 uzman çavuş ve bir itirafçı sanığın 15 yıl sonra beraat ettirildiğini hatırlatarak siyasetin dilinin böyle katiller yarattığını, yargının ise “39 yıl ceza alsa da sonunda böyle beraat ettiririz rahat olun” diyerek katilleri cesaretlendirdiğini vurguladı.

Sabahattin Ali cinayetinden bu yana Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink, Musa Anter’e ve günümüze kadar devlet görevlilerinin baş rolü paylaştığı sayısız örnek var. Bugün ise siyasi iktidarın ve ona bağlı medyanın kışkırtıcı yönlendirici dili, durumdan vazife çıkaran potansiyel katiller yaratıyor. Deniz Poyraz duruşmasından bir gün önce Bahçelievler HDP binasındaki katliam girişimi bunun son örneği. Kuşkusuz bunlar kendiliğinden hareket eden yalnız kovboylar değil! Seçimlerinden eğitimlerine, görev verilip koordine edilmelerine kadar ardında büyük bir devlet organizasyonunu görmek gerek. Bu olmadan ne Mumcu’nun aracına ne Suruç’a ne de Ankara Garı’na kadar o bombaların ulaştırılması mümkün değil.

Doksanlı yıllarda yine Kürtlere yönelik faili meçhul cinayetlerin ayyuka çıktığı dönemde, eski MİT mensubu Mahir Kaynak’ın ekranlarda itirafa yakın açıklamaları oluyordu. Hizbullah’ın Kürt Hareketi’ne yönelik devlet desteğiyle katliamları, suikastları sürüyordu. Bölgede Hizbullah’ın baskısına, saldırılarına devlet seyirci kalırken halk, cihatçı çetelere karşı kendi kendini savunmaya çalışıyordu. Devlet, Hizbullah’a her türlü desteği, korumayı sağlıyor, hedefler belirleyip tetikçilik yaptırıyordu.

Mahir Kaynak “Bir devlet kendi sınırları içinde, kendi düşmanının dahi, yasa dışı örgütler tarafından öldürmesine izin verirse egemenlik hakkından vaz geçmiş olur!” diyordu. O günlerde yaşanan ve binlerce insanımızın canına mal olan cinayetler, suikastlar, katliamları aydınlatacak bir sivil irade hiçbir zaman olmadı. Tersine yeni gelenler kendi hedeflerine ulaşmak için bu çarka hâkim olmayı ve kullanmayı seçtiler.

Bugün ise hukuk devleti açısından durum daha da kötüdür. Kürtlere ve sol sosyalist örgütlere yönelik bütün hukuk dışı operasyonlarda, katliamlarda devlet, saldırganlarla aynı tarafta olduğunu gizlemeye dahi gerek duymuyor! İşkenceci polisin, jandarmanın, askerin açıkça sırtını sıvazlıyor. Helikopterden aşağıya atılan Kürt köylülerini haber yapan gazeteciyi tutuklayıp, işkencenin sorumlularını “görevlerine” devam ettirerek bu vahşeti açıkça onaylıyor. Suruç’ta, Ankara Garı önünde IŞİD taşeronluğunda gerçekleştirilen katliamların protesto edilmesine bile izin vermeyerek, duruşmalarına katılanlara çeşitli eziyetler ederek katliamları açık açık üstleniyor, savunuyor. Deniz’in duruşmasında da bu anlayışın yüzü sırıtıp durdu…

Yargı da aynı tutum içindedir. Siyasi cinayetleri organize eden, yardımcı olan, tetikçilerin irtibat kurdukları kişileri araştıran, devlet içinde destek olan, göz yuman suç ağını ortaya çıkarmak gibi bir sorumlulukları olduğunu inkâr edercesine, delillerin üzerlerini örtüp suçu bir tek sanığa veya zaten ölen bombacıya yüklemek için uğraşıyor. Faşist Katil Onur Gencer, mahkeme salonuna elleri serbest vaziyette Deniz’in ailesinin arasından geçirilerek alınıyor. Jandarmalarla sıkı fıkı tavırlarla hatta sırıtarak aileye laf atabiliyor! Saldırı öncesi İzmir Emniyet müdürlüğüyle yaptığı 26 telefon görüşmesine, ilişkilerine dair soru dahi sorulmuyor! 24 Ocak’taki ikinci duruşmada beraat ettirip adliye girişine bir de heykelini dikmek istedikleri her hallerinden bellidir.

Bütün bunların bir tek anlamı var, iktidar artık “Kürt öldürmeyi” bir suç olarak görmediğini resmen ilan ediyor. Bunu, iktidarının devamını sağlayacak bir öfke yumağı olarak beslemeye çalışıyor.

Rüzgâr ekiyor rüzgâr…

The post Deniz’in duruşması first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kürtler kimden, kim Kürtlerden nefret ediyor? https://gazetekarinca.com/kurtler-kimden-kim-kurtlerden-nefret-ediyor/ Fri, 17 Dec 2021 10:43:30 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=191826 Bahadır Altan Kavrukluklarından çok sivil polisin çevirip GBT yapmasından Kürt olduklarını anladığım gençler, benim de bindiğim dolmuşta birbirlerinden bozuk para denkleştirerek ödediler ücretlerini. “Yahya Kemal’e gidiyor mu?” diye sorduklarında da kongreye gittiklerinden emin olmuş ve indikten sonra onları takip ederek bulmuştum salonu. AKP kongre ve mitinglerine, servislerle, yolluklar ödenerek, kumanyalar dağıtılarak getirilen insanlardan çok farklıydı […]

The post Kürtler kimden, kim Kürtlerden nefret ediyor? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Kavrukluklarından çok sivil polisin çevirip GBT yapmasından Kürt olduklarını anladığım gençler, benim de bindiğim dolmuşta birbirlerinden bozuk para denkleştirerek ödediler ücretlerini. “Yahya Kemal’e gidiyor mu?” diye sorduklarında da kongreye gittiklerinden emin olmuş ve indikten sonra onları takip ederek bulmuştum salonu. AKP kongre ve mitinglerine, servislerle, yolluklar ödenerek, kumanyalar dağıtılarak getirilen insanlardan çok farklıydı halk…

HDP İstanbul İl Kongresi büyük ve coşkulu bir katılımla yapıldı. Küçükçekmece Yahya Kemal Beyatlı Gösteri Merkezi, yağmura, ulaşım zorluklarına rağmen dolup taştı. Ancak, bence hepsinden daha önemlisi katılanların çoğunluğunu kadınların oluşturmasıydı. Benim tahminim kitlenin en azından yüzde 60’ı kadınlardı. Rengarenk yerel giysileriyle müzik başlar başlamaz hareketlenmeleri, gülen yüzleri ve ciddi bir iş yaparcasına vakur halaya durmalarıyla içerdeki ortamı kadınlar belirledi. “Kürtler sizden nefret ediyor!” diye peş peşe üç kez mecliste HDP sıralarına seslenen ve aslında kendi nefretini ağzından kaçıran Soylu’nun sık sık kulaklarının çınlatıldığını ve İstanbul’un (kuşkusuz ezici çoğunlukla Kürtlerin) adeta HDP’yi kucakladığını söyleyebilirim.

Medyanın ağzına sakız yaptığı “Apo sloganı” ise sinevizyon gösterisi sırasında çok kısa süren bir ses olarak yankılandı salonda. Abdullah Öcalan’ın PKK örgütü kurucusu ve başkanı olması dışında, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye yayılmış Kürt Halkı için tartışmasız bir lider olduğu gerçeği düşünüldüğünde bunda yadırganacak bir şey de yok elbet. Ama daha çok TÜİK kaynaklı rakamlarla sürekli “bitti bitiyor” diye açıklamalar yapan Soylu’ya cevap olacak bir söylem olmalı diye düşünmeli! Kimsenin salonda en büyük pankart olarak asılı olan Türk Bayrağı ve Atatürk portresiyle bir sorunu da yoktu hani!

Akşam saatlerine kadar, içerde satılan tek yiyecek olan simitlerini ve sularını paylaşan, hararetli sohbetler kucaklaşmalar yapan insanlar vardı. Bir de olmazsa olmaz halaylar elbet. Bu kongreden “terör suçu” çıkartma zorlaması ise, yaşanan onca hukuksuzluğa, adaletsizliğe, acıya rağmen; bir gün önce zindanlarda katledilen, cenazelerinin defin süreçleri bile işkenceye dönüştürülen tutsaklara rağmen, barış isteği ve mücadelede, direnişte kararlılığı öne çıkan bu kitle ve HDP yönetimiyle uzaktan yakından bağdaşmıyor.

Mithat Sancar’ın konuşması bittiğinde bu salondakine benzer bir topluluğun diğer partilerin tabanında olsa (Allah korusun!) neler neler yapabilirlerdi diye düşünmeden edemedim doğrusu. Mithat Sancar kitleye coşku ve güven verdi, ancak geleceğe yönelik yapılması gerekenler ve tabana düşen sorumluluklar konusunda hemen hiçbir şey söylemedi. Örneğin Erdoğan’ın elinde, iktidarın çekimiyle hareket eden, çıkara dayalı bir birliktelik değil de böyle gönüllü bir kitle olsa, herkese en azından bir kişiyi daha ikna etme görevi vermeden, hatta buna yemin ettirmeden bırakmazdı insanları diye düşündüm doğrusu. Bu da partinin ve Sancar’ın demokratikliği olsa gerek.

Kongrede sadece Kürtler yoktu kuşkusuz. Özellikle HDP bileşeni ve dostu sosyalistler, kadın, LGBT+, gençlik ve ekoloji örgütleri, sendika konfederasyon temsilcileri, dernekler de konuk olarak yer almıştı. Gözlerim HDP’yi dışlayan bir ittifak arayışındaki “sol” örgütlerden tanıdık birilerini nafile aradı. Gelme yürekliliğini gösterselerdi, katılan kitlenin şarkı dinlemekten çok söyleyen coşkusu onları da sarmalayabilir, unutmaya yüz tuttukları duyguları anımsayıp biraz olsun heyecanlanabilirlerdi diye düşünüyorum. İktidarın teşvik ettiği başka arayışlar peşindeki Kürtler için de aynı şey geçerli kuşkusuz.

Sözün özü Kürtler HDP’yi seviyor, hem de çok. Ama yalanları, masalları, tertipleri, komploları asla…

The post Kürtler kimden, kim Kürtlerden nefret ediyor? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Lodosun suçu yok! https://gazetekarinca.com/lodosun-sucu-yok/ Wed, 01 Dec 2021 08:44:21 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=189842 Bahadır Altan COP26 zirvesinin, Greta’nın deyimiyle “bla bla” ile geçip fare doğurmasının hemen ardından batı bölgelerimizi etkileyen Lodos, iklim gerçeğini herkese hatırlattı. Medya, söz birliği ile “Lodosun can aldığını!” yazsa da rüzgârın bir günahı yok. Lodos, saatte 100 kilometreyi çok kısa süreli aşıp fırtına şiddetine anca ulaşsa da, olağan denecek 60-90 km hızla, aslında her […]

The post Lodosun suçu yok! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

COP26 zirvesinin, Greta’nın deyimiyle “bla bla” ile geçip fare doğurmasının hemen ardından batı bölgelerimizi etkileyen Lodos, iklim gerçeğini herkese hatırlattı. Medya, söz birliği ile “Lodosun can aldığını!” yazsa da rüzgârın bir günahı yok.

Lodos, saatte 100 kilometreyi çok kısa süreli aşıp fırtına şiddetine anca ulaşsa da, olağan denecek 60-90 km hızla, aslında her yıl olduğundan çok farklı değildi. Sadece Saatli Maarif Takvimi bile okunsa kasım ayı sonunda “şiddetli güney rüzgarlarını” takiben Ülker Fırtınası’ndan haberdar olabilirdik elbet. Meteoroloji iki gün önceden “sarı renkle” uyarısını da yaptı. Ama depremin değil, çürük ve denetimsiz yapıların can aldığı gibi, binaların üzerine kondurulan derme çatma çatılar, tabelalar uçup insanların kafasına inince, ne yazık ki iki günün sonunda 6 yurttaşımız yaşamını yitirirken 65 kişi yaralandı. Daha ilk günde 52 trafik ışığının devrilip 232 tehlike oluşturan parçanın düşmesi alt yapımızın durumunu özetliyor. Genç bir annenin üzerine kapanarak bedenini çocuğuna siper ederken can vermesi sanırım en yürek yakıcı kayıp oldu. Sinan’ın yıllar önce inşa ettiği minareler, çatılar sapasağlam dururken Çatalca’daki beton yığını saat kulesinin kimseye zarar vermeden devrilmesine ise üzülsek mi sevinsek mi bilemedim doğrusu!

Meteorolojinin zaman zaman fırtınaya ulaşacak rüzgârı önceden haber vermesi daha çok denizcilerin ve havacıların dikkate alacağı bir uyarı aslında. Çatıların bu kısa sürede sağlamlaştırılması mümkün değildi kuşkusuz; İstanbul 3. Havalimanının pist yönlerinin seçimindeki yanlışlık da giderilemezdi doğal olarak! Dolayısıyla güneyli rüzgarlarda Sabiha Gökçen’le çakışan hava trafik yolları yine karşımıza çıktı. Onlarca uçak pas geçişlerinin ardından havada bekledi, başka meydanlara iniş yaptı. Yerde uçuşan cisimlerin uçaklara yarattığı tehlikeler, harcanan ekstra yakıtla artan maliyetler ve yaşanan gecikmeler nedeniyle yolcuların perişan olması dışında iki günde büyük bir kazanın olmamasına şükretmek gerek! Boğazda da küçük bir geminin sürüklenerek kıyıya çarpıp batması dışında bir hadise olmadı. Yani deniz yolları için Kanal İstanbul kötülüğünün henüz gerçekleşmemiş olması başka felaketlerin yaşanmasını şimdilik engelledi diyebiliriz.

Bütün doğal meteorolojik olaylar rüzgarlar, yağışlar, seller kuraklıkların artık daha şiddetli yaşanacağını biliyoruz. Hasarların ve ölümlerin hemen hepsinin çarpık kentleşmenin yoğun olduğu mahallelerde yaşanması, motorlu kuryelerin ölümle burun buruna gelmesi, iklim değişikliğinin de önce yoksulları vuracağının habercisi. Devlet ise can kayıplarının ardından okulları tatil ederek alışverişte görünmekle yetiniyor. Bu iktidardan depreme hazır olmak gibi, şiddeti giderek artacak meteorolojik olaylara sadece “uyarıyla” yetinmeden önlem almasını beklemek olanaksız. Çünkü sarayları lodostan etkilenmedi, ama ufukta onlara doğru yaklaşan sıkı bir fırtına olduğu kesin!

The post Lodosun suçu yok! first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Faşizmle araya mesafe koymak https://gazetekarinca.com/fasizmle-araya-mesafe-koymak/ Fri, 19 Nov 2021 08:40:36 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=188775 Bahadır Altan Kitlesel linç, katliam ve tecavüzlerle hayli zengin bir yakın tarihimiz var. Meramımı anlatabilmek için tarihçiliğe soyunmadan kısa hatırlamalara gerek duyuyorum. “Komünistlerin işi” olarak gösterilmeye çalışılsa da bugün devlet tarafından organize edildiği artık çok açık olan 1955 yılı 6-7 Eylül pogromu bunun en somut örneği olarak alnımızda kapkara duruyor. Celal Bayar’ın “Galiba dozu kaçırdık!” […]

The post Faşizmle araya mesafe koymak first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Kitlesel linç, katliam ve tecavüzlerle hayli zengin bir yakın tarihimiz var. Meramımı anlatabilmek için tarihçiliğe soyunmadan kısa hatırlamalara gerek duyuyorum. “Komünistlerin işi” olarak gösterilmeye çalışılsa da bugün devlet tarafından organize edildiği artık çok açık olan 1955 yılı 6-7 Eylül pogromu bunun en somut örneği olarak alnımızda kapkara duruyor. Celal Bayar’ın “Galiba dozu kaçırdık!” itirafıyla planlı olduğu netleşen olayların bilançosu çeşitli kaynaklara göre farklılık gösterse de katledilen 15 Gayri Müslim yurttaşın yanında, en küçüğü 6 en yaşlısı 80 yaşında olmak üzere 400’e yakın kadına tecavüz edilmesi, bu erkek güruhunun nasıl “motive” edildiğinin kanıtı. Özel Harp Dairesinin kendi ifadesiyle bu “kusursuz organizasyonunu” planlayan, emir veren, uygulatan asıl suçluların cezasız kalması yıllar sonra tekrarlarının yaşanmasının yolunu açtı. 28 yıl sonra, 1978’de Maraş’ta alevi yurttaşlara ve 1993’te Sivas’ta Aziz Nesin ve beraberindeki halk ozanlarına yönlendirilen güruhun ortak özelliği ellerinde bozkurt işareti, dillerinde “tekbir” olmasıydı. Başat sloganları “Ya Allah Bismillah Allahuekber” olan bu kitlenin 70’lerden itibaren artık bir de adı vardı: Ülkücüler.

Bu katliamların ateşleyicisi tertiplerle, faillerin yetiştirilme yöntemleri birbirine çok benziyor. Atatürk’ün evine veya camiye bomba konulduğu, bayrağa veya Kuranı Kerime hakaret edildiği, yakıldığı iddialarıyla “milli ve manevi hassasiyetlerle” bu güruh harekete geçiriliyordu. Çoğunluğu kimlik arayışında, bir gruba katılma hevesindeki gençler, çeşitli mafyatik güç gösterileriyle etkilenip kamplarda eğitilerek azınlıklar karşısındaki “çoğunluğa” aidiyetleri sağlanıyordu. Şimdilerde bu kampların yerini aynı yöntemleri kullanan ve maddi olanaklarla gençleri kendilerine bağlayan TÜGVA ve SADAT benzeri örgütlenmeler aldı. “Camiye bomba koymuşlar” iddialarının benzeri “Benim başörtülü bacıma saldırdılar!” ve “camiye ayakkabılarla ellerinde bira şişeleriyle girdiler!” tahriklerini ise devletin en tepesinden defalarca duyduk. Bundan sonra da iktidarın, sıkıştıkça benzeri provokasyonları yapacağını söylemek kehanet olmaz…

Bu şartlandırılmış, eğitilmiş gruplar, her dönemde, halka karşı kullanılan elverişli silahlar oldu. Ama iktidar asıl desteği, cinayetleri onaylamasalar da estirilen milliyetçi rüzgâra açıktan karşı duracak güç ve cesaretten yoksun muhalefet partileri ve tabanlarındaki sessiz kitleden alıyordu. Muhalif görünseler de “Milli ve manevi” değerler söz konusu olduğunda her zaman iktidarın yanında saf tutarak, hatta zaman zaman daha da önde çıkışlar yaparak katliamlara, pogromlara giden yolları döşediklerinin çoğunlukla farkında bile değildiler!

Geçen hafta Millet ittifakının ortağı Akşener’in “HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyoruz ve arasına mesafe koyması gerektiğini söylüyoruz!” açıklamasının ardından, Kılıçdaroğlu’nun “Kandili yerle bir etmekten” söz etmesi, tam da bu, rüzgâra göre davranışın örneğiydi. Kılıçdaroğlu, dağları yerle bir edince bu ülkeye barış ve huzurun da otomatikman nasıl geleceğini açıklama gereği duymadı kuşkusuz! Çok yakın zamanda yaşanan Konya’da “Sizi burada yaşatmayacağız” diyerek katledilen Kürt aile ve Altındağ’da mültecilere yönelen pogromda ne kadar payı olduğunun da farkında değildiler elbet!

Bu yazının konusu, kırk yıldır dövülen dağların ve ve devlet eliyle derinleştirilen düşmanlığın ülkeye barış ve huzur getirmediği gibi, ekonomik çöküşü nasıl hızlandırdığı ve HDP’ye akıl verenlerin önce faşizmle aralarına mesafe koymaları gerektiği olacaktı. Ancak Ana Muhalefet Partisi CHP’nin, ilk kez tezkereye HAYIR diyerek gösterdiği cesareti daha da ilerleten “helalleşme” çıkışı, açıkçası benim için büyük sürpriz oldu. Kendisi de linç edilmeye çalışılan Kılıçdaroğlu’nun, devletin yakın geçmişteki faşizan eylemlerinin muhatabı yurttaşlarla helalleşeceğini söylemesi kuşkusuz değerli. Ama hangi Kılıçdaroğlu’na inanacağımız ve CHP’nin bu açıklamanın gerektirdiği mücadeleyi göze alıp almadığına dair kuşkularımız var. Çünkü devletin ağzından duydukları sözlere inanmanın bedellerini çok iyi hatırlayacak ve en küçük hak arama girişiminde faşizmin sopasını ensesinde hissedecek kadar deneyim sahibidir bu toprakların insanları. Bu çok samimi bir demokratikleşme niyeti midir, yoksa toplumun ekonomik sıkıntılarının da önünde olan özleminin barış ve huzur olduğunu fark eden bir cumhurbaşkanı adayının manevrası mı? İlkinin doğru olmasını yürekten diliyorum…

Ama çok iyi bildiğim bir şey var: Bundan sonra “Faşizmle arasına mesafe koymayan” hiçbir siyasi parti lideri, hatta kişi,

HDP’nin yanına bile yanaşamamalı. Her türlü görüşmenin sol adına ön koşulu bu olmalı.

The post Faşizmle araya mesafe koymak first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Tezkerelerden arınmış bir dünya ütopyası https://gazetekarinca.com/tezkerelerden-arinmis-bir-dunya-utopyasi/ Thu, 28 Oct 2021 07:45:32 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=186968 Bahadır Altan Tezkere tartışmalarından önceki günlerde yapay bir gündemle, silahlanma ve savaşı normalleştiren tartışmalar yapılıyordu. Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasından bu yana konuşulan alternatif savaş uçağı tartışmaları, yeniden kısır ve çoğunluk eski asker aklıyla sürdürüldü. Ekranlarda kendini “uzman” ilan edenlerden, F-35’in, S-400’ün, Su-57’nin özellikleri, ABD’ye yatırılan 1.4 milyar doların geri alınması, bu paranın F-16’ların modernizasyonunda kullanılması […]

The post Tezkerelerden arınmış bir dünya ütopyası first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bahadır Altan

Tezkere tartışmalarından önceki günlerde yapay bir gündemle, silahlanma ve savaşı normalleştiren tartışmalar yapılıyordu. Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasından bu yana konuşulan alternatif savaş uçağı tartışmaları, yeniden kısır ve çoğunluk eski asker aklıyla sürdürüldü. Ekranlarda kendini “uzman” ilan edenlerden, F-35’in, S-400’ün, Su-57’nin özellikleri, ABD’ye yatırılan 1.4 milyar doların geri alınması, bu paranın F-16’ların modernizasyonunda kullanılması üzerine nutuklar atıldı. Rusya’dan uçak almanın NATO sistemine göre şekillenmiş savunma konseptini değiştirmenin ülkeye getireceği maliyetten söz ettiler uzun uzun. Ekrandaki duvar haritası üzerinde elindeki değnekle Irak ve Suriye üzerinde Türkiye’nin ihlal ve işgal ettiği sınırları göstererek, her gün asker cenazeleri gelen bu bölgelerden “bizim kontrolümüz altında!” diye söz edip böbürlenen “gazeteciler”, kafaları Yunan ve Kürt düşmanlığında sıkışmış emekli askerler büyük bir çabayla gerçekleri gizleme gayretindelerdi.

Yıllardır silahlanma ve savaş dışında başka hiçbir seçenek yokmuş izlenimi yaratmak için göz göre göre halka yalan söyleniyor. Böylece barış içinde yaşanan iyi komşuluk ilişkileri gibi bir seçeneğin varlığını akıllardan uzak tutacaklar! Maazallah bir arkamızı dönsek Yunanistan İzmir’e asker çıkaracak, Kürtler ve Suriye halkları, bırakın ülkeyi karpuz gibi bölmeyi, ellerinde keleşlerle Ankara kapılarına dayanacak!

İktidarın ABD ile Rusya arasında çaresizce pazarlık kızıştırma çabası “uzmanların” çenesini epeyce yordu. Konuşulan milletin parasıydı ama millet, bu tartışmalardan bir şey anlamadı elbet. Zaten amaç da konuyu anlaşılır kılmak değil, toplumu savaşın ve silahlanmanın ne kadar da gerekli bir şey olduğuna inandırmaktı. Amaçlarına da ulaştılar: Tezkerenin 2 yıl daha uzatılması oylamasında, HDP savaş karşıtı tutarlılığını sürdürürken, Millet İttifakı’nın “has milliyetçi” ortağı İyi Parti “Evet”, CHP ise aynı milliyetçi gerekçelerle “Hayır” dedi!

Öyle çok derin siyasi ve askeri analizlere girmeye hiç gerek yok, problem son derece basittir. Bütün bu gerginlik ve savaş ortamını üreten ve savaş uçaklarına servetler yatırtan şey, milliyetçi, saldırgan devlet politikalarıdır. Milliyetçiliği karşılıklı olarak kışkırtan, varlığını buna bağlamış ırkçılardan bir türlü kurtulamıyoruz ne yazık ki…

Ege Adalarının Yunanistan’da kalmasını hazmedemeyen, sürekli geri almaktan söz eden, çıkartma gemileriyle, uçaklarla bunun provalarını, tatbikatlarını yapan bir komşunuz varsa ne yaparsınız? Yunanistan’a gelirinin önemli bir kısmını savunma harcamalarına ayırtan, savaş uçakları, savunma sistemleri satın aldıran, adaları silahlandıran, karasularını 12 mile çıkartmaya çalıştıran şey Türkiye’nin saldırı tehdidi değil midir? Bunları Ege üzerinde defalarca it dalaşına girmiş, zaman zaman yem olarak kıta Yunanistan’ına kadar özellikle yönlendirilmiş eski bir savaş pilotu olarak çok net gözlediğimi söyleyebilirim. AKP’nin özellikle son 6 yılında ve iktidarını gerginlik üzerine oturtup sürdüren Erdoğan’ın tek adam rejimiyle bu çizgi tavan yapmıştır. Oysa Ege ve Doğu Akdeniz’in dostça, adilce paylaşıldığı bir barış denizi haline gelmesi mümkün. Geçmişte bunun için çaba sarf edenlerin epeyce yol aldığı bir zemin de var üstelik, ama bundan söz edilmesini bile engellemek istiyorlar.

Aynı şekilde Kürtlerin varlığını, dilini reddeden, asimilasyona ve şiddete dayalı devlet çizgisi değil midir her şeyi başlatan? Faşist Cunta lideri Kenan Evren’in “Kürt diye bir şey yoktur, karda kart kurt diye yürüyen Dağ Türkleridir!” sözü kulaklarımızdan silinmedi henüz. Kendi yarattığı “terör” bahanesiyle komşusuna ait toprakları “kontrol etmeye” çalışan, oradaki çelişkilerden yararlanıp cihatçı çetelerle iş birliği yapan ve şimdi çıkmaz sokakta sıkışan kimdir? Bu sorunu demokratik yollarla çözmeye kararlı, Musul’da, Kerkük’te, Rojava’da gerçekten gözü olmayan, Yeni Osmanlı hayalleri yerine barış ve huzur peşinde bir iktidar, komşu ülke topraklarına asker gönderme ihtiyacı duyar mı?

IŞİD’in katliamlarından ve Esad’ın kölesi olmaktan kurtulmak dışında bir derdi olmayan Rojava’nın, Türkiye’ye yönelik hiçbir tehdit oluşturmadığı açıktır. Ancak ürettiği İHA, SİHA ve diğer savaş makinalarını pazarlayabilmek için savaşa ihtiyaç duyanları görmek o kadar zor değil. Komşularınızı, Yunanlıları, Ermenileri, Kürtleri sevmeyebilirsiniz. Düşman olarak da görebilirsiniz ama barış içinde yaşamak mümkün. Zaten barış dostla yapılmaz ki, geçmişte savaştığınız ülkelerle barış antlaşmaları imzalarsınız değil mi?

Ekonomik çöküşlerin kaynağı silahlanmaya, savaşa harcanan paraların bölgedeki bütün ülkelerde, halkların ihtiyaçlarına ayrılması durumunda neler olabileceğinin düşünülmesini bile istemiyorlar. Ekranlardaki borazanlarının yaptıkları bir sürü karmaşık “stratejik”, “teknik analizlerin” tümü barış olduğunda çöpten ibarettir. Konu son derece basit ve nettir. O yüzden barıştan söz edenleri terörist ilan etmek, bunu yüksek sesle haykıranları kodese tıkmak zorundalar…

İktidarın bu tavrını besleyen ortam toplumun büyük çoğunluğunun, sanki geçmişte barış gerçek anlamda denenmiş gibi “savaşa hazır olmayan, barışı koruyamaz” sözüne inandırılmasıdır. Ekranlardaki emekli askerlerin, sözde gazetecilerin asıl görevi de budur zaten. Barıştan bahsedenleri en azından “hayalci” bulur, hatta daha çok, “dış mihraklara” hizmet ettiğini söylerler. Oysa asıl dış mihraklara çalışmak, yıllardır yapıldığı gibi, ürettiğimiz ne varsa her şeyi silah tekellerine yatırmaktır. “Yerli” adı altında ürettiklerinizi de dünya halklarının birbirlerini kırmaları için satmanın ve küçük tekeller olmaya çalışmanın vebali de cabası.

İnsanlık, uzun vadede, eğer daha önce kapitalizm dünyanın sonunu getirmezse, sınırların ortadan kalktığı, barış içinde yaşayan bir dünyaya doğru gidiyor. Biz ise hala F-35 mi, Su-57 mi tartışıyoruz! Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM Der) tam da bu tarihi zamanda, “Militarizmden Arındırılmış Bir Dünya Ütopyası” adlı bir sempozyum gerçekleştirdi. Bilim insanları bu ütopyanın, elle tutulur gözle görülür hale geldiği tebliğler sundular. (Sempozyumun kayıtlarına ADAM Der Youtube kanalından ulaşılabilir.) Demirtaş’ın demokrasi için söylediği gibi (https://artigercek.com/haberler/demokrasi-kulturu) “bizler göremesek bile” bu dünya ütopyasının tohumlarını atmanın zamanıdır…

The post Tezkerelerden arınmış bir dünya ütopyası first appeared on Gazete Karınca.

]]>